RAF ÖMRÜNÜZ KISA OLSUN!
Marketlerin “raf ömrü” baskısına yenik düşen üreticiler gıdalarımızın içine kattıkları kimyasallarla bizi zehirliyor! Dört yanımız kanser&... Murat Tolga Şen düşüncelerini okurlarla paylaşıyor.
Hepimizin içinde bir diktatör yaşar, bahanesi de dünyayı daha yaşanır bir hale getirmektir bu düşünsel varlığın. Babamla sohbetlerimiz sırasında hep “bu ülkeye başbakan olsam” la başlayan cümleler kurardı. Sokaklarda çekirdek çitleyenleri hapse atmayı düşünüyordu mesela… Çekirdek çitleyip yeşil alanları bir muhabbet kuşu gibi kirletenleri düşman bellemişti ama o bile parlamenter sistem içinde hayal kuruyordu, “başkan olsam…” demiyordu.
Herkesin buna benzer hayalleri vardır, iyi olduğuna inandığı şeyler için büyük güce sahip olmayı diler insanlar… Benim de var elbet! Merak etseniz de, etmeseniz de yazacağım; bir gün başbakan olsam memlekette süper, hiper, über ne kadar market varsa yasaklarım!
Neden? Çünkü sevdiğim bir sürü insan kanserle savaşıyor, yeneni, yenileni oldu ancak bu illet hayatımızı giderek daha fazla tehdit edecek gibi görünüyor. Başlıca sebebi de, kocaman marketlerde satılan ve toplama, nakliye, bekleme ve tüketme süreçleri esnasında tadını ve sağlıklı(!) görüntüsünü kaybetmemesi için envayi çeşit koruyucu karıştırılarak gıdadan çok zehre dönüşen yiyecekler!
Bize enerji versin, güçlendirsin, yaşatsın diye yediğimiz gıdalar hücrelerimizi yokediyor. Onların raf ömrü uzadıkça bizim ömrümüz kısalıyor üstelik de acılar içinde ölüyoruz.
28 Hafta Sonra filminde bir market sekansı vardır, dikkatli seyirciler fark edecektir. İnsanlık bir virüsün etkisinde yaşayan ölülere dönüşürken enfekte olmayanlarda hayatta kalma mücadelesindedirler. Kahramanımız markete girer, meyve reyonuna uğrar. Bütün sebzeler çürümüşken orada bir stantta kıpkırmızı, hiç bozulmamış elmalar vardır!
Distopik bir korku filminde bir alt metin olarak karşımıza çıkan şey artık hayatımızın gerçeği… Aylarca bozulmayan yoğurdumuz, fena halde işlenmiş etlerimiz, konserve ton balıklarımız, haftalarca mutfak masasındaki tahta tabakta durduğu halde hiçbir şey olmayan muzlarımız, elmalarımız, kafam kadar çileklerimiz var. Domatesin sadece rengi kırmızı, ete, tavuğa bile bir şey olmuyor, nasıl olsa bozulmuyor diye düşünmeden çok çok alıyoruz. Yaşam kaynağımız su petrolden yapılma kaplarla geliyor evimize...
Kokusuz, tatsız ama cezbedici görüntüleriyle Kırmızı Başlıklı Kız’a uzatılan ölümcül meyve gibi hayatımızdalar. Üstelik kendimiz gidip alıyoruz. Artık Sherlock Holmes’vari zehirlenmeli polisiye öykülerine gerek yok, biz kendimize yapıyoruz zaten o kötülüğü!
Uyanın! Büyük marketler büyük alımlar yapar ve onları kocaman depolarda saklar çünkü maliyeti düşürmenin temel kuralı, bir seferde alabildiğin kadar çok mal almandır. Bu kadar büyük alımlar bir anda tüketiciye ulaşamaz ve devreye “raf ömrü” baskısı girer. Ayrıca bir ürün ne kadar dayanırsa o kadar çok almak istersiniz. 3-4 günde bir bozulan yoğurt olsa kimse 4-5 kiloluk olanlarını almaz. Oysa “market” hep çok satmak zorundadır. Üretici, “market”in isteği doğrultusunda daha uzun süre dayanacak gıdayı üretmek için sürece binbir kimyasalla müdahale eder. İş o kadar çığırından çıkar ki yoğurt yapana bakteriler bile tescillenir, yaşayan bir organizma, ticari bir unsura dönüşür. Bir tür mikro kölecilik!
Sonra da bütün bu haltları yiyenler kendileri değilmiş gibi “organik” gıdayı koyarlar en havalı raflarına… Bir zamanlar hepimiz için olan gıda bile artık aynı değildir. Zenginler için organik, fakirler için kanserojenlerle dolu sentetikler! 15 yıl önce semt pazarını terk edip “market”e koşanlar şimdi üzerinde “köy hede hödösü” yazan ne varsa sorgulamadan alır. Çok güzel, kendinizi ve ailenizi kurtardınız. Ya alamayanlar?
Üzerinde sayfalarca yazılacak bir konu bu ama sinema yazarlığına izin verdiğim bir Pazar gününde meseleye biraz dikkat çekmek istedim. Alışverişinizi yerel üreticilerden ve en çabuk bozulanlardan yana yapın. Çözünmeyen, bozulmayan, çürümeyen şey gıda değil zehirdir, unutmayın! Aldıklarımızın raf ömrü kısa, sevdiklerimizin ömrü uzun olsun!
MURAT TOLGA ŞEN
/ twitter.com/murattolga
Herkesin buna benzer hayalleri vardır, iyi olduğuna inandığı şeyler için büyük güce sahip olmayı diler insanlar… Benim de var elbet! Merak etseniz de, etmeseniz de yazacağım; bir gün başbakan olsam memlekette süper, hiper, über ne kadar market varsa yasaklarım!
Neden? Çünkü sevdiğim bir sürü insan kanserle savaşıyor, yeneni, yenileni oldu ancak bu illet hayatımızı giderek daha fazla tehdit edecek gibi görünüyor. Başlıca sebebi de, kocaman marketlerde satılan ve toplama, nakliye, bekleme ve tüketme süreçleri esnasında tadını ve sağlıklı(!) görüntüsünü kaybetmemesi için envayi çeşit koruyucu karıştırılarak gıdadan çok zehre dönüşen yiyecekler!
Bize enerji versin, güçlendirsin, yaşatsın diye yediğimiz gıdalar hücrelerimizi yokediyor. Onların raf ömrü uzadıkça bizim ömrümüz kısalıyor üstelik de acılar içinde ölüyoruz.
28 Hafta Sonra filminde bir market sekansı vardır, dikkatli seyirciler fark edecektir. İnsanlık bir virüsün etkisinde yaşayan ölülere dönüşürken enfekte olmayanlarda hayatta kalma mücadelesindedirler. Kahramanımız markete girer, meyve reyonuna uğrar. Bütün sebzeler çürümüşken orada bir stantta kıpkırmızı, hiç bozulmamış elmalar vardır!
Distopik bir korku filminde bir alt metin olarak karşımıza çıkan şey artık hayatımızın gerçeği… Aylarca bozulmayan yoğurdumuz, fena halde işlenmiş etlerimiz, konserve ton balıklarımız, haftalarca mutfak masasındaki tahta tabakta durduğu halde hiçbir şey olmayan muzlarımız, elmalarımız, kafam kadar çileklerimiz var. Domatesin sadece rengi kırmızı, ete, tavuğa bile bir şey olmuyor, nasıl olsa bozulmuyor diye düşünmeden çok çok alıyoruz. Yaşam kaynağımız su petrolden yapılma kaplarla geliyor evimize...
Kokusuz, tatsız ama cezbedici görüntüleriyle Kırmızı Başlıklı Kız’a uzatılan ölümcül meyve gibi hayatımızdalar. Üstelik kendimiz gidip alıyoruz. Artık Sherlock Holmes’vari zehirlenmeli polisiye öykülerine gerek yok, biz kendimize yapıyoruz zaten o kötülüğü!
Uyanın! Büyük marketler büyük alımlar yapar ve onları kocaman depolarda saklar çünkü maliyeti düşürmenin temel kuralı, bir seferde alabildiğin kadar çok mal almandır. Bu kadar büyük alımlar bir anda tüketiciye ulaşamaz ve devreye “raf ömrü” baskısı girer. Ayrıca bir ürün ne kadar dayanırsa o kadar çok almak istersiniz. 3-4 günde bir bozulan yoğurt olsa kimse 4-5 kiloluk olanlarını almaz. Oysa “market” hep çok satmak zorundadır. Üretici, “market”in isteği doğrultusunda daha uzun süre dayanacak gıdayı üretmek için sürece binbir kimyasalla müdahale eder. İş o kadar çığırından çıkar ki yoğurt yapana bakteriler bile tescillenir, yaşayan bir organizma, ticari bir unsura dönüşür. Bir tür mikro kölecilik!
Sonra da bütün bu haltları yiyenler kendileri değilmiş gibi “organik” gıdayı koyarlar en havalı raflarına… Bir zamanlar hepimiz için olan gıda bile artık aynı değildir. Zenginler için organik, fakirler için kanserojenlerle dolu sentetikler! 15 yıl önce semt pazarını terk edip “market”e koşanlar şimdi üzerinde “köy hede hödösü” yazan ne varsa sorgulamadan alır. Çok güzel, kendinizi ve ailenizi kurtardınız. Ya alamayanlar?
Üzerinde sayfalarca yazılacak bir konu bu ama sinema yazarlığına izin verdiğim bir Pazar gününde meseleye biraz dikkat çekmek istedim. Alışverişinizi yerel üreticilerden ve en çabuk bozulanlardan yana yapın. Çözünmeyen, bozulmayan, çürümeyen şey gıda değil zehirdir, unutmayın! Aldıklarımızın raf ömrü kısa, sevdiklerimizin ömrü uzun olsun!
MURAT TOLGA ŞEN
/ twitter.com/murattolga