Salih Tuna: AKP'li fırıldaklar çok sevindi; sadece Yeni Şafak'ı değil, yazmayı bırakıyorum
Yeni Şafak’a veda edeceğini 2 Temmuz’daki yazısında duyuran Salih Tuna, vedanın yalnızca gazetesine olmadığını, yazmayı da bıraktığını belirtti.
2 Temmuz’daki yazısında vedasından önceki son yazılarını yazdığını ifade eden Tuna, AKP’li fırıldaklar diye nitelediği kesimin, vedasına çok sevindiğine de değindi.
Salih Tuna’nın bugün (4 Temmuz 2016) yayımlanan “Yeni Şafak’tan böyle veda etmedim” başlıklı yazısı şöyle:
Hafta sonu “veda yazısı” başlıklı yazımın sonunda, “Zaten bu naçizane yazı da veda yazısından önceki yazı / lar mesabesindedir” demiştim.
Çokluk burası atlandı.
Birilerinin de işine böyle geldi zahir.
Gelgelelim, dostlar gerek telefonla gerek sosyal medya marifetiyle, “sakın bırakma” dediler.
AKP'li fırıldaklar ve sözde İslamcı “proje – örgüt” mensupları da pek sevindiler. O kadar ki, “Oh be sonunda kurtulduk” diyenler oldu içlerinde.
Lakin yine de paralelcileri geçemediler. Zira öfke, nefret, kin ve husumette bir toplu ayine başlamadıkları kaldı.
İçlerinden biri (Balyoz kumpasçısı olarak bileneni) “Cehenneme kadar yolu var” şeklinde tweet attı.
Aynı eleman vaktiyle, “Nihal Bengisu Karaca'nın Zaman maceraları bir hayli fazladır. Herkes edebiyle oturduğu yerde oturmaya devam etsin...” demişti de, bu köşecikte bu hayasız iftiraya isyan etmiştim. (11 Şubat 2014, Yeni Şafak)
İlginçtir; sonradan AKP'li fırıldaklıkla malul hale gelen türbanlı türbansız hiç kimse, “başörtülü bacımıza neyi ihsas ediyorsun” diye sormamıştı. Bugünlerde bakıyorum da pek cevvaller.
O değil de “The Cemaat” mensubu bu mülâaneci tayfası haktan, hukuktan, demokrasiden söz ediyor ya, ben ona yanıyorum.
Artık bilmeyen kalmadı: Malum darbelerini gerçekleştirmiş olsalardı, kendileri dışında hiç kimseye yaşam hakkı tanımayacaklardı.
Bakınız…
Fakire “ Cehenneme kadar yolu var ” diyerek kinini kusan Balyoz kumpasçısı bu eleman, 17- 25 Aralık darbesi eşiğinde şu tweeti atmıştı: “Yarının Türkiye'sinde AKP ile teması olan hiçbir kurum, kuruluş ve yapı kalmayacak. Buna bazı üniversiteler, medya, vakıflar, Erdoğan'la hareket eden bütün yapılar; cemaatler ve tarikatlar da dahil. Hepsi tasfiye edilecekler… ”
Nasıl?
28 Şubat'ın o meşhur “ Topyekûn Savaş ” narası gibi değil mi?
Lütfen dikkat buyurunuz; bu kafaya göre, AKP'li olmamamız tasfiye edilmenize engel değil, bir şekilde temas kurmanız da yeterli.
Bakınız…
Mülâaneci takımının eliyle, İslam'ı, “ mescid-i dirar ” mesabesinde şeytanlıklarla çarpıtarak, bambaşka bir şeye dönüştüreceklerdi.
Proje en azından şimdilik çöktü.
Entegrist İslamcı örgütlerin aşksız, vecdsiz, çilesiz, köksüz, muvazenesiz, nasipsiz elleriyle de İslam'ı ve Müslümanları tasfiye etmeye çalışıyorlar.
Maalesef bu proje korkunç bir şekilde devam ediyor.
Tuhaf olan şu ki; her iki projeye koşulan elemanların ortak özelliği, Erdoğan düşmanlığı…
Mülâaneci takımın (baştan beri, yani, 2011'den önce de var olan) bu özelliği çoktan deşifre oldu, artık gizlemiyorlar.
Diğerleri hâlâ demode numaralar çekiyorlar. Hele hele, “Erdoğan'dan çok Erdoğancı” şeklindeki şarlatanlıkları yok mu? Daha evvel de “fitne çıkartmayın” diyerek fitne çıkartıyorlardı.
Neyse, biz dönelim mevzuumuza. Ne diyorduk, haa, “ çokluk burası atlandı ” diyorduk.
O halde tekrar edelim; mezkur veda yazısında, “Zaten bu naçizane yazı da veda yazısından önceki yazı / lar mesabesindedir” ifadesine yer vermiştim.
Dikkat isterim: “Veda yazısından önceki yazılar…”
Hemen ardından da şunu ilave etmiştim: “Böyle gitmez. / Ya siz bir ses vereceksiniz ya da ben bir ses bulacağım…”
Henüz o ses geldi mi?
Bekliyorum.
O sesin ne olduğunu bilmesi gerekenler biliyor. Şimdilik daha fazla üzerinde durmak yerine, “ya da ben bir ses bulacağım” ifadesini dilim döndüğünce vuzuha kavuşturmak isterim.
“Ses bulmaktan” muradım, başka bir mecrada kalem oynatmak değildir, kardeşlerim.
Köşe yazarlığını hepten bırakmayı kastetmiştim, sadece gazetemi bırakmayı değil.
Yani susmayı…
Susmak da bir ses bulmaktır çünkü!
Hem de nasıl bir ses! Çığlıktan da öte.
Bütün konuşmalar aslında anlamlı bir sükûta erişmek içindir. Zaten anlamlı sükûttan uzaklaştıkça çok konuşmaya başlarız.
Anlamlı sükût da boş boş susmak değildir elbette.
Boş konuşmak ne kadar gevezelikse, boş susmak da o kadar gevezeliktir.
Nuri Pakdil ustamız, “Çoğu zaman, susmak, konuşmaktan daha kıymetlidir” demişti, “Söz bitebilir, fakat sükût hiç bitmez. Çünkü o, dünyanın en uzun cümlesidir.”
Haksızlık karşısında susmak değildir bu direnişin bir çeşididir.
Gelgelelim, susmaya mahkum olmak kadar konuşmaya mahkum olmak da mahpusluktur.
En zor akledilen mahkumiyet de budur.
Wittgenstein bir defasında şöyle demişti: “Bir insan kilitli olmayan sadece içeriye doğru açılan bir kapıyı sürekli itiyor, bir türlü çekmek aklına gelmiyorsa odada hapis demektir…”
Kardeşlerim, o ses gelmeyecekse, bu “çamur deryasına” mahkum olmanın anlamı yok, dediğim budur.
Salih Tuna’nın bugün (4 Temmuz 2016) yayımlanan “Yeni Şafak’tan böyle veda etmedim” başlıklı yazısı şöyle:
Hafta sonu “veda yazısı” başlıklı yazımın sonunda, “Zaten bu naçizane yazı da veda yazısından önceki yazı / lar mesabesindedir” demiştim.
Çokluk burası atlandı.
Birilerinin de işine böyle geldi zahir.
Gelgelelim, dostlar gerek telefonla gerek sosyal medya marifetiyle, “sakın bırakma” dediler.
AKP'li fırıldaklar ve sözde İslamcı “proje – örgüt” mensupları da pek sevindiler. O kadar ki, “Oh be sonunda kurtulduk” diyenler oldu içlerinde.
Lakin yine de paralelcileri geçemediler. Zira öfke, nefret, kin ve husumette bir toplu ayine başlamadıkları kaldı.
İçlerinden biri (Balyoz kumpasçısı olarak bileneni) “Cehenneme kadar yolu var” şeklinde tweet attı.
Aynı eleman vaktiyle, “Nihal Bengisu Karaca'nın Zaman maceraları bir hayli fazladır. Herkes edebiyle oturduğu yerde oturmaya devam etsin...” demişti de, bu köşecikte bu hayasız iftiraya isyan etmiştim. (11 Şubat 2014, Yeni Şafak)
İlginçtir; sonradan AKP'li fırıldaklıkla malul hale gelen türbanlı türbansız hiç kimse, “başörtülü bacımıza neyi ihsas ediyorsun” diye sormamıştı. Bugünlerde bakıyorum da pek cevvaller.
O değil de “The Cemaat” mensubu bu mülâaneci tayfası haktan, hukuktan, demokrasiden söz ediyor ya, ben ona yanıyorum.
Artık bilmeyen kalmadı: Malum darbelerini gerçekleştirmiş olsalardı, kendileri dışında hiç kimseye yaşam hakkı tanımayacaklardı.
Bakınız…
Fakire “ Cehenneme kadar yolu var ” diyerek kinini kusan Balyoz kumpasçısı bu eleman, 17- 25 Aralık darbesi eşiğinde şu tweeti atmıştı: “Yarının Türkiye'sinde AKP ile teması olan hiçbir kurum, kuruluş ve yapı kalmayacak. Buna bazı üniversiteler, medya, vakıflar, Erdoğan'la hareket eden bütün yapılar; cemaatler ve tarikatlar da dahil. Hepsi tasfiye edilecekler… ”
Nasıl?
28 Şubat'ın o meşhur “ Topyekûn Savaş ” narası gibi değil mi?
Lütfen dikkat buyurunuz; bu kafaya göre, AKP'li olmamamız tasfiye edilmenize engel değil, bir şekilde temas kurmanız da yeterli.
Bakınız…
Mülâaneci takımının eliyle, İslam'ı, “ mescid-i dirar ” mesabesinde şeytanlıklarla çarpıtarak, bambaşka bir şeye dönüştüreceklerdi.
Proje en azından şimdilik çöktü.
Entegrist İslamcı örgütlerin aşksız, vecdsiz, çilesiz, köksüz, muvazenesiz, nasipsiz elleriyle de İslam'ı ve Müslümanları tasfiye etmeye çalışıyorlar.
Maalesef bu proje korkunç bir şekilde devam ediyor.
Tuhaf olan şu ki; her iki projeye koşulan elemanların ortak özelliği, Erdoğan düşmanlığı…
Mülâaneci takımın (baştan beri, yani, 2011'den önce de var olan) bu özelliği çoktan deşifre oldu, artık gizlemiyorlar.
Diğerleri hâlâ demode numaralar çekiyorlar. Hele hele, “Erdoğan'dan çok Erdoğancı” şeklindeki şarlatanlıkları yok mu? Daha evvel de “fitne çıkartmayın” diyerek fitne çıkartıyorlardı.
Neyse, biz dönelim mevzuumuza. Ne diyorduk, haa, “ çokluk burası atlandı ” diyorduk.
O halde tekrar edelim; mezkur veda yazısında, “Zaten bu naçizane yazı da veda yazısından önceki yazı / lar mesabesindedir” ifadesine yer vermiştim.
Dikkat isterim: “Veda yazısından önceki yazılar…”
Hemen ardından da şunu ilave etmiştim: “Böyle gitmez. / Ya siz bir ses vereceksiniz ya da ben bir ses bulacağım…”
Henüz o ses geldi mi?
Bekliyorum.
O sesin ne olduğunu bilmesi gerekenler biliyor. Şimdilik daha fazla üzerinde durmak yerine, “ya da ben bir ses bulacağım” ifadesini dilim döndüğünce vuzuha kavuşturmak isterim.
“Ses bulmaktan” muradım, başka bir mecrada kalem oynatmak değildir, kardeşlerim.
Köşe yazarlığını hepten bırakmayı kastetmiştim, sadece gazetemi bırakmayı değil.
Yani susmayı…
Susmak da bir ses bulmaktır çünkü!
Hem de nasıl bir ses! Çığlıktan da öte.
Bütün konuşmalar aslında anlamlı bir sükûta erişmek içindir. Zaten anlamlı sükûttan uzaklaştıkça çok konuşmaya başlarız.
Anlamlı sükût da boş boş susmak değildir elbette.
Boş konuşmak ne kadar gevezelikse, boş susmak da o kadar gevezeliktir.
Nuri Pakdil ustamız, “Çoğu zaman, susmak, konuşmaktan daha kıymetlidir” demişti, “Söz bitebilir, fakat sükût hiç bitmez. Çünkü o, dünyanın en uzun cümlesidir.”
Haksızlık karşısında susmak değildir bu direnişin bir çeşididir.
Gelgelelim, susmaya mahkum olmak kadar konuşmaya mahkum olmak da mahpusluktur.
En zor akledilen mahkumiyet de budur.
Wittgenstein bir defasında şöyle demişti: “Bir insan kilitli olmayan sadece içeriye doğru açılan bir kapıyı sürekli itiyor, bir türlü çekmek aklına gelmiyorsa odada hapis demektir…”
Kardeşlerim, o ses gelmeyecekse, bu “çamur deryasına” mahkum olmanın anlamı yok, dediğim budur.