Efendim: ister Spontane - Kendiliğinden ister bir Provokasyon - Kışkırtma sonucu olsun gelişimi şiddete varan bütün kitle hareketleri tehlikelidir ve ucunun nereye varacağı hiç belli olmaz. Üstelik bunların hangi aşamasında kendiliğindenlik hangi aşamasında kışkırtma faktörünün olduğunu -somut emareler olmadıkça- saptamakta çoğu kez kolay değildir. Çoğu kez bir birikim üzerine yükselirler ve bazen bir “Kıvılcım” ortalığı ateşe vermeye yeter. Kitle psikolojisi apayrı bir alandır. Kitlenin aklı yoktur. Kitle içgüdüsel ve yırtıcı bir varlıktır. Yakıp yıkmaya yatkındır. Sadece güce boyun eğer. O yüzden ne kadar dikkatli olunsa azdır!..
Bu konulara adeta kafayı takmış, derinlemesine incelemiş, kitaplarının çoğu komplo ve provokasyonlar üzerine olan bir yazar olarak söyleyebilirim ki, kitle hareketlerinin dinamiği insanoğlunun doğasındaki “Sürüsel” davranma eğilimidir. Hele de bu bir öfke sarmalına dönüşmüşse. Dahası araya “Profesyonel kışkırtıcı eller” girmişse durum daha vahim bir hal alır. Yazık ki Türkiye tarihi bu konudaki acı deneyimlerle doludur. İşte son günlerde Kayseri’de başlayıp, Türkiye’nin muhtelif illerine yayılma eğilimi gösteren “Suriyeli karşıtı eylemler” de benzeri kapsamda görünmektedir.
Ne Ak Ne Kara, Hem Ak Hem Kara!..
Maalesef Türkiye iktidarıyla muhalefetiyle, aydınıyla sokaktaki adamıyla hep bir şeye “Ak” ya da “Kara” demeye meyyal olduğu için aradaki gri alanlar, tonlar genellikle es geçiliyor. Ortalama düşünce yapımıza göre bir şey ya “Ak” tır ya “Kara” dır. Böylelikle hem düşünme (mi o da ne?) zahmetinden kurtulurken hem de kendi ideolojik yahut siyasi yönelimimize göre pozisyon ayarlamamızı kolaylaştırmaktadır.
Örneğin buna göre bir şey hem Provokasyon / Kışkırtma olurken, aynı zamanda İnfial / Tepki özellikleri gösteremez. Hele de artık “Provokasyon” kelimesinin uluorta, hemen her olayda adeta bir “joker” kelime gibi kullanıldığı, içeriğinin anlaşılmadığı başka bir ülke var mı bilmem. Yetkililer ve toplum hemen her olay sonrası “Provokasyon” açıklaması yaparlar. Bu kelimenin gerçekte ne anlama geldiğini bildiklerinden de emin değilim.
Ne yazık ki bu konu herkesin bilgi seviyesine bakmadan konuştuğu, ileri – geri yorum yaptığı bir alan haline gelmiştir. Hele de yöneticiler, resmi makamlar bu tarz her olayda adeta teypten konuşur gibi konuşmaktadırlar. Hemen hepsi de klişe laflardır.
Hem Kışkırtma Hem Tepki!..
Oysa bir olay aynı anda iç içe geçip hem provokasyon hem de tepki ögeleri barındırabilir. Bunu şöyle de örnekleyebiliriz: diyelim ki bir sabotaj yapmak istiyoruz. Elimizde bir kibrit ya da meşale var. Barutu patlatacağız. Elimizde kibrit / ateş olması yeter mi? Yetmez. Bir de cephane olması gerekir değil mi? Cephane yoksa o kibritle ancak sigaramızı yakarız. Burada kibrit provokasyon odağı, cephane ise onu oluşturacak Sosyal / Siyasal / Psikolojik zemindir. O yoksa istediğiniz kadar kışkırtın patlama yaratamazsınız. İkisinin çakışması gerek…
Örneğin bu mantığa göre “Kışkırtma” dediğinde tepki boyutunu, “Tepki” dediğinde kışkırtma boyutunu göremezsiniz. Oysa bunlar bazen iç içe yuvarlanabilirler. Biri diğerinin engeli değildir. Provokasyonların fitili bazen tümüyle planlı gelişir bazen de zaten spontane-kendiliğinden oluşmuş olaylar üzerinde sörf yapmak suretiyle belli bir mecraya çekilir. Kışkırtma unsurunun hangi aşamada olaya dahil olduğu çoğu kez belirsiz olabilir. Olayı riskli yapanda budur!..
Perşembenin Gelişi Çarşambadan Bellidir!..
İşte son olayda da bu gibi izler görüyorum. Türkiye uzun süredir bir “Sığınmacı sorunu” yaşamaktadır. Siz istediğiniz kadar bunu yok sayın realite budur. Gerek nitelik, gerek nicelik, vb bakımlarından olayın “istiap haddi” dolmuş ve toplumda belli bir sıkıntı yaratmaktadır. Anlaşılan artık olay bir “Uyumsuzluk” meselesini çoktan geçmiş adeta bir “Saflaşma”ya dönüşmüştür. İster gör ister görme!..
Toplumun büyük çoğunluğu sığınmacılardan dolayı rahatsızdır. Bu gibi tepkileri “Irkçılık” diyerek kolayından görmezden gelemeyiz. Keşke sorun bu tanıma sığdırılabilecek kadar basit olsaydı. Dolayısıyla er veya geç bu çapta bir olayın patlak vermesi zaten beklenen bir şey olmalıydı. Asıl zaaf bunu öngörememektedir. Önce bunu kendimize bir itiraf edelim. Bugüne bir günde gelinmemiştir!..
Hiç şüphesiz giderek büyüyen ve huzursuzluk kaynağı olan bu sorunu birileri kaşımak, mümkünse onun üzerinden operasyonlar geliştirmek isteyecektir. Önemli olan böyle bir sorunu hiç yaratmamaktır. Yaratırsanız her şeyi beklemelisiniz. Milyonlarca mülteciyi ülkeye transfer edip sonra bir şey olmamasını bekleyemezsiniz. Bünye reddedecektir. Bugünkü huzursuzluğun temelinde de bu olsa gerek. Onun yerine “Provokatörleri”, “Muhalefet” i suçlamak, farklı düşüncelere baskı uygulamak, kendinizi eleştiriye kapatmak sorunu çözmeyecektir. Artık bir “Demografik işgal” görünümü veren bu sorunu biran önce ve akılcı şekilde çözmek gerekmektedir. Çözemiyorsanız çözmek istemiyorsunuz demektir!
Provokasyon mu Değil mi?..
Evet. Büyük ihtimalle provokasyon gibi gözüküyor. Ancak burada bir avuç çapulcunun yaptıkları, üç beş kendini bilmez sosyal medya trolünün kışkırtmaları benim için ana kriter değildir. Ben siyasi analiz yaparım ve zamanlamaya bakarım. Burada söz konusu olaylar tam Türkiye ile Suriye arasında bir diyalog kurulma aşamasında gündeme getirilmiştir. Aynı şekilde Suriye ayağında da bayrak üzerinden kışkırtmalar meydana getirilmiştir. (Hatırlayalım. Bir buçuk sene önceki depremler de tam Suriye ile görüşmeler başlamak üzere iken gerçekleşmişti. Bu depremlerin tetiklenmiş depremler olma ihtimali olduğunu o zaman belirtmiştim. Anlaşılan şimdi format değiştirdiler! ) Burada yakınlaşmadan zarar görecek ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne kavuşmasını istemeyen, dolayısıyla “Sığınmacı sorunu”nun hep gündemde kalmasını isteyen, bunun üzerinden operasyonlar geliştirme peşindeki emperyalist ve siyonist merkezlerin olaya dahil olması kuvvetle muhtemel gözüküyor. O yüzden son olayların “Provokasyon kokusu” yayması şaşırtıcı olmasa gerek. Bir yerlerden düğmeye basılmış olma kuşkusu haklı ve yerindedir!..
Lakin olayın bir “Provokasyon” olması ortada bir sığınmacı ya da mülteci sorunumuz olmadığı anlamına gelmez. Öyle görünüyor ki Vantuz dudaklı Angelina Jolie’nin ziyaretiyle başlayan, türlü PR hamleleriyle desteklenen sürecin bize faturası ağır oldu. (Şimdilerde “Stratejik Derinlik” hayalleri yayıp, kolayından “Muhalif” pozlarına bürünen Ahmet Davutoğlu’nun kulakları çınlasın diyelim!) Bugün çok boyutlu (Ekonomik, sosyal, kültürel, demografik, asayiş, kriminal, vb) sonuçları olan bir sorunla karşı karşıyayız. Bu büyük göç dalgası ülkenin bütün dengelerini bozmuştur. Bu sorunun acilen çözülmemesi durumunda ileride daha nelerle karşılaşabileceğimizi akla dahi getirmek istemiyorum!
Kontrolsüz Göçün Sonucu “Kontrolsüz Öfke” mi oldu?..
Adını ne koyarsak koyalım son olaylar ülkede ciddi boyutları olan bir sorunla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmeyecektir. Olaya “Provokasyon” dememiz bizi rahatlatmaz. Tam tersine daha da tedirgin eder. Çünkü bu sorun üzerinden yeni provokasyonlar ihtimalini akla getirir. Devletin algı merkezleri bunun farkındalar mı, farkındalarsa ne gibi tedbirler düşünüyorlar bilemem. Ancak son olaylar sorunun artık alarm verdiğini göstermektedir. Kontrolsüz göçün sonucu “Kontrolsüz öfke” oldu.
Diğer yandan gene olaya “Provokasyon” dememiz toplumda bu konuda infiale varan bir tepki dalgası olduğu gerçeğini de değiştirmez. Bunu yok saymak başımızı devekuşu gibi kuma gömmekle eş anlamlı sayılacaktır. Durumun çok hassas dengeler üzerinde seyrettiğini son olaylar yeterince göstermiş olsa gerek. Olayın bu “ikili karakteri” ni anlamak hayati önemdedir. Anlamak isteyene tabii ki!..
Kalabalık Göçün Türkler Üzerindeki Etkisi Dikkate Alınmadı!..
Bir yandan olayın “Provokatif boyutu”na ilişkin her tür istihbari, polisiye, güvenlik, hukuki, vb önlemlerini alırken öte yandan olayın sosyal – psikolojik boyutlarını görmekte yarar var. Kontrolsüz göç dalgasının Türkler üzerindeki etkileri hiç hesaba katılmadı. Onların hissiyatı hiç dikkate alınmadı. Kendilerini, kendi ülkelerinde adeta “İkinci sınıf vatandaş” gibi hissetmelerine yol açacak etmenler hiç umursanmadı. Türkler aşağılandıkları duygusuna kapıldılar. Bu öyle bir çırpıda “Din kardeşiyiz” gibi sözlerle geçiştirilebilecek bir his olmasa gerek!..
Aklı başında bir yönetim kızıp duracağına önce kendine “Biz bu noktada hangi hataları yaptık” diye sorar. (Tabii en büyük hata başlangıçtaki bu kadar kalabalık bir nüfusun ülkeye transferidir o başka!) Tam bu noktada öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin bugüne kadar izlediği sığınmacı politikası iflas etmiştir. Bu musibet yükü artık sırtımızdan atmanın zamanı geldi de geçiyor gibi. Öyle üstünkörü, göz boyamacı, gaz alıcı önlemler değil radikal önlemler geliştirmenin vaktidir. Yeni Kayseri benzeri olaylar olmadan bunun bilincine bir an önce varsak iyi olur gibime geliyor...
Bu kimilerinin keyfine bağlı bir durum değil, gelecek kuşaklara karşı sorumluluğun bir gereğidir!..
03. 02. 2024