Sanatçı ve aydınlardan Gezi'ye mektup! "'Şiddetin önünde saz gibi duranlar'ı gördük"

Gezi Parkı direnişinin yıl dönümünde Sırrı Süreyya Önder, Şafak Pavey, Elif Şafak, Paul Auster, Metin Üstündağ, Sezen Aksu ve Zeki Demirkubuz mektup yazdı.

Hürriyet gazetesinde yayımlanan mektuplar şöyle:

Dünden sonra yarından önce...

Geçen yıl bu zamanlarda Gezi Parkı için başlayan eylem ülke tarihindeki en büyük protesto gösterisine dönüşmüştü. O gün orada olanlar için bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı... 1 Haziran 2014 Gezi'ye mektup var. Gezi Parkı protestolarının üzerinden tam bir yıl geçti. Olaylar sıcakken iktidar tarafından ‘darbe girişimi’, direnişe katılanlar tarafındansa ‘haysiyet ayaklanması’ olarak tanımlanmıştı. Ancak bir şeyin içinden geçerken analizini yapmak, yaşananın adını koymak o kadar da kolay değildir. Bir yılın ardından Cumhuriyet tarihinin belki de en büyük ayaklanmasına bir kez daha dikkatle bakabiliriz dedik ve Haziran 2013’ten beri nelerin değiştiğini, bugünden bakınca o günlerin neler hissettirdiğini Sezen Aksu, Şafak Pavey, Elif Şafak, Sırrı Süreyya Önder, Zeki Demirkubuz, Metin Üstündağ ve Paul Auster’e sorduk. Tarihe not düşülecek en gerçekçi analiz için hâlâ biraz erken olabilir. Ama olan biten ve oldukça çalkantılı geçen bu yıla etkilerini tekrar değerlendirmek ve üzerine düşünmek için erken değil. Hele de hiçbir şeyin henüz tam olarak bitmediği ve bir yıl önce yaşananların öyle ya da böyle ülkenin geleceğini yeniden şekillendirdiği, şekillendirmeye de devam edeceği göz önüne alınırsa...

Sırrı Süreyya Önder: Sokak çağırıyor

En büyük kazanım sermaye-devlet ittifakının adım atarken artık sürekli tereddüt edecek olması. Devlet hem ideolojik aygıtlarıyla hem güç aygıtlarıyla bir kuşağın daha gözünde ifşa oldu. Türkiye’de yalnızca haber olma niteliği taşıyan şeyler, eylem ve siyaset yapma gerekçesine dönüştü. Bugün sokak herkesi çağırıyor, çünkü insanlar ancak sokağın siyaseti şeffaflaştıracağını anladılar. 50 yıl uğraşsanız kazanılmayacak bir sokak tecrübesi var artık toplumun...

Şafak Pavey: Baskı sindirmez ayağa kaldırır

Ayaklanmaların her zaman kolay ve hazır bir tanımı vardır; kentlerin yoksul kesimlerinde, sosyal yabancılaşma, genç işsizliği, polis ve/veya ebeveynden nefrete dayanan kültür normları tetikleyicidir. Ayaklanmalara karışan gençlerin kendilerini bulundukları topluma ait hissetmemeleri belirleyici oluyor. Benim de bir parçası olduğum Gezi’de böyle olmadı. Ayaklanma yoksul mahallelerin derinliklerinden gelen bir çığlıktan çok, bize mecbur gösterilen hayatı reddeden bir itirazla beslenmişti. Gezi gençleri, sosyal yabancılaşma duygusuyla incinmiş değillerdi. Ebeveynleriyle ilişkileri annelerin yiyecek, babaların gaz maskesi taşımasıyla görüleceği üzere oldukça yakındı. Sürüldükleri uçurum kıyısından var olabilme azmi doğmuştu. Ağaçlar on yıldır uğradıkları aşağılanmayı reddetmenin sembolü oldu. Sokak; ırk, din, hayat tarzı gibi konulara bakmadan kendi gerçeğine sadıktır. Gezi bu sadakatin patlamasıydı. Modern gençlik; güven içinde olmak, iyi eğitim almak, onurlu çalışmak, cinsiyetler arasında gelenek kontrolüne tabi tutulmadan, özgürce ve birlikte eğlenerek yaşamak istiyor. Gezi hükümete bir şey öğretti mi, daha sonra yaptıklarına baktığımda bundan emin değilim. Çok önemli itirazlar gösterdiğinden kuşkum yok...

Enkaz halinde sandığı neslin İslami bakışla yeniden elden geçirilmesi, restorasyona tabi tutulmasını yapamayacağını; sinmiş görünen ve sürekli hakarete uğrayan, küçümsenen modern neslin parkın ağaçlarını korumak için hayatlarından bile vazgeçeceklerini; aşırı baskının sindirmekten daha çok ayağa kaldırıcı güç olduğunu gösterdi. ‘Üç beş ağaç bekçisinin’ zekâ, mizah, gaz maskeleriyle ve cesaretli direnişiyle kolay baş edilemeyeceğini gösterdi. Fakat en önemlisi son on yıldır bir suç, bir günah, bir ahlaksızlık gibi tanımlayıp, ezilip horlanan 21’inci yüzyıl değerleriyle yaşamanın takipçisi son derece kalifiye ve görmezden gelinemeyecek kadar itibarlı bir genç toplum olduğunu, modern hayatın tasfiye edilmesine karşı çok güçlü bir itiraz topluluğunun mevcudiyetini gösterdi.

Elif Şafak: Ortada bir vicdan erozyonu var

Bir sene içinde dünya, güneşin etrafında 942 milyon kilometre kat edebiliyor, bizlerse bir arpa boyu yol gidemedik ülke olarak. Düne göre bugün çok daha bölünmüş, kutuplaşmış ve gergin bir Türkiye var. Gezi esnasında ve sonrasında birbirinden genç ve güleç delikanlılarımız sokaklarda öldü, öldürüldü. Öyle bir noktaya geldik ki, güncel siyaset yüzünden beraber yas bile tutamaz olduk. Bir ülke için en acı olan budur: Yitirdiği gençlerin, madencilerin, değerlerin ardından birlikte gözyaşı dökememek... Türkiye’de insan hayatının değeri düşük. Ama eskiden hiç olmazsa yas tutmayı bilirdik, şimdi o da kayboldu. 13 yaşındaki evladını kaybetmiş bir anne meydanlarda yuhalanabiliyorsa, orada ciddi bir vicdan erozyonu var demektir.

Bundan sonra böyle acıların yaşanmaması için ivedilikle değişmesi gereken üç şey var. Birincisi anayasa. Çok daha demokratik, çoğulcu, çoksesli, kucaklayıcı bir anayasa gerek. İkincisi, gösterilerde orantısız şiddet uygulayan polis mensupları ortaya çıkarılmalı. Bizim kuşağımız polisten korkarak ve işkence hikâyeleriyle büyüdü. İstedik ki yeni kuşaklar için bu böyle olmasın. Gelişmiş ülkelerde nasıl vatandaş polisten korkmuyorsa bizde de korkmasın. Ancak Gezi esnasında ve sonrasında polis hiç iyi bir sınav vermedi. Orantısız şiddet uygulayan, kendi vatandaşına tekme atabilen bir ‘devlet’ algısı var. Üçüncüsü, bilhassa hükümet ‘biz ve onlar’ söylemlerini bırakmalı. Bu ülkede ne AKP yanlıları ne de AKP karşıtları kendini gurbette hissetsin.

Ben şahsen Türkiye’de hiç kimsenin fazla güçlenmesini istemiyorum, çünkü kimin elinde güç varsa, daha fazlasını istiyor, otoriterleşiyor, tahammülsüzleşiyor. Ne Kemalistler, ne milliyetçiler, ne solcular, ne cemaat, ne hükümet... Hiç kimsenin elinde aşırı güç olmamalı. Güçler ayrılığı ve özgür bir basın bunun için çok önemli. Halbuki bunların üçü de yara aldı. Bugün her türlü eleştiriye kulağını kapatmış bir iktidar, cılız ve dağınık bir muhalefet, gergin ve bölünmüş bir toplum var. Gezi’de ölen gençlerimiz ise cennetin bir köşesinden izliyorlar halimizi; üzüldüklerine eminim.

Paul Auster: Siyasiler sağırsa...

Siyasi liderler halkları konuşurken sağır taklidi yaptığında, halk onlarla iletişim kurmak için işaret dilini kullanmak zorundadır.

Metin Üstündağ: İleri bakmak lazım

Ürettiğimiz şeyin, mizahın hayatta bir yeri olduğunu gördük. Aşk gibi bir şeydi. Bir anda oldu. Diğer yandan; güzeldi, şahaneydi ama artık önümüzdeki maçlara baksak diyorum.

Sezen Aksu: Bu ruhun kaybolması mümkün değil

Birbirini anlamaya gerçekten niyetli, içinde şefkat barındıran, herkesi kucaklayan yepyeni bir vatandaşlık önerisiyle tanıştık geçen yıl. Sadece masallarda olduğunu sandığımız o dayanışma ve paylaşmaya tanık olduk. Yıldırım Türker’in şiirindeki gibi, ‘şiddetin önünde saz gibi duranlar’ı gördük. Ortak vicdanın plansız bir eylemiydi tüm yaşananlar... Bu ruhun kaybolması mümkün değil artık...

Zeki Demirkubuz: Benim için bir onurdu

Demirkubuz, protestoların özellikle Beşiktaş ayağında aktif rol almıştı. O gün için şöyle diyor: Orada olmanın onurunu hayatım boyunca taşıyacağım.