Rock yıldızı Teoman: Aslında Bülent Arınç niye rahatsız biliyor musunuz?
2011 yılında müziğe veda ettiğini açıklayan, ancak hayranlarından ayrılığa bir sene dayanabilerek 2012’de tekrar sahnelere dönen Teoman, Cumhuriyet'ten Ceren Çıplak'a konuştu.
Rock yıldızı Teoman, Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma ve iktidarın politikalarına ilişkin olarak, “Türkiye iyice zıvanadan çıkmış durumda. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir sürü saçmalık yapıldı, güneş-dil’ler, milli tarih yazımı vs. Şimdi de muhafazakârların saçmalama sırası mı?” sorusunu yöneltti. “Yeni Osmanlılık imkânsız ve boş bir hayal” görüşünde olan Teoman, “Recep Tayyip Erdoğan’ın halife olma ihtimali, Hollywood’a gidip Brad Pitt’ten daha ünlü bir aktör olma ihtimalinden daha düşük” diye konuştu. AKP kurucularından Bülent Arınç’ın son dönemde hükümete ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik eleştirilerini hatırlatan Teoman, “Aslında Bülent Arınç niye rahatsız biliyor musunuz? Ömrünü verdiği onurlu davasının kendini kepaze edişine tanıklık ediyor diye. O bile olanlardan tiksiniyor. Erdoğan’ın en büyük eksiği iyi bir arkadaşı olmaması. Ona kendisiyle ilgili gerçekleri söylerdi…” ifadelerini kullandı.
2011 yılında müziğe veda ettiğini açıklayan, ancak hayranlarından ayrılığa bir sene dayanabilerek 2012’de tekrar sahnelere dönen Teoman, “Hepimiz özümüzde doğamız gereği biseksüeliz, teorisi, gay’lerin heteroları yatağa atmak için pek sevdikleri bir teori. Gay’leri üzmek istemem ama bu bir palavra” görüşünü dile getirdi. “Yine de toplumda göründüğünden daha çok gay ve biseksüel olduğuna inanıyorum” diyen Teoman, “Gizlemek zorunda kalıyorlar birtakım anlaşılabilir nedenlerle” vurgusunu yaptı.
Cumhuriyet’ten Ceren Çıplak’ın sorularını yanıtlayan (19 Haziran 2016) Teoman’ın açıklamaları şöyle:
* Son dönem röportajlarınızda sanki tek bir film var o filmi izlemiş o heyecanı yaşamış ve ikinci kez izlemek istemiyor gibi bir ruh haliniz var. Başka seanslarda başka salonlarda başka filmler de var. “Hayatın ne olduğunu biliyorum ve neler hissedeceğimi...” diyorsunuz. Ne zaman neler hissedeceğimizi bilmek mümkün mü? İnsan yaşadıkça gördükçe değişip dönüştükçe hissettikleri de farklılaşmaz mı? Bir apartmanın bodrum giriş katıyla çatısının terasının manzaralarının farklı olması gibi... Zamanla kat çıktıkça manzaramız, hissiyatımız farklılaşmaz mı?
Başka bir taraftan açıklamaya çalışayım; şu sıralar ortaya çıkan, kendi müziğini yapan, popüler müzik alternatifi genç müzisyenlerden birçok beğendiğim isim var ve onların neler hissettiğini, yaptıkları işe nasıl asıldıklarını, inandıklarını tahmin ediyorum, biliyorum. Biliyorum, çünkü zamanında ben de onlar gibiydim. Kariyerin ilk başlarında ilk albümünüzü elinize aldığınızda inanamazsınız, yıllardır hayalini kurduğunuz şey gerçekleşiyordur. Her an bir şeyler üretmek için çalışır kafanız. Kariyerinizin büyümesine birinci elden tanık olursunuz, çok iyi hissedersiniz ama yıllar geçer ve dünyanın rengi solar. İlk albümüm çıktığında Bodrum sokaklarında dolaşıyordum, küçük bir barın yanından geçerken kendi şarkımı duydum. 3-5 kız da şarkıma bağıra çağıra eşlik ediyorlardı. Tüylerim diken diken oldu. İşte o duyguyu özlüyorum. Bana bu saatten sonra 10 tane Grammy verseniz neye yarar ki?
* Röportajlarınızda bir de sıkıntı vurgusu çok. Partide sıkılanlardan mısınız?
Eskiden de canım sıkılırdı ama beni oyalayan, ilgimi çeken çok daha fazla şey vardı. Ayrıca sanatı çok kutsal bir şeymiş gibi gören biriydim, edebiyattan, sinemadan, müzikten çok büyük tatmin alırdım. Bana bir sürü hayal kurdururlar, düşündürürlerdi. Şimdi o eski can sıkıntısı zamanları daha da uzadı. Birçok şeye ilgimi yitirdim. Kırk yılda bir roman okuyorum, bu dijital çağda her film elimin altında ama eskiden olduğu gibi ağzımın suyu akarak seyrettiğim çok az film var. Yeni çıkan romanlar da beni heyecanlandırmıyor eskisi gibi. Sadece eski şarkılarımı söyleyerek istediğim kadar uzatabileceğim başarılı bir kariyerim var. Ama hedefim yok, bu da hayatı sıkıcılaştırıyor.
* “Daha kaç vücut gerek seni unutmama...” Şarkı sözlerinizde bolca erotizm var, vücut var. Peki, o vücutlar hep kadın vücudu mu? Hiç erkek vücudu ve ruhu sizi çekmedi mi? Sizce cinsel kimliklerimiz öğrenilen, öğretilen bir şey mi? Hepimiz özümüzde doğamız gereği biseksüel miyiz?
Benim aklımdakiler kadın vücudu.
“Hepimiz özümüzde doğamız gereği biseksüeliz” teorisi, gay’lerin heteroları yatağa atmak için pek sevdikleri bir teori. Gay’leri üzmek istemem ama bu bir palavra. Yine de toplumda göründüğünden daha çok gay ve biseksüel olduğuna inanıyorum, gizlemek zorunda kalıyorlar birtakım anlaşılabilir nedenlerle.
Şarkılarda erotizmi kullanmamın çok önemli bir nedeni var. Bir şarkı yazarı bence stil olarak kendini anlatmayı seçiyorsa, hayatındaki önemli konulara değinmeli. Cinsellik gibi insan hayatının en önemli olgularından birini dışarıda tutarsanız, anlatıcılığınız eksik kalır, herkesin aklı fikri ondayken.
* Peki, sevişmek için aşka gerek yoksa bir nedene gerek var mı? ABD’li yazar Nora Ephron “Kadınların sevişmek için bir nedene ihtiyacı vardır, erkeklerin ise bir yere” diyor.
Bilmiyorum, kadınların neler hissettiğini tahmin etmek zor. erotizm çok açıklanabilir bir şey değil, herkeste de değişik işliyor. Bir erkek arkadaşım bakımsız kadınlardan tahrik oluyor, bir kadın arkadaşım da hanzoları salon erkeğinden daha çekici buluyor. Herkesin nedeni ayrı.
* Aşk konuşuyoruz da şehvet, erotizm, cinsellik neden konuşamıyoruz? Neden şarkılarımızda artık daha az yer buluyor?
Ben şarkı sözlerini incelediğim amatörlük dönemlerimde Leonard Cohen’in “Paper Thin Hotel” şarkısında çok açık erotik anlatımlara rastgelmiştim. Yine Cohen’in “Chelsea Hotel No:2” şarkısında Janis Joplin’le sevişmelerini, detaylıca öğrenmiştim. Halbuki popüler Türkçe şarkılarda erotizm “Ayşecik ve yavrukurt” kıvamındaydı. Oysa, türkülerde cinsellik yüzyıllardır var. Türkiye kendi kültürünü bile budayıp, ehlileştiriyor. Nasrettin Hoca’ya da aynısını yaptılar. Ehlileştirip onu kendileri gibi sıkıcı bir adam haline getirdiler. Gerçek Nasrettin Hoca ağzına geleni söyleyen, adlı adınca dile getiren biri, o yüzden de komik zaten.
* “Şişeleri açarım, alkole koşarım, bu bomboş dünyada bir mana ararım”. Bir mana bulabildiniz mi? Biraz bira biraz şarap içtikten sonra yani biraz daha cesaretlendiğinizde ne görüyorsunuz hayatın manasına dair?
Hayatımın geri kalanını en ince ayrıntısına kadar planladım, ne istediğimi, nelerden zevk aldığımı biliyorum. Hayatın kendisi, bu yaptığım planları pek bozmazsa manalı bir hayat yaşamış olacağım inşallah. Eskiden olduğu gibi maceralı, riskli işlere girmek istemiyorum, planlı gitmeye çalışacağım.
* Bir parçanızda “Gökdelenlerden tükürdüm dünyaya” diyorsunuz ve ben bu cümleden sonra hep bir gökdelenin en tepesine çıkıp dünyaya hem sembolik hem de gerçekten tükürmek istemişimdir... Siz hâlâ gökdelenlerden dünyaya tükürmek istiyor musunuz?
Ben büyürken kendimi gerçekleştirirken dünyadaki birçok şeyi de eleştirirdim kafamda. Dünyanın tüm sistemi ahlaksızlık üzerine kurulmuştu, insanlar sahtekârdı ve her yerde güçlüler, güçsüzleri eziyor diye düşünürdüm. Neredeyse herkesi de ahlaki prensiplerden ve inceliklerden yoksun, kaba bulurdum. “Gökdelenlerden tükürdüm dünyaya” o tiksintinin ifadesi. Hâlâ aynı şekilde görüyorum dünyayı gerçi ama eski kızgınlığım yok artık. İnsanlara daha şefkatle yaklaşıyorum.
* Sevmeden sevişmekle severek sevişme arasında nasıl bir uçurum var?
Zevk açısından pek bir fark yok. Sevmeden sevişmek de gayet zevkli bir şey, aşka gerek yok.
Benim şarkıda yazdığım şeyde küçük bir fark var. “Her zaman kolay değil sevmeden sevişmek” derken, bazen hissettiğim bir duygu yüzünden yazdım o sözleri. Eski karımla sevgiliyken sık sık ayrılırdık, uzun süre ayrı kaldığımız da olurdu, her seferinde pişman olurdum, onu çok özlerdim, aklımda hep o olurdu ama başka kadınlarla da birlikte olurdum. Aşk acımın arttığı zamanlarda çok rahatsızlık verirdi o olay. Başka yerlerde de anlattım bunu; mesela “Kim” şarkımda, “birbirimizi düşünüp, başkalarıyla sevişirken” olarak.
*“Bana öyle bakma anlayacaklar” diye yasak aşka dair bir parçanız var. Yasak aşkı cazip kılan gizli kapaklı risk ve heyacan derler, asıl heyecanlı, riskli ve zor olan göz önündeki ilişki değil midir?
Bence bildiğimiz anlamdaki ilişki sıkıcı. Lisede, üniversitede filan güzel, biraz çocukça bir stille aşk yaşıyorsunuz. Bir de ilişki insanı riyakâr yapıyor. Karşınızdakinin beğeneceği şeyleri yapıyorsunuz, kendi istediklerinizi değil. Bazı gizlilikler yaşamak ya da uzlaşmak zorunda kalıyorsunuz. İlla ilişki diyorsanız, mesafeli ilişkiler bence daha doğru.
* ‘Gündüz Tarifesi’ şarkınızdan referans alarak hayat tarifenizde ne yazıyor? Borcunuz nedir?
Daha alacağım var.
* Ekşi Sözlük’te Şebnem Ferah-Teoman evliliği diye bir başlık var. Sahi siz hep yakıştırılan isimler oldunuz. Şebnem Ferah’a âşık oldunuz mu hiç? Yoksa hep arkadaş mıydınız?
Ben çok bayılıyorum bu Teo-Şebo meselesine. Biz neredeyse 30 sene önce küçücük, acemice konserlerde rock star olma hayallerindeki minicik çocuklardık. Hatta onu ilk gördüğüm konserde Şebo’nun yaşı o kadar küçüktü ki ama o zaman bile çok etkilenmiştik hepimiz bu küçücük kızdan. Şimdi hayallerini gerçekleştirdiğini, hemen herkes tarafından beğenildiğini, sayıldığını, takdir edildiğini, başarılı ve olgun bir kariyeri olduğunu görmek beni çok gururlandırıyor.
Beyoğlu’nda iki sokak kedisi olduğundan bahsettiler birkaç yıl önce. Adları Şebo ile Teo’ymuş. O da çok hoşuma gitti, çok yakışmış Beyoğlu sokak kedilerine isimlerimiz.
Şebnem ile her zaman arkadaştık ama arada bir konuşuyoruz, ileride çok yaşlanınca evlenir birbirimize bakarız diye!
*Ne kadar “Hayalperest”siniz? Bunun üzerine şarkı yazdığınıza göre...
Çok hayalperest biriyim, her zaman da öyleydim.
“Hayalperest” şarkımı yazarken iki şey vardı aklımda. Birincisi, o sıralarda artık çok meşhur olmuştum, tanıştığım küçük küçük kızlar benimle ilgili romantik hayaller kuruyorlardı, içlerinden bir tanesinden de çok hoşlanıyordum fakat ben ilişki yaşamak için bayağı yanlış biriydim. “Çok gençsin, çok gerçeksin, bu yüzden çok güzelsin” sözlerini o güzel, hayalperest kızlar için yazdım, özellikle bir tanesini düşünerek. Bir de küçükken, hep beğenilecek biri olmanın hayalini kurardım. İnsanın, kendini var etme çabası ve o konudaki hayalleri çok hüzünlü geliyor artık bana. “Hayalperest”i yazdığımda, o zamanki duygularımı da hatırladım.
*Ben de “Hataperest” diye bir şarkı yazmak istiyorum. Bazen öyle hatalarım oluyor ki hata ama ne muhteşem bir hata da diyebiliyorum. Sizin muhteşem hatalarınız var mı?
Üniversiteye ilk girdiğimde İstanbul Üniversitesi İşletmeyi kazandım. Okulların ilk günü Boğaziçi Üniversitesi’ne gezmeye gittim. Allahım, her taraf güzel kızlarla, güzel binalarla doluydu! Okulu bıraktım, ders çalıştım, Boğaziçi’ne girdim. Rasyonel bir davranış değil belki bu birçok kişiye göre ama bence muhteşem bir hata.
Çok eğlendim sonra hep, bir sene sonra da zaten rock yıldızı oldum kendi çapımda.
Hayatım boyunca, alternatiflerin bol olduğu durumlarda, hep en eğlenceli alternatifi seçmiş birisiyim. Bu da beni bayağı hatalı biri haline getirdi. Ama ben bayılıyorum bu hata yapma meselesine. En güzel anılarımı ve eğlenceyi, abuk sabuk şeyler yaparken kendi başıma dert açmışken yaşadım. Genelde bir plan yaparım, ama yol üzerinde eğlenceli bir şeylere rastgelirsem yön değiştiririm.
*Aşk bir ego mudur? Aşk fikrine âşık olup aslında kendine âşık olanlardan mısınız yoksa gerçekten bir insanın ruhuna, zekâsına ve vücuduna mı âşık olursunuz?
Eskiden âşık olduğumda filan, hiç mutlu olmazdım bir taraftan da. Çıkacak problemleri bilirdim, zamparaydım, çok yakında büyük dertlerle, kavgalarla uğraşacak olurdum. İşte o haldeyken yine de bir kadına çok çekiliyorsanız, onunla bir birliktelik hayali kuruyorsanız filan, aşk sayılabilir bu bence. Ama insanlarda şunu gözlemliyorum; bir ilişki istiyorlar, standartlarını düşürüyorlar, değiştiriyorlar, sonuçta birine razı oluyorlar. Bana güzel gelmiyor bu. Dünyada sadece en fazla birlikte olmak istediğin kişiyle olmalısın bence ya da yalnız olmalısın. Önce birini seçip, sonra ona âşık olma havasına girmek pek berbat bir şey.
‘Erdoğan’ın en büyük eksiği iyi bir arkadaşı olmaması. Ona kendisiyle ilgili gerçekleri söylerdi...’
* Bugünkü Türkiye gündemi malum... O yüzden “Sus Konuşma” yerine bugün “Susma Konuş” diyebilir miyiz? Ülkede olan biteni nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir gökdelenin tepesinden Türkiye’ye baksanız ne görürsünüz?
Türkiye iyice zıvanadan çıkmış bir yer. Nuray Mert’in bir yazısı “Berbat iktidar, berbat muhalefet” diye bir başlıkla çıktı. Aynen katılıyorum. Üniversitedeki ilk yıllarımdan itibaren İslamcı tabir edilen öğrencilerle ilişkim olmuştu, beni sever, bazı toplantılarına filan çağırırlardı. Mert, dürüst, ahlaklı çocuklardı, çok saygı duyardım onlara. Ayrıca, muhafazakârların hakir görülmesi oldum olası beni rahatsız ederdi, ahlaksızca bulurdum. Herkesin mutlu olabileceği bir Türkiye olabilirdi, uzlaşmazsak hiçbir zaman huzur gelmeyecekti bu ülkeye. Bir de şimdi kendini İslamcı/muhafazakâr sayan bloğa bakın. Aslında Bülent Arınç niye rahatsız biliyor musunuz? Ömrünü verdiği onurlu davasının kendini kepaze edişine tanıklık ediyor diye. O bile olanlardan tiksiniyor.
* Liseliler ‘yandaş değil çağdaş idare’, çağdaş eğitim için art arda bildiriler yayımlamaya başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nin diploma töreninde okul müdürü konuşurken tüm öğrencilerin sırtlarını dönerek protesto etmelerinin fotoğrafını görünce ne hissettiniz?
Mutlu olmadım, bana büyük bir problemi hatırlattı. Türkiye’de eğitim halihazırda berbat durumda. Sınav sonuçlarına baktığımızda ortaokul ya da lise sınavlarında öğrencilerin başarı ortalamaları yerlerde sürünüyor. Fen bilimlerinde dünya sonuncularıyla yarışıyoruz. Bunlara bir de bütün okulların imam hatipleştirilmesi eklendi. Sünni İslam bütün çocuklara dayatılmaya çalışılıyor. Bunun ahlaken çok yanlış olduğu çok açıkken hem de. Devlet dini eğitim almak isteyen vatandaşlarına bunu tabii ki sunmalı ama bu zorlama hangi mantığa sığıyor? Şimdi de müfredatın değişmesinden bahsediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir sürü saçmalık yapıldı, güneş-dil’ler, milli tarih yazımı vs. Şimdi de muhafazakârların saçmalama sırası mı? Nasıl bir tarih uyduracağız acaba kendimize bu sefer? Baştarihçimiz Kadir Mısıroğlu mu olacak? Çocuklarımızı kindar yetiştirelim diye, nefret duygusunu mu körükleyeceğiz? Yeni Osmanlılık imkânsız ve boş bir hayal değil mi? Recep Tayyip Erdoğan’ın halife olma ihtimali, Hollywood’a gidip Brad Pitt’ten daha ünlü bir aktör olma ihtimalinden daha düşük.
Lise öğrencilerinin başkaldırmasını önemsiyorum, haklılar. Trigonometri öğrenmek isteyen çocuklara, zorla Hz. Ebubekir’in hayatını öğretemezsiniz.
*Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yine ses getiren bir demece imza attı. “Anneliği reddeden kadın eksiktir, yarımdır” dedi. “Yarım kadın” demeci size neler düşündürdü?
Binali Yıldırım’ın bir fotoğrafı var; iki tane upuzun masa yan yana. Birinde Binali Yıldırım bir sürü erkekle beraber oturuyor, diğer masada karısı tek başına yemek yiyor. İşte AKP’nin ve ait olduğu kültürün kadına bakışı. Erkekler iş yapar, yaşarlar, kadınlar da onların arkasını toplar, ayak işlerini yaparlar, erkeklerle eşit değillerdir. Geçmiş yüzyıllardan miras kalan gelişmemiş muhafazakâr anlayış kadını kendi başına bir varlık olarak görmüyor. Hatta eğer bir erkeğin yanında değilse ya da çocuk -elbette ki erkek çocuk- üretmezse işlevi bile olmadığını düşünüyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok, kuzenim, Bedia ablama kızım olduğunu söylemiştim telefonda. “Olsun” dedi “Kızı veren Allah, oğlanı da verir inşallah!” Ben de güldüm tabii. Neyse, dünyadaki her konuda, her şeyi bilen Erdoğan bu konudaki fikrini de söylemiş işte. Hiç şaşırmadım. Erdoğan’ın en büyük eksiği iyi bir arkadaşı olmaması. Ona kendisiyle ilgili gerçekleri söylerdi...
* Şarkıları yazma sürecine dair anlar ya da yöntemlerinize dair paylaşabileceğiniz bir şeyler var mı?
Bir çok yöntemim var. Bir örneği anlatayım. Küçüklükten beri aklımda kalan bir şey var, çok etkilenmiştim o zamanlar; Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanında güle oynaya savaşa giden çocuklar gerçeklerle karşılaşırlar. Romanın bir yerinde bir asker vurulduğunda karnından sarkan bağırsaklarını içeri, geri koymaya çalışır. “Çoban Yıldızı” şarkısına başlamıştım, konu belli olmuştu. Sonra aklıma romanın film uyarlaması geldi. Çok güzel siyah beyaz bir tonu vardı. Şarkıyı yazdıktan sonra klibini o stilde yapmaya karar verdim.
Sonradan klibe yazdığım senaryo, sözler, “batı cehpesi…” vs. içiçe geçti. “Çoban Yıldızı” şarkısını yaptım ve klibini çektim. Şarkıyı can çekişen bir asker söylüyordu. Bir de 90’larda çok dinlediğim bir Tom Waits şarkısı vardı. Hayatında hiç okyanusu görmemiş bir kızdan bahsediyordu, çok hüzünleniyordum dinlerken. Benzer bir duyguyu askere yükleyip, aşık olmadan, sevişmeden ölmek istemeyen ağır yaralı bir askerin şarkısını yazdım. Kendisi önce bir düşman askerini öldürüyor, vicdan azabı çekiyor, en sonunda o da vuruluyordu. Zaten Türk - Kürt savaşı da beni üzer kendimi bildim bileli, şarkı-klip ona da referans verir diye düşündüm. Estetik olarak da 1930 yılında çekilen filmi baz alıp, klibi çektim. Çok çalıştım klip için de, storyboardlar filan yaptım. işte benim en zevk aldığım şekil, bu çalışma şekli ama elime gitarı alıp aklıma esen şeyleri söyleyip 5 dakikada da yazdığım, gayet başarılı şarkılarım var.
Kaybedenlerden mi?
*Sosyal medya hesaplarımız en çok mutlu pozlarla dolu... Kimse #sıçtık, #bittim, #paramparça modunda değil. Hep başkalarına mutlu ve güçlü gözükme yalanı içinde giderek kendi içimizde daha mı yalnızlaşıyoruz?
Bir laf vardı, “hayatınızı değiştirmenize gerek yok, facebook fotolarınızı değiştirin yeter” babında. Sosyal medya bana o kadar çok şey öğretti ki insana dair. Sosyal medya meselesi dünyanın delirmesini çok hızlandırdı, kanıtladı. Ayrıca benim yaşımda biriyle de 15 yaşındaki birinin arasında sanki 10 jenerasyonluk bir açıklık oluşturdu. Bence beklenenin tam tersi bir yere doğru gitti sosyal medya etkisi, iletişimin imkansız olduğu bir andayız artık. İnsanlar sosyal medya hesaplarını düzenlerken, bir markanın reklamcısı gibi düşünüyorlar. Zaten hızla da ilgimizi yitiriyor, unutuyoruz. Mesela, YouTube’da şarkıların dinlenme süre ortalaması 30 saniyeymiş.
* “Kayıp bir bavul gibiyim havalanında ya da boş bir yüzme havuzu sohbaharda, çok mu ayıp hala mutluluk istemek neyse zaten hiç halim yok” Mutluluk istemek çok mu ayıp? Neden “beni sev” diyebilme cesaretini gösteren genelde kaybeden olur? Siz kaybedenlerden misiniz?
“Paramparça” şarkımın kahramanını sevgi arayan biri olarak çizmedim. Birçok ilişki yaşamış olduğu belli anlatımdan. Benim adamım ilişkilerde problem çıkaran, sevgililerini üzmüş biri. Sevdiği bütün kadınlarda kötü izler bıraktığı için pişman, zaten o yüzden sarhoş olup onların hepsini arıyor özür dilemek için. Soruya geri dönecek olursak, ben kaybeden değilim. Sağolsunlar, bir çok kişi beni çok güzel sevdi, seviyor.
2011 yılında müziğe veda ettiğini açıklayan, ancak hayranlarından ayrılığa bir sene dayanabilerek 2012’de tekrar sahnelere dönen Teoman, “Hepimiz özümüzde doğamız gereği biseksüeliz, teorisi, gay’lerin heteroları yatağa atmak için pek sevdikleri bir teori. Gay’leri üzmek istemem ama bu bir palavra” görüşünü dile getirdi. “Yine de toplumda göründüğünden daha çok gay ve biseksüel olduğuna inanıyorum” diyen Teoman, “Gizlemek zorunda kalıyorlar birtakım anlaşılabilir nedenlerle” vurgusunu yaptı.
Cumhuriyet’ten Ceren Çıplak’ın sorularını yanıtlayan (19 Haziran 2016) Teoman’ın açıklamaları şöyle:
* Son dönem röportajlarınızda sanki tek bir film var o filmi izlemiş o heyecanı yaşamış ve ikinci kez izlemek istemiyor gibi bir ruh haliniz var. Başka seanslarda başka salonlarda başka filmler de var. “Hayatın ne olduğunu biliyorum ve neler hissedeceğimi...” diyorsunuz. Ne zaman neler hissedeceğimizi bilmek mümkün mü? İnsan yaşadıkça gördükçe değişip dönüştükçe hissettikleri de farklılaşmaz mı? Bir apartmanın bodrum giriş katıyla çatısının terasının manzaralarının farklı olması gibi... Zamanla kat çıktıkça manzaramız, hissiyatımız farklılaşmaz mı?
Başka bir taraftan açıklamaya çalışayım; şu sıralar ortaya çıkan, kendi müziğini yapan, popüler müzik alternatifi genç müzisyenlerden birçok beğendiğim isim var ve onların neler hissettiğini, yaptıkları işe nasıl asıldıklarını, inandıklarını tahmin ediyorum, biliyorum. Biliyorum, çünkü zamanında ben de onlar gibiydim. Kariyerin ilk başlarında ilk albümünüzü elinize aldığınızda inanamazsınız, yıllardır hayalini kurduğunuz şey gerçekleşiyordur. Her an bir şeyler üretmek için çalışır kafanız. Kariyerinizin büyümesine birinci elden tanık olursunuz, çok iyi hissedersiniz ama yıllar geçer ve dünyanın rengi solar. İlk albümüm çıktığında Bodrum sokaklarında dolaşıyordum, küçük bir barın yanından geçerken kendi şarkımı duydum. 3-5 kız da şarkıma bağıra çağıra eşlik ediyorlardı. Tüylerim diken diken oldu. İşte o duyguyu özlüyorum. Bana bu saatten sonra 10 tane Grammy verseniz neye yarar ki?
* Röportajlarınızda bir de sıkıntı vurgusu çok. Partide sıkılanlardan mısınız?
Eskiden de canım sıkılırdı ama beni oyalayan, ilgimi çeken çok daha fazla şey vardı. Ayrıca sanatı çok kutsal bir şeymiş gibi gören biriydim, edebiyattan, sinemadan, müzikten çok büyük tatmin alırdım. Bana bir sürü hayal kurdururlar, düşündürürlerdi. Şimdi o eski can sıkıntısı zamanları daha da uzadı. Birçok şeye ilgimi yitirdim. Kırk yılda bir roman okuyorum, bu dijital çağda her film elimin altında ama eskiden olduğu gibi ağzımın suyu akarak seyrettiğim çok az film var. Yeni çıkan romanlar da beni heyecanlandırmıyor eskisi gibi. Sadece eski şarkılarımı söyleyerek istediğim kadar uzatabileceğim başarılı bir kariyerim var. Ama hedefim yok, bu da hayatı sıkıcılaştırıyor.
* “Daha kaç vücut gerek seni unutmama...” Şarkı sözlerinizde bolca erotizm var, vücut var. Peki, o vücutlar hep kadın vücudu mu? Hiç erkek vücudu ve ruhu sizi çekmedi mi? Sizce cinsel kimliklerimiz öğrenilen, öğretilen bir şey mi? Hepimiz özümüzde doğamız gereği biseksüel miyiz?
Benim aklımdakiler kadın vücudu.
“Hepimiz özümüzde doğamız gereği biseksüeliz” teorisi, gay’lerin heteroları yatağa atmak için pek sevdikleri bir teori. Gay’leri üzmek istemem ama bu bir palavra. Yine de toplumda göründüğünden daha çok gay ve biseksüel olduğuna inanıyorum, gizlemek zorunda kalıyorlar birtakım anlaşılabilir nedenlerle.
Şarkılarda erotizmi kullanmamın çok önemli bir nedeni var. Bir şarkı yazarı bence stil olarak kendini anlatmayı seçiyorsa, hayatındaki önemli konulara değinmeli. Cinsellik gibi insan hayatının en önemli olgularından birini dışarıda tutarsanız, anlatıcılığınız eksik kalır, herkesin aklı fikri ondayken.
* Peki, sevişmek için aşka gerek yoksa bir nedene gerek var mı? ABD’li yazar Nora Ephron “Kadınların sevişmek için bir nedene ihtiyacı vardır, erkeklerin ise bir yere” diyor.
Bilmiyorum, kadınların neler hissettiğini tahmin etmek zor. erotizm çok açıklanabilir bir şey değil, herkeste de değişik işliyor. Bir erkek arkadaşım bakımsız kadınlardan tahrik oluyor, bir kadın arkadaşım da hanzoları salon erkeğinden daha çekici buluyor. Herkesin nedeni ayrı.
* Aşk konuşuyoruz da şehvet, erotizm, cinsellik neden konuşamıyoruz? Neden şarkılarımızda artık daha az yer buluyor?
Ben şarkı sözlerini incelediğim amatörlük dönemlerimde Leonard Cohen’in “Paper Thin Hotel” şarkısında çok açık erotik anlatımlara rastgelmiştim. Yine Cohen’in “Chelsea Hotel No:2” şarkısında Janis Joplin’le sevişmelerini, detaylıca öğrenmiştim. Halbuki popüler Türkçe şarkılarda erotizm “Ayşecik ve yavrukurt” kıvamındaydı. Oysa, türkülerde cinsellik yüzyıllardır var. Türkiye kendi kültürünü bile budayıp, ehlileştiriyor. Nasrettin Hoca’ya da aynısını yaptılar. Ehlileştirip onu kendileri gibi sıkıcı bir adam haline getirdiler. Gerçek Nasrettin Hoca ağzına geleni söyleyen, adlı adınca dile getiren biri, o yüzden de komik zaten.
* “Şişeleri açarım, alkole koşarım, bu bomboş dünyada bir mana ararım”. Bir mana bulabildiniz mi? Biraz bira biraz şarap içtikten sonra yani biraz daha cesaretlendiğinizde ne görüyorsunuz hayatın manasına dair?
Hayatımın geri kalanını en ince ayrıntısına kadar planladım, ne istediğimi, nelerden zevk aldığımı biliyorum. Hayatın kendisi, bu yaptığım planları pek bozmazsa manalı bir hayat yaşamış olacağım inşallah. Eskiden olduğu gibi maceralı, riskli işlere girmek istemiyorum, planlı gitmeye çalışacağım.
* Bir parçanızda “Gökdelenlerden tükürdüm dünyaya” diyorsunuz ve ben bu cümleden sonra hep bir gökdelenin en tepesine çıkıp dünyaya hem sembolik hem de gerçekten tükürmek istemişimdir... Siz hâlâ gökdelenlerden dünyaya tükürmek istiyor musunuz?
Ben büyürken kendimi gerçekleştirirken dünyadaki birçok şeyi de eleştirirdim kafamda. Dünyanın tüm sistemi ahlaksızlık üzerine kurulmuştu, insanlar sahtekârdı ve her yerde güçlüler, güçsüzleri eziyor diye düşünürdüm. Neredeyse herkesi de ahlaki prensiplerden ve inceliklerden yoksun, kaba bulurdum. “Gökdelenlerden tükürdüm dünyaya” o tiksintinin ifadesi. Hâlâ aynı şekilde görüyorum dünyayı gerçi ama eski kızgınlığım yok artık. İnsanlara daha şefkatle yaklaşıyorum.
* Sevmeden sevişmekle severek sevişme arasında nasıl bir uçurum var?
Zevk açısından pek bir fark yok. Sevmeden sevişmek de gayet zevkli bir şey, aşka gerek yok.
Benim şarkıda yazdığım şeyde küçük bir fark var. “Her zaman kolay değil sevmeden sevişmek” derken, bazen hissettiğim bir duygu yüzünden yazdım o sözleri. Eski karımla sevgiliyken sık sık ayrılırdık, uzun süre ayrı kaldığımız da olurdu, her seferinde pişman olurdum, onu çok özlerdim, aklımda hep o olurdu ama başka kadınlarla da birlikte olurdum. Aşk acımın arttığı zamanlarda çok rahatsızlık verirdi o olay. Başka yerlerde de anlattım bunu; mesela “Kim” şarkımda, “birbirimizi düşünüp, başkalarıyla sevişirken” olarak.
*“Bana öyle bakma anlayacaklar” diye yasak aşka dair bir parçanız var. Yasak aşkı cazip kılan gizli kapaklı risk ve heyacan derler, asıl heyecanlı, riskli ve zor olan göz önündeki ilişki değil midir?
Bence bildiğimiz anlamdaki ilişki sıkıcı. Lisede, üniversitede filan güzel, biraz çocukça bir stille aşk yaşıyorsunuz. Bir de ilişki insanı riyakâr yapıyor. Karşınızdakinin beğeneceği şeyleri yapıyorsunuz, kendi istediklerinizi değil. Bazı gizlilikler yaşamak ya da uzlaşmak zorunda kalıyorsunuz. İlla ilişki diyorsanız, mesafeli ilişkiler bence daha doğru.
* ‘Gündüz Tarifesi’ şarkınızdan referans alarak hayat tarifenizde ne yazıyor? Borcunuz nedir?
Daha alacağım var.
* Ekşi Sözlük’te Şebnem Ferah-Teoman evliliği diye bir başlık var. Sahi siz hep yakıştırılan isimler oldunuz. Şebnem Ferah’a âşık oldunuz mu hiç? Yoksa hep arkadaş mıydınız?
Ben çok bayılıyorum bu Teo-Şebo meselesine. Biz neredeyse 30 sene önce küçücük, acemice konserlerde rock star olma hayallerindeki minicik çocuklardık. Hatta onu ilk gördüğüm konserde Şebo’nun yaşı o kadar küçüktü ki ama o zaman bile çok etkilenmiştik hepimiz bu küçücük kızdan. Şimdi hayallerini gerçekleştirdiğini, hemen herkes tarafından beğenildiğini, sayıldığını, takdir edildiğini, başarılı ve olgun bir kariyeri olduğunu görmek beni çok gururlandırıyor.
Beyoğlu’nda iki sokak kedisi olduğundan bahsettiler birkaç yıl önce. Adları Şebo ile Teo’ymuş. O da çok hoşuma gitti, çok yakışmış Beyoğlu sokak kedilerine isimlerimiz.
Şebnem ile her zaman arkadaştık ama arada bir konuşuyoruz, ileride çok yaşlanınca evlenir birbirimize bakarız diye!
*Ne kadar “Hayalperest”siniz? Bunun üzerine şarkı yazdığınıza göre...
Çok hayalperest biriyim, her zaman da öyleydim.
“Hayalperest” şarkımı yazarken iki şey vardı aklımda. Birincisi, o sıralarda artık çok meşhur olmuştum, tanıştığım küçük küçük kızlar benimle ilgili romantik hayaller kuruyorlardı, içlerinden bir tanesinden de çok hoşlanıyordum fakat ben ilişki yaşamak için bayağı yanlış biriydim. “Çok gençsin, çok gerçeksin, bu yüzden çok güzelsin” sözlerini o güzel, hayalperest kızlar için yazdım, özellikle bir tanesini düşünerek. Bir de küçükken, hep beğenilecek biri olmanın hayalini kurardım. İnsanın, kendini var etme çabası ve o konudaki hayalleri çok hüzünlü geliyor artık bana. “Hayalperest”i yazdığımda, o zamanki duygularımı da hatırladım.
*Ben de “Hataperest” diye bir şarkı yazmak istiyorum. Bazen öyle hatalarım oluyor ki hata ama ne muhteşem bir hata da diyebiliyorum. Sizin muhteşem hatalarınız var mı?
Üniversiteye ilk girdiğimde İstanbul Üniversitesi İşletmeyi kazandım. Okulların ilk günü Boğaziçi Üniversitesi’ne gezmeye gittim. Allahım, her taraf güzel kızlarla, güzel binalarla doluydu! Okulu bıraktım, ders çalıştım, Boğaziçi’ne girdim. Rasyonel bir davranış değil belki bu birçok kişiye göre ama bence muhteşem bir hata.
Çok eğlendim sonra hep, bir sene sonra da zaten rock yıldızı oldum kendi çapımda.
Hayatım boyunca, alternatiflerin bol olduğu durumlarda, hep en eğlenceli alternatifi seçmiş birisiyim. Bu da beni bayağı hatalı biri haline getirdi. Ama ben bayılıyorum bu hata yapma meselesine. En güzel anılarımı ve eğlenceyi, abuk sabuk şeyler yaparken kendi başıma dert açmışken yaşadım. Genelde bir plan yaparım, ama yol üzerinde eğlenceli bir şeylere rastgelirsem yön değiştiririm.
*Aşk bir ego mudur? Aşk fikrine âşık olup aslında kendine âşık olanlardan mısınız yoksa gerçekten bir insanın ruhuna, zekâsına ve vücuduna mı âşık olursunuz?
Eskiden âşık olduğumda filan, hiç mutlu olmazdım bir taraftan da. Çıkacak problemleri bilirdim, zamparaydım, çok yakında büyük dertlerle, kavgalarla uğraşacak olurdum. İşte o haldeyken yine de bir kadına çok çekiliyorsanız, onunla bir birliktelik hayali kuruyorsanız filan, aşk sayılabilir bu bence. Ama insanlarda şunu gözlemliyorum; bir ilişki istiyorlar, standartlarını düşürüyorlar, değiştiriyorlar, sonuçta birine razı oluyorlar. Bana güzel gelmiyor bu. Dünyada sadece en fazla birlikte olmak istediğin kişiyle olmalısın bence ya da yalnız olmalısın. Önce birini seçip, sonra ona âşık olma havasına girmek pek berbat bir şey.
‘Erdoğan’ın en büyük eksiği iyi bir arkadaşı olmaması. Ona kendisiyle ilgili gerçekleri söylerdi...’
* Bugünkü Türkiye gündemi malum... O yüzden “Sus Konuşma” yerine bugün “Susma Konuş” diyebilir miyiz? Ülkede olan biteni nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir gökdelenin tepesinden Türkiye’ye baksanız ne görürsünüz?
Türkiye iyice zıvanadan çıkmış bir yer. Nuray Mert’in bir yazısı “Berbat iktidar, berbat muhalefet” diye bir başlıkla çıktı. Aynen katılıyorum. Üniversitedeki ilk yıllarımdan itibaren İslamcı tabir edilen öğrencilerle ilişkim olmuştu, beni sever, bazı toplantılarına filan çağırırlardı. Mert, dürüst, ahlaklı çocuklardı, çok saygı duyardım onlara. Ayrıca, muhafazakârların hakir görülmesi oldum olası beni rahatsız ederdi, ahlaksızca bulurdum. Herkesin mutlu olabileceği bir Türkiye olabilirdi, uzlaşmazsak hiçbir zaman huzur gelmeyecekti bu ülkeye. Bir de şimdi kendini İslamcı/muhafazakâr sayan bloğa bakın. Aslında Bülent Arınç niye rahatsız biliyor musunuz? Ömrünü verdiği onurlu davasının kendini kepaze edişine tanıklık ediyor diye. O bile olanlardan tiksiniyor.
* Liseliler ‘yandaş değil çağdaş idare’, çağdaş eğitim için art arda bildiriler yayımlamaya başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nin diploma töreninde okul müdürü konuşurken tüm öğrencilerin sırtlarını dönerek protesto etmelerinin fotoğrafını görünce ne hissettiniz?
Mutlu olmadım, bana büyük bir problemi hatırlattı. Türkiye’de eğitim halihazırda berbat durumda. Sınav sonuçlarına baktığımızda ortaokul ya da lise sınavlarında öğrencilerin başarı ortalamaları yerlerde sürünüyor. Fen bilimlerinde dünya sonuncularıyla yarışıyoruz. Bunlara bir de bütün okulların imam hatipleştirilmesi eklendi. Sünni İslam bütün çocuklara dayatılmaya çalışılıyor. Bunun ahlaken çok yanlış olduğu çok açıkken hem de. Devlet dini eğitim almak isteyen vatandaşlarına bunu tabii ki sunmalı ama bu zorlama hangi mantığa sığıyor? Şimdi de müfredatın değişmesinden bahsediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir sürü saçmalık yapıldı, güneş-dil’ler, milli tarih yazımı vs. Şimdi de muhafazakârların saçmalama sırası mı? Nasıl bir tarih uyduracağız acaba kendimize bu sefer? Baştarihçimiz Kadir Mısıroğlu mu olacak? Çocuklarımızı kindar yetiştirelim diye, nefret duygusunu mu körükleyeceğiz? Yeni Osmanlılık imkânsız ve boş bir hayal değil mi? Recep Tayyip Erdoğan’ın halife olma ihtimali, Hollywood’a gidip Brad Pitt’ten daha ünlü bir aktör olma ihtimalinden daha düşük.
Lise öğrencilerinin başkaldırmasını önemsiyorum, haklılar. Trigonometri öğrenmek isteyen çocuklara, zorla Hz. Ebubekir’in hayatını öğretemezsiniz.
*Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yine ses getiren bir demece imza attı. “Anneliği reddeden kadın eksiktir, yarımdır” dedi. “Yarım kadın” demeci size neler düşündürdü?
Binali Yıldırım’ın bir fotoğrafı var; iki tane upuzun masa yan yana. Birinde Binali Yıldırım bir sürü erkekle beraber oturuyor, diğer masada karısı tek başına yemek yiyor. İşte AKP’nin ve ait olduğu kültürün kadına bakışı. Erkekler iş yapar, yaşarlar, kadınlar da onların arkasını toplar, ayak işlerini yaparlar, erkeklerle eşit değillerdir. Geçmiş yüzyıllardan miras kalan gelişmemiş muhafazakâr anlayış kadını kendi başına bir varlık olarak görmüyor. Hatta eğer bir erkeğin yanında değilse ya da çocuk -elbette ki erkek çocuk- üretmezse işlevi bile olmadığını düşünüyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok, kuzenim, Bedia ablama kızım olduğunu söylemiştim telefonda. “Olsun” dedi “Kızı veren Allah, oğlanı da verir inşallah!” Ben de güldüm tabii. Neyse, dünyadaki her konuda, her şeyi bilen Erdoğan bu konudaki fikrini de söylemiş işte. Hiç şaşırmadım. Erdoğan’ın en büyük eksiği iyi bir arkadaşı olmaması. Ona kendisiyle ilgili gerçekleri söylerdi...
* Şarkıları yazma sürecine dair anlar ya da yöntemlerinize dair paylaşabileceğiniz bir şeyler var mı?
Bir çok yöntemim var. Bir örneği anlatayım. Küçüklükten beri aklımda kalan bir şey var, çok etkilenmiştim o zamanlar; Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanında güle oynaya savaşa giden çocuklar gerçeklerle karşılaşırlar. Romanın bir yerinde bir asker vurulduğunda karnından sarkan bağırsaklarını içeri, geri koymaya çalışır. “Çoban Yıldızı” şarkısına başlamıştım, konu belli olmuştu. Sonra aklıma romanın film uyarlaması geldi. Çok güzel siyah beyaz bir tonu vardı. Şarkıyı yazdıktan sonra klibini o stilde yapmaya karar verdim.
Sonradan klibe yazdığım senaryo, sözler, “batı cehpesi…” vs. içiçe geçti. “Çoban Yıldızı” şarkısını yaptım ve klibini çektim. Şarkıyı can çekişen bir asker söylüyordu. Bir de 90’larda çok dinlediğim bir Tom Waits şarkısı vardı. Hayatında hiç okyanusu görmemiş bir kızdan bahsediyordu, çok hüzünleniyordum dinlerken. Benzer bir duyguyu askere yükleyip, aşık olmadan, sevişmeden ölmek istemeyen ağır yaralı bir askerin şarkısını yazdım. Kendisi önce bir düşman askerini öldürüyor, vicdan azabı çekiyor, en sonunda o da vuruluyordu. Zaten Türk - Kürt savaşı da beni üzer kendimi bildim bileli, şarkı-klip ona da referans verir diye düşündüm. Estetik olarak da 1930 yılında çekilen filmi baz alıp, klibi çektim. Çok çalıştım klip için de, storyboardlar filan yaptım. işte benim en zevk aldığım şekil, bu çalışma şekli ama elime gitarı alıp aklıma esen şeyleri söyleyip 5 dakikada da yazdığım, gayet başarılı şarkılarım var.
Kaybedenlerden mi?
*Sosyal medya hesaplarımız en çok mutlu pozlarla dolu... Kimse #sıçtık, #bittim, #paramparça modunda değil. Hep başkalarına mutlu ve güçlü gözükme yalanı içinde giderek kendi içimizde daha mı yalnızlaşıyoruz?
Bir laf vardı, “hayatınızı değiştirmenize gerek yok, facebook fotolarınızı değiştirin yeter” babında. Sosyal medya bana o kadar çok şey öğretti ki insana dair. Sosyal medya meselesi dünyanın delirmesini çok hızlandırdı, kanıtladı. Ayrıca benim yaşımda biriyle de 15 yaşındaki birinin arasında sanki 10 jenerasyonluk bir açıklık oluşturdu. Bence beklenenin tam tersi bir yere doğru gitti sosyal medya etkisi, iletişimin imkansız olduğu bir andayız artık. İnsanlar sosyal medya hesaplarını düzenlerken, bir markanın reklamcısı gibi düşünüyorlar. Zaten hızla da ilgimizi yitiriyor, unutuyoruz. Mesela, YouTube’da şarkıların dinlenme süre ortalaması 30 saniyeymiş.
* “Kayıp bir bavul gibiyim havalanında ya da boş bir yüzme havuzu sohbaharda, çok mu ayıp hala mutluluk istemek neyse zaten hiç halim yok” Mutluluk istemek çok mu ayıp? Neden “beni sev” diyebilme cesaretini gösteren genelde kaybeden olur? Siz kaybedenlerden misiniz?
“Paramparça” şarkımın kahramanını sevgi arayan biri olarak çizmedim. Birçok ilişki yaşamış olduğu belli anlatımdan. Benim adamım ilişkilerde problem çıkaran, sevgililerini üzmüş biri. Sevdiği bütün kadınlarda kötü izler bıraktığı için pişman, zaten o yüzden sarhoş olup onların hepsini arıyor özür dilemek için. Soruya geri dönecek olursak, ben kaybeden değilim. Sağolsunlar, bir çok kişi beni çok güzel sevdi, seviyor.