Saldırıda kuzenini kaybeden gazetecinin en zor yazısı!
Gazeteci İlhan Taşçı, Ankara'daki saldırıda yaralananlara kan vermek için gittiği hastanede kuzeni Şirin Kılıçalp'in de öldüğünü öğrendi.
Gazeteci İlhan Taşcı, saldırıda yaralananlara kan vermek için gittiği hastanede kuzeni Şirin Kılıçalp’in de öldüğünü öğrendi. Taşcı, kuzeninin cenazesini ararken yaşadıklarını kaleme aldı.
Taşçı, 10:04'te meydana gelen patlamada hayatını kaybeden kuzeninin cenazesine 02:30'da ulaştıklarını belirterek, "Adli Tıp Kurumu’nun önünde sabaha kadar analar, babalar, yavrular o haberi bekleyip durdular ayaza aldırmadan. Saatlerce ben gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. 'Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke' demem ondandır" dedi.
İlhan Taşçı'nın Cumhuriyet gazetesinde bugün yayımlanan, "Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke" başlıklı yazısı şöyle:
''Saldırının olduğu yerde dolaşıyorum yerlere bakmamaya çalışarak. Çevredeki arabaların üzerlerinde insan dokuları, parçaları. Polisiye çok olay izledim, çok ceset gördüm, deprem gördüm orada fark ettim ki, ben hiç savaş meydanı görmemişim. Evet evet orası olay yeri değil kanlı bir savaş meydanı…
Sırtımı döndüm meydana Numune Hastanesine doğru yürümeye başladım. Yüz bilemediniz iki yüz metre yürümüştüm ki bir taksici arabasını kenara çekmiş. Mavi bir kovadaki suyla arabasının lastiklerini parlatıyor. Durmadım üstünde.
Az sonra karşımdan bir çift geldi selfi çekiyorlardı. Saçları briyantinli oğlan kendince kıza hava atıyordu “Bi de bomba patlıyor gibi çekelim mi?”
Yokuşu çıktım. Numunenin önünde kan verme sırasını bekliyorum. Tam orada gördüm eski ahbabım Ömür’ü. Kimin yaptığını, niye yaptığını, kaç evin yangın yerine döndüğünü konuşuyoruz.
Ömür “sosyal medyada neler söyleniyor kim bilir” dedi. Merak bu ya ben de cep telefonumdan twitterıma baktım. Gördüğüm ilk mesaj kuzenimin attığı “Halamın kızı Şirin Kılıçalp saldırıda hayatını kaybetti…” oldu.
İşte orası zaman durdu dedikleri yerdi. İşte orası yer kürenin ayaklarınızın altından kayıp sizi bir boşluğa bıraktığı zemindi. İşte orası sizin donakaldığınız andı.
Önlerinden şaşkın şaşkın defalarca gelip geçtiğim birbirlerine sarıla sarıla ağlaşan, ağıtlar yakanlar yengelerim, halalarım, akrabalarımmış.
Halamın koynuna koydum başımı “Senin tanıdıkların vardır, bul benim Şirin’imi. Ben sana kurban olayım göster bana Şirin”i… Gül yüzlümü bul…”
Öldü mü, ölmedi mi bilen yok. Bir tek gören İstanbul’dan birlikte geldiği öğretmen arkadaşı Çiğdem. Onun da gözleri bir boşluğa bakıyor. Ezberlenmişçesine cümleler kuruyor hep aynı sırayla. Zor bela konuşabildik.
“Sen gördün mü Şirin’i?” sorusuna öğretmen Çiğdem’in yanıtı “Patlama oldu, ben sandım ki kafam parçalandı…”
“Sen meydanda Şirin’i gördün mü, durumu nasıldı?”
“Biz havuzun orda oturuyorduk. Sen o havuzu biliyor musun? Biz orda oturuyorduk…”
“Olayı sormuyorum, Şirin’i en son nerde, nasıl gördün?”
“Havuzun orda, Şirin yanımdaydı. Eğitim-Sen kortejinin gelmesini bekliyorduk patladı… İkinci bomba patlamış diyorlar, öyle mi? Ben onu duymadım.”
“Yaşıyor muydu?”
“Çok doktor getirdim. İlki bir şey demeden gitti. Sonraki ölmüş dedi. Bir doktor daha buldum. O da ölmüş dedi. Çantası kaybolmasın diye aldım bende bak şu! Dokunma ama”
“Sonra…”
“Buradayım işte…”
İşte her şey bu diyalogdan sonra başladı. Önce Numune Hastanesi’nin morguna gittik.
Ölümün, ölünün sıradanlaştığı yer.
- Yakınımızın cenazesini arıyoruz.
- Erkek mi, kadın mı?
- Kadın.
- Kaç yaşlarında?
- 33.
- Görseniz tanır mısınız?
- Tanırız.
- Metanetli olanınız gelsin.
Asırlar sürdüğünü sandığınız o dolabın açılıp, rafın çekilmesi kaç saniyedir ki…
Kapak açılırken, raf çekilirken derin bir nefes alıyorsunuz. Sonra bin bir duayla bakıyorsunuz.
İbni Sina Hastanesi’nin morguna geçtik. Görevliyi ara ki bulasın. Biraz bekledik. Gelen giden yok. Orada bekleyenlerden birisi geçin kendiniz bakın dedi. Amcamın oğlu girdi ben kapıdayım.
Bekliyorum.
Çıktı.
“Burada yok!”
Hacettepe, Yüksek İhtisas, Gazi, Dışkapı…
Hiçbirinde yok.
Sevinmeli mi, üzülmeli mi?
Şirin’in abisi de gitti Adli Tıp Kurumu’na döndü geri geldi, almamışlar içeri.
Yok, yok, yok… Hala olayın şokunu yaşayan Çiğdem’in “ölmüştü” demesinden gayri bir tek bilgi yok.
Adli Tıp Kurumuna bu kez biz gideceğiz. Taksi durağına geçtik. Taksiciler tutuştular “Sıra benimdi, senindi” kavgasına.
Dedim gardaşlar etmeyin…
Artık nasıl dedimse taksisi en önde olan diğerine “Tamam lan al senin olsunlar…” dedi.
Biz de onun arabasına doluştuk amca, yeğen, kuzen…
Adli Tıpa geldik ortalık ağıt figan, bekleşenler, ağlaşanlar, içeri girmek için uğraşanlar, yavrusunun ölü mü, diri mi olduğunu anlamak için çırpınanlar.
Aylin Nazlıaka’yı gördüm bahçede. Aradım cebinden amcamın oğluyla aldı bizi içeri.
Bahçede ne yapacağımızı bilmez halde volta atıp durduk.
Ankara Barosu Başkanı Hakan Canduran ve yardımcısı Seçkin Arıkan’ı gördüm.
“Ölenlerin içinde kuzenim var. İçeri girip biz teşhis edelim. Cenazesinin burada olduğunu netleştirelim. Yüzlerce insanımız Numune’nin önünde onları memlekete göndereceğiz. Ama adını koymamız lazım.
Öldü mü, öldüyse cenazesi nerede?”
Halden anlayan adamdır Hakan Canduran, “Girmeyin İlhan Bey. Dayanamazsınız.”
Amcamın oğlu atıldı:
“Ben dayanırım.”
“Azıcık sabredin.”
Azıcık sabır mı?
Taş olsa çatlar insan.
Akşam saat 22:00 olmuş! Olayın üzerinden geçmiş 12 saat. Bizim öğrenmemizden beri 10 saat. Ölen biz, öldürülen biz, cenazesini bulabilmek için çırpınan biz, kapı duvarlara kafasını vuran biz, buz gibi morglarda tanımadık onlarca yüze bakan biz, metanet istenen yine biz. He gülüm he.
Bu saldırıyı kim yapmıştır bilemem! Ama 12 saat boyunca cenazemizin nerede olduğunu bilemeyen/bulamayan devlettir!
Adli Tıp Kurumu’nun bahçesi karanlık. Yan yana park edilmiş cenaze arabaları. Girip çıkan cenaze araçlarının, ambulanslarının farları arada bir aydınlatıyor bahçeyi.
Be mübarekler hiç mi o bahçenin aydınlatılmasına ihtiyaç olmadı. Hiç mi akıl etmediniz gündüzden gecenin orasının nasıl mahşer yerine döneceğini?
Etmemişler.
Birileri ampulleri sıralamaya başladı kablonun ucuna.
Derme çatma iki bloktan birinin ikinci katından saldılar aşağı kabloyu elden elde karşı blokun ikinci katının pencere koluna bağlandı. Öte taraftaki taktı fişi prize. Ortalık aydınlandı.
Otopside kullanılan metal sedyeler, üst üste ceset torbaları, cenaze arabalarından alınan cesetler. Cenaze araçlarına konulan tabutlar.
Savcının birini buldum. “Kuzenimin vücut bütünlüğünde bozulma yok. Yalnızca boynuna şarapnel parçası saplanmış. Tanınmayacak halde değil. Burada olduğunu bilmemiz bize yetecek…”
O da çaresiz kaldı.
Öğrendik ki, her ceset ve parçaları bir torbada. Her torba otopsi sırası geldikçe masaya alınıyor. Ondan önce hiçbir şekilde torbalar açılmıyor.
Bir banka oturduk amca yeğen. Torbaların getirilişini götürülüşünü, otopsiye girenlerin o kıyafetlerle yemek yiyişlerini saatlerce izledik. Yıllar sonra sigarayı yeniden içmekten söz ettiğimde kimdi hatırlamıyorum yanımdaki birisinin “Sigara ne ki, esrar olsa içerim” dediğini duydum.
Saatler ilerledikçe umutsuzluk, öfke, isyan da arttı. Ara ara bahçede kavgalar oldu, sesler yükseldi.
Başsavcılıktan üst düzey bir yetkili geldi makam arabasıyla içeri kadar. Eski tanıdıktır. Gittim yanına anlattım derdimizi. Dinledi dinledi, bir başsağlığı bile dilemeden “İçerde savcılarla avukatlar arasında kavga çıkmış. Onu haber verdiler. Biz onun için geldik.”
Senin de canın sağ olsun!
Oturduk yeniden bir köşedeki banka. Bir ara Aylin Nazlıaka, “Babasına sakinleştirici mi yapsalar” diye sordu.
“Gerek yok” dedim.
Acaba var mıydı, hatırlamıyorum.
CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi bir çay içsem iyi olacağımdan emindi. Önüme koyduğu çayı içmek ağır geldi. Çay ne ki, insan oradaki yaşananları gördükçe aldığı nefesten utanıyor.
Otopsi salonunun girişindeki koşuşturmaca, telaş arttıkça yüreğimin sıkıştığını hissettikçe bahçe kapısına gittim. Karanlığın içinde bahçe kapısına doğru yürürken fark ettim ki girişte bekleyen yüzlerce insanın beni görmesiyle yerlerinde hareketlenmeye başlamaları bir oluyor.
Bir otopsi salonuna bir morga, bir savcıya bir milletvekiline, bir avukatlara bir kapının önünde bekleşenlere gide gele saatler geldi geçti.
Biz Şirin’in cenazesini bulamadık.
Kimliğindeki fotoğrafını çekip çoğaltıp otopsiye girip çıkanlara, savcılara, avukatlara, tanıdıklara tanımadıklara eğer görürseniz telefonla haber edin deyip numaramı verdim.
Şirin’in abisi Hüseyin “Ya senin şarjın biterse. Keşke benim numaramı da verseydin” diye gönül koydu.
Adli Tıpta biz cenazeleri beklerken Keçiören’de havai fişekler patlıyor, gökyüzüne ışıklar saçıyordu.
Gözyaşlarımız içimize içimize akıyordu.
Siz hiç cenazesinin teşhis için çağrılmayı bir “müjde” gibi beklediniz mi!
Bu duyguları yaşatanlara kendi namıma helalimi hoş etmedim diyeyim; gerisini siz anlayın.
Şirin 02:30’da bulundu!
Adli Tıp Kurumu’nun önünde sabaha kadar analar, babalar, yavrular o haberi bekleyip durdular ayaza aldırmadan.
Saatlerce ben gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum.
“Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke” demem ondandır.
Öğretmen, tiyatrocu, gül yüzlü Şirin’in fuları şimdi uçsuz bucaksız Anadolu’nun bağrında şehidi olduğu barış için dalgalanıyor.''
Taşçı, 10:04'te meydana gelen patlamada hayatını kaybeden kuzeninin cenazesine 02:30'da ulaştıklarını belirterek, "Adli Tıp Kurumu’nun önünde sabaha kadar analar, babalar, yavrular o haberi bekleyip durdular ayaza aldırmadan. Saatlerce ben gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. 'Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke' demem ondandır" dedi.
İlhan Taşçı'nın Cumhuriyet gazetesinde bugün yayımlanan, "Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke" başlıklı yazısı şöyle:
''Saldırının olduğu yerde dolaşıyorum yerlere bakmamaya çalışarak. Çevredeki arabaların üzerlerinde insan dokuları, parçaları. Polisiye çok olay izledim, çok ceset gördüm, deprem gördüm orada fark ettim ki, ben hiç savaş meydanı görmemişim. Evet evet orası olay yeri değil kanlı bir savaş meydanı…
Sırtımı döndüm meydana Numune Hastanesine doğru yürümeye başladım. Yüz bilemediniz iki yüz metre yürümüştüm ki bir taksici arabasını kenara çekmiş. Mavi bir kovadaki suyla arabasının lastiklerini parlatıyor. Durmadım üstünde.
Az sonra karşımdan bir çift geldi selfi çekiyorlardı. Saçları briyantinli oğlan kendince kıza hava atıyordu “Bi de bomba patlıyor gibi çekelim mi?”
Yokuşu çıktım. Numunenin önünde kan verme sırasını bekliyorum. Tam orada gördüm eski ahbabım Ömür’ü. Kimin yaptığını, niye yaptığını, kaç evin yangın yerine döndüğünü konuşuyoruz.
Ömür “sosyal medyada neler söyleniyor kim bilir” dedi. Merak bu ya ben de cep telefonumdan twitterıma baktım. Gördüğüm ilk mesaj kuzenimin attığı “Halamın kızı Şirin Kılıçalp saldırıda hayatını kaybetti…” oldu.
İşte orası zaman durdu dedikleri yerdi. İşte orası yer kürenin ayaklarınızın altından kayıp sizi bir boşluğa bıraktığı zemindi. İşte orası sizin donakaldığınız andı.
Önlerinden şaşkın şaşkın defalarca gelip geçtiğim birbirlerine sarıla sarıla ağlaşan, ağıtlar yakanlar yengelerim, halalarım, akrabalarımmış.
Halamın koynuna koydum başımı “Senin tanıdıkların vardır, bul benim Şirin’imi. Ben sana kurban olayım göster bana Şirin”i… Gül yüzlümü bul…”
Öldü mü, ölmedi mi bilen yok. Bir tek gören İstanbul’dan birlikte geldiği öğretmen arkadaşı Çiğdem. Onun da gözleri bir boşluğa bakıyor. Ezberlenmişçesine cümleler kuruyor hep aynı sırayla. Zor bela konuşabildik.
“Sen gördün mü Şirin’i?” sorusuna öğretmen Çiğdem’in yanıtı “Patlama oldu, ben sandım ki kafam parçalandı…”
“Sen meydanda Şirin’i gördün mü, durumu nasıldı?”
“Biz havuzun orda oturuyorduk. Sen o havuzu biliyor musun? Biz orda oturuyorduk…”
“Olayı sormuyorum, Şirin’i en son nerde, nasıl gördün?”
“Havuzun orda, Şirin yanımdaydı. Eğitim-Sen kortejinin gelmesini bekliyorduk patladı… İkinci bomba patlamış diyorlar, öyle mi? Ben onu duymadım.”
“Yaşıyor muydu?”
“Çok doktor getirdim. İlki bir şey demeden gitti. Sonraki ölmüş dedi. Bir doktor daha buldum. O da ölmüş dedi. Çantası kaybolmasın diye aldım bende bak şu! Dokunma ama”
“Sonra…”
“Buradayım işte…”
İşte her şey bu diyalogdan sonra başladı. Önce Numune Hastanesi’nin morguna gittik.
Ölümün, ölünün sıradanlaştığı yer.
- Yakınımızın cenazesini arıyoruz.
- Erkek mi, kadın mı?
- Kadın.
- Kaç yaşlarında?
- 33.
- Görseniz tanır mısınız?
- Tanırız.
- Metanetli olanınız gelsin.
Asırlar sürdüğünü sandığınız o dolabın açılıp, rafın çekilmesi kaç saniyedir ki…
Kapak açılırken, raf çekilirken derin bir nefes alıyorsunuz. Sonra bin bir duayla bakıyorsunuz.
İbni Sina Hastanesi’nin morguna geçtik. Görevliyi ara ki bulasın. Biraz bekledik. Gelen giden yok. Orada bekleyenlerden birisi geçin kendiniz bakın dedi. Amcamın oğlu girdi ben kapıdayım.
Bekliyorum.
Çıktı.
“Burada yok!”
Hacettepe, Yüksek İhtisas, Gazi, Dışkapı…
Hiçbirinde yok.
Sevinmeli mi, üzülmeli mi?
Şirin’in abisi de gitti Adli Tıp Kurumu’na döndü geri geldi, almamışlar içeri.
Yok, yok, yok… Hala olayın şokunu yaşayan Çiğdem’in “ölmüştü” demesinden gayri bir tek bilgi yok.
Adli Tıp Kurumuna bu kez biz gideceğiz. Taksi durağına geçtik. Taksiciler tutuştular “Sıra benimdi, senindi” kavgasına.
Dedim gardaşlar etmeyin…
Artık nasıl dedimse taksisi en önde olan diğerine “Tamam lan al senin olsunlar…” dedi.
Biz de onun arabasına doluştuk amca, yeğen, kuzen…
Adli Tıpa geldik ortalık ağıt figan, bekleşenler, ağlaşanlar, içeri girmek için uğraşanlar, yavrusunun ölü mü, diri mi olduğunu anlamak için çırpınanlar.
Aylin Nazlıaka’yı gördüm bahçede. Aradım cebinden amcamın oğluyla aldı bizi içeri.
Bahçede ne yapacağımızı bilmez halde volta atıp durduk.
Ankara Barosu Başkanı Hakan Canduran ve yardımcısı Seçkin Arıkan’ı gördüm.
“Ölenlerin içinde kuzenim var. İçeri girip biz teşhis edelim. Cenazesinin burada olduğunu netleştirelim. Yüzlerce insanımız Numune’nin önünde onları memlekete göndereceğiz. Ama adını koymamız lazım.
Öldü mü, öldüyse cenazesi nerede?”
Halden anlayan adamdır Hakan Canduran, “Girmeyin İlhan Bey. Dayanamazsınız.”
Amcamın oğlu atıldı:
“Ben dayanırım.”
“Azıcık sabredin.”
Azıcık sabır mı?
Taş olsa çatlar insan.
Akşam saat 22:00 olmuş! Olayın üzerinden geçmiş 12 saat. Bizim öğrenmemizden beri 10 saat. Ölen biz, öldürülen biz, cenazesini bulabilmek için çırpınan biz, kapı duvarlara kafasını vuran biz, buz gibi morglarda tanımadık onlarca yüze bakan biz, metanet istenen yine biz. He gülüm he.
Bu saldırıyı kim yapmıştır bilemem! Ama 12 saat boyunca cenazemizin nerede olduğunu bilemeyen/bulamayan devlettir!
Adli Tıp Kurumu’nun bahçesi karanlık. Yan yana park edilmiş cenaze arabaları. Girip çıkan cenaze araçlarının, ambulanslarının farları arada bir aydınlatıyor bahçeyi.
Be mübarekler hiç mi o bahçenin aydınlatılmasına ihtiyaç olmadı. Hiç mi akıl etmediniz gündüzden gecenin orasının nasıl mahşer yerine döneceğini?
Etmemişler.
Birileri ampulleri sıralamaya başladı kablonun ucuna.
Derme çatma iki bloktan birinin ikinci katından saldılar aşağı kabloyu elden elde karşı blokun ikinci katının pencere koluna bağlandı. Öte taraftaki taktı fişi prize. Ortalık aydınlandı.
Otopside kullanılan metal sedyeler, üst üste ceset torbaları, cenaze arabalarından alınan cesetler. Cenaze araçlarına konulan tabutlar.
Savcının birini buldum. “Kuzenimin vücut bütünlüğünde bozulma yok. Yalnızca boynuna şarapnel parçası saplanmış. Tanınmayacak halde değil. Burada olduğunu bilmemiz bize yetecek…”
O da çaresiz kaldı.
Öğrendik ki, her ceset ve parçaları bir torbada. Her torba otopsi sırası geldikçe masaya alınıyor. Ondan önce hiçbir şekilde torbalar açılmıyor.
Bir banka oturduk amca yeğen. Torbaların getirilişini götürülüşünü, otopsiye girenlerin o kıyafetlerle yemek yiyişlerini saatlerce izledik. Yıllar sonra sigarayı yeniden içmekten söz ettiğimde kimdi hatırlamıyorum yanımdaki birisinin “Sigara ne ki, esrar olsa içerim” dediğini duydum.
Saatler ilerledikçe umutsuzluk, öfke, isyan da arttı. Ara ara bahçede kavgalar oldu, sesler yükseldi.
Başsavcılıktan üst düzey bir yetkili geldi makam arabasıyla içeri kadar. Eski tanıdıktır. Gittim yanına anlattım derdimizi. Dinledi dinledi, bir başsağlığı bile dilemeden “İçerde savcılarla avukatlar arasında kavga çıkmış. Onu haber verdiler. Biz onun için geldik.”
Senin de canın sağ olsun!
Oturduk yeniden bir köşedeki banka. Bir ara Aylin Nazlıaka, “Babasına sakinleştirici mi yapsalar” diye sordu.
“Gerek yok” dedim.
Acaba var mıydı, hatırlamıyorum.
CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi bir çay içsem iyi olacağımdan emindi. Önüme koyduğu çayı içmek ağır geldi. Çay ne ki, insan oradaki yaşananları gördükçe aldığı nefesten utanıyor.
Otopsi salonunun girişindeki koşuşturmaca, telaş arttıkça yüreğimin sıkıştığını hissettikçe bahçe kapısına gittim. Karanlığın içinde bahçe kapısına doğru yürürken fark ettim ki girişte bekleyen yüzlerce insanın beni görmesiyle yerlerinde hareketlenmeye başlamaları bir oluyor.
Bir otopsi salonuna bir morga, bir savcıya bir milletvekiline, bir avukatlara bir kapının önünde bekleşenlere gide gele saatler geldi geçti.
Biz Şirin’in cenazesini bulamadık.
Kimliğindeki fotoğrafını çekip çoğaltıp otopsiye girip çıkanlara, savcılara, avukatlara, tanıdıklara tanımadıklara eğer görürseniz telefonla haber edin deyip numaramı verdim.
Şirin’in abisi Hüseyin “Ya senin şarjın biterse. Keşke benim numaramı da verseydin” diye gönül koydu.
Adli Tıpta biz cenazeleri beklerken Keçiören’de havai fişekler patlıyor, gökyüzüne ışıklar saçıyordu.
Gözyaşlarımız içimize içimize akıyordu.
Siz hiç cenazesinin teşhis için çağrılmayı bir “müjde” gibi beklediniz mi!
Bu duyguları yaşatanlara kendi namıma helalimi hoş etmedim diyeyim; gerisini siz anlayın.
Şirin 02:30’da bulundu!
Adli Tıp Kurumu’nun önünde sabaha kadar analar, babalar, yavrular o haberi bekleyip durdular ayaza aldırmadan.
Saatlerce ben gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum.
“Cenazesini bulabilenin sevindiği ülke” demem ondandır.
Öğretmen, tiyatrocu, gül yüzlü Şirin’in fuları şimdi uçsuz bucaksız Anadolu’nun bağrında şehidi olduğu barış için dalgalanıyor.''