''SAVAŞ NARALARI ATAN MEDYA GENERALLERİ BU YAZIYI İYİ OKUSUN!''
"TSK'dan çok daha fazla generale sahip olduğunu düşündüğüm Türk medyasını savaş naraları sardı."
Sabâ makamı
Sabah uyandığımda evinde misafir olduğum arkadaşım kahvaltıyı Almanya’da yapalım dedi. Kısa bir şaşkınlık geçirdikten sonra bisikletlere bindik. 20 dakika bisiklet sürdük, geldiğimiz yer küçük bir Alman kasabasıydı. Kafeteryalarından birine oturarak harika bir kahvaltı yaptık... Fransa’nın Strasbourg kentinde akademik çalışmalarda bulunan arkadaşının yanına kısa bir tatil için giden yakın dostum bana başından geçen olayı anlatırken gözüm önümde duran gazeteye ilişti. Gazete haberine göre Suriye tarafından düşürülen uçak sınırda bulunan burunları karıştırmış, bu nedenle hava sahasını ihlal etmişti. Küçük bir dünyada aynı zaman dilimi içinde bir ülkeden bir ülkeye insanlar sabah kahvaltısına gidebilirken, başka bir yerde bir uçak burunları karıştırdığı için düşürülebiliyordu. Suriye’nin Laskiye kentinden her sabah Samandağ’a bisiklete atlayıp karşılıklı kahvaltıya giden insanlar olsaydı eğer, karıştırılan yerlerin anlamı da olmazdı, kavgası da...
Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklara Suriye’de düşürülen uçak eklenince ortam daha bir ısındı. Düşürülen uçakla birlikte her zaman TSK’dan çok daha fazla generale sahip olduğunu düşündüğüm Türk medyasını savaş naraları sardı. Savaş uçakları, füze görselleri gazeteleri süslerken, “ne duruyoruz, savaşalım” naraları atmaya başlayan yazarlar da ortaya çıktı. Bu yazarlara öncelikle şunu söylemek isterim. Bir savaşı kışkırtmak için ne yazarsanız yazın, 2003 yılında Irak savaşı için yazılan bir yazıyı çukurlaşmada geçemezsiniz. Bahsettiğim yazı, yanında beyaz bayrak bulunduğu halde öldürülen postalı delik Iraklı askeri anlatıyordu. Okuduğumda bir insan daha ne kadar alçaklaşabilir diye düşünmüştüm. Savaş çığırtkanlığı yapanlara işte bu yazıyı tavsiye ederim. (Ertuğrul Özkök’ün 2003 yılında yazdığı “Geç kalkmış beyaz bayrak” başlıklı yazısı. Meraklısı Google’dan okuyabilir) Geçebileceğinize inanıyorsanız çığırtkanlık yapmaya devam edin...
Savaş ve hayat
Irak savaşı sırasında gazeteci olarak sınırdaydım. ABD askerleri Nusaybin ve Kızıltepe’de konuşlanırken teskerenin geçmesi bekleniyordu. Cizre’de kaldığımız Onşar Oteli’nde bir akşam kalabalık bir gazeteci grubu yemek yiyorduk. Yemeğin konusu ise doğal olarak savaştı. “Gazeteci generaller” iki ülkenin askerî güçlerini masaya yatırmış, tankları yürütüyorlardı. Son derece sıkıcı geçen konuşmaları dinlerken gözüm bir anda Melik’e takıldı. Melik, otelde çalışan yirmili yaşlarda bir garson çocuktu. Çalışkan, her yere koşturan Melik’i çok sevmişti gazeteciler. Biraz da masadaki sohbetin sıkıcılığını dağıtmak için “Neyin var Melik” diye sordum. Melik hafif boynu bükük bir şekilde “Kız kardeşim yok abi” dedi. Bir anda masada sohbet bitmiş gözler Melik’e dönmüştü. “Nasıl yani” diye sorduk. Melik anlatmaya başladı. “Bir kıza sevdalıyım. Kız da beni seviyor. İstetti ailem kızı ama çok fazla başlık parası istediler. Çalışarak o parayı yüz yıl geçse de ödeyemem. Oysa bir kız kardeşim olsaydı, onun da ağabeyi var, ona verirdik. Karşılıklı kız alışverişi olurdu. Kızı kaçırmayı düşündüm. Beni de ailemi de öldürürler. Töremiz böyle. Anlayacağınız çaresizim.” Melik konuşmasını bitirince biraz önce savaş uzmanı olan gazeteciler, bu kez töre uzmanı olmuştu. Özellikle masadaki kadın gazeteciler, “kadın alınıp satılan bir mal mı” diyerek töreye lanet okuyordu. Uzaktan ahkâm kesmenin en iyi örneklerinden biri yaşandı o gece. Net bir karar çıkmasa da ben ve birkaç arkadaş Melik’ten yana tavır koymuştuk. Bu konuşmalarımız, ahkâm kesmelerimiz Melik’in derdine deva olmasa da konuşup rahatlamıştık işte. Melik ise bize bir süre katlanıp, işini yapmaya koyuldu. Zaman zaman düşünürüm Melik sevdalısına kavuştu mu diye. Bir yerden yüklü bir miktar para kazanmadıysa ya da kızın ailesi insafa gelmediyse kavuşma ihtimali yok denecek kadar azdı. İşte böyle savaş çıkma ihtimali anlarında tanklara toplara tüfeklere bakmam ben. Aynı yıldızlar altında elleri tetikte bekleyen sınırın iki yakasındaki genç insanlara bakarım. Ne düşünüyorlar, hayalleri neler, sevdikleri var mı? Bitince o sıla hasreti, kavuşmanın heyecanını içlerinde duyuyorlar mı diye...
Sabâ makamı tadında yazmaya çalıştığım yazıyı bir dostumdan duyduğum Karadeniz fıkrası ile bitireyim. Rizeli imam mahallede bir kıza âşık olur. Kız da ona sevdalıdır. Ailesini alıp kızın evine gider, istemeye. Kızın babası ise laik bir Kemalist. “Ben kızımı imama asla vermem der”, kapıyı gösterir. Gece gözüne uyku girmez imamın. Sabah ezanı okumak için minareye çıkar. Hoparlörü açıp söyler sözünü: Bu ezan sevup da kavuşamayanlara gitsun...
Tuncer Köseoğlu/Taraf
Sabah uyandığımda evinde misafir olduğum arkadaşım kahvaltıyı Almanya’da yapalım dedi. Kısa bir şaşkınlık geçirdikten sonra bisikletlere bindik. 20 dakika bisiklet sürdük, geldiğimiz yer küçük bir Alman kasabasıydı. Kafeteryalarından birine oturarak harika bir kahvaltı yaptık... Fransa’nın Strasbourg kentinde akademik çalışmalarda bulunan arkadaşının yanına kısa bir tatil için giden yakın dostum bana başından geçen olayı anlatırken gözüm önümde duran gazeteye ilişti. Gazete haberine göre Suriye tarafından düşürülen uçak sınırda bulunan burunları karıştırmış, bu nedenle hava sahasını ihlal etmişti. Küçük bir dünyada aynı zaman dilimi içinde bir ülkeden bir ülkeye insanlar sabah kahvaltısına gidebilirken, başka bir yerde bir uçak burunları karıştırdığı için düşürülebiliyordu. Suriye’nin Laskiye kentinden her sabah Samandağ’a bisiklete atlayıp karşılıklı kahvaltıya giden insanlar olsaydı eğer, karıştırılan yerlerin anlamı da olmazdı, kavgası da...
Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklara Suriye’de düşürülen uçak eklenince ortam daha bir ısındı. Düşürülen uçakla birlikte her zaman TSK’dan çok daha fazla generale sahip olduğunu düşündüğüm Türk medyasını savaş naraları sardı. Savaş uçakları, füze görselleri gazeteleri süslerken, “ne duruyoruz, savaşalım” naraları atmaya başlayan yazarlar da ortaya çıktı. Bu yazarlara öncelikle şunu söylemek isterim. Bir savaşı kışkırtmak için ne yazarsanız yazın, 2003 yılında Irak savaşı için yazılan bir yazıyı çukurlaşmada geçemezsiniz. Bahsettiğim yazı, yanında beyaz bayrak bulunduğu halde öldürülen postalı delik Iraklı askeri anlatıyordu. Okuduğumda bir insan daha ne kadar alçaklaşabilir diye düşünmüştüm. Savaş çığırtkanlığı yapanlara işte bu yazıyı tavsiye ederim. (Ertuğrul Özkök’ün 2003 yılında yazdığı “Geç kalkmış beyaz bayrak” başlıklı yazısı. Meraklısı Google’dan okuyabilir) Geçebileceğinize inanıyorsanız çığırtkanlık yapmaya devam edin...
Savaş ve hayat
Irak savaşı sırasında gazeteci olarak sınırdaydım. ABD askerleri Nusaybin ve Kızıltepe’de konuşlanırken teskerenin geçmesi bekleniyordu. Cizre’de kaldığımız Onşar Oteli’nde bir akşam kalabalık bir gazeteci grubu yemek yiyorduk. Yemeğin konusu ise doğal olarak savaştı. “Gazeteci generaller” iki ülkenin askerî güçlerini masaya yatırmış, tankları yürütüyorlardı. Son derece sıkıcı geçen konuşmaları dinlerken gözüm bir anda Melik’e takıldı. Melik, otelde çalışan yirmili yaşlarda bir garson çocuktu. Çalışkan, her yere koşturan Melik’i çok sevmişti gazeteciler. Biraz da masadaki sohbetin sıkıcılığını dağıtmak için “Neyin var Melik” diye sordum. Melik hafif boynu bükük bir şekilde “Kız kardeşim yok abi” dedi. Bir anda masada sohbet bitmiş gözler Melik’e dönmüştü. “Nasıl yani” diye sorduk. Melik anlatmaya başladı. “Bir kıza sevdalıyım. Kız da beni seviyor. İstetti ailem kızı ama çok fazla başlık parası istediler. Çalışarak o parayı yüz yıl geçse de ödeyemem. Oysa bir kız kardeşim olsaydı, onun da ağabeyi var, ona verirdik. Karşılıklı kız alışverişi olurdu. Kızı kaçırmayı düşündüm. Beni de ailemi de öldürürler. Töremiz böyle. Anlayacağınız çaresizim.” Melik konuşmasını bitirince biraz önce savaş uzmanı olan gazeteciler, bu kez töre uzmanı olmuştu. Özellikle masadaki kadın gazeteciler, “kadın alınıp satılan bir mal mı” diyerek töreye lanet okuyordu. Uzaktan ahkâm kesmenin en iyi örneklerinden biri yaşandı o gece. Net bir karar çıkmasa da ben ve birkaç arkadaş Melik’ten yana tavır koymuştuk. Bu konuşmalarımız, ahkâm kesmelerimiz Melik’in derdine deva olmasa da konuşup rahatlamıştık işte. Melik ise bize bir süre katlanıp, işini yapmaya koyuldu. Zaman zaman düşünürüm Melik sevdalısına kavuştu mu diye. Bir yerden yüklü bir miktar para kazanmadıysa ya da kızın ailesi insafa gelmediyse kavuşma ihtimali yok denecek kadar azdı. İşte böyle savaş çıkma ihtimali anlarında tanklara toplara tüfeklere bakmam ben. Aynı yıldızlar altında elleri tetikte bekleyen sınırın iki yakasındaki genç insanlara bakarım. Ne düşünüyorlar, hayalleri neler, sevdikleri var mı? Bitince o sıla hasreti, kavuşmanın heyecanını içlerinde duyuyorlar mı diye...
Sabâ makamı tadında yazmaya çalıştığım yazıyı bir dostumdan duyduğum Karadeniz fıkrası ile bitireyim. Rizeli imam mahallede bir kıza âşık olur. Kız da ona sevdalıdır. Ailesini alıp kızın evine gider, istemeye. Kızın babası ise laik bir Kemalist. “Ben kızımı imama asla vermem der”, kapıyı gösterir. Gece gözüne uyku girmez imamın. Sabah ezanı okumak için minareye çıkar. Hoparlörü açıp söyler sözünü: Bu ezan sevup da kavuşamayanlara gitsun...
Tuncer Köseoğlu/Taraf