PKK, GÜLEN HAREKETİ'NDEN NE İSTİYOR?
Gazeteci-Yazar Nevzat Çiçek, Milat Gazetesi'nde bugünkü köşesinde “PKK, Gülen Hareketi'nden ne istiyor.” diyerek, sorulmayan o soruyu sordu
İki gün önce Fırat Haber Ajansı’nda Kürdistan Halk İnisiyatifi adlı kuruluş, Fethullah Gülen Gönüllüleri ve onların kurumlarının top yekûn hedef olduğunu belirterek bir açıklama yayımladı. “Ferman ve fetva sahiplerinin tüm kurum ve kuruluşlarını başlarına çalmak gerekir” diye başlayan açıklamanın devamında, Türk devleti ve AKP hükümetinin tüm kurum ve kuruluşları ile onlara destek verenlere “amansız bir tutum” içinde olunması istendi: “Bizi tanımayanları biz de tanımamalıyız. Bizim için ölüm fermanları çıkaran, intikam yeminleri eden ve fetva vererek katledenleri biz de tanımamalıyız. Onların bizim için hiçbir meşruluğu, yasallığı ve hukuki dayanağı kalmamıştır.” denildi.
Bu açıklamadan birkaç gün önce Hocaefendi “Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetüz-Zehra adıyla Van’da bir Üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapçanın farz, Türkçenin vacip ve Kürtçenin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçenin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerikada bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.” demişti. Bu konuşmadan sonra Hocaefendinin PKK için “Onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir…”şeklindeki sözleri basına yansıdı.
Cemaat ve PKK arasındaki ilişkilerde hep karşılıklı korku, güvensizlik ve çok dillendirilmese de düşman tanımı üzerinden ilişkiler gerçekleşti. İki kesim de bunu böyle ifade ediyordu. PKK, Gülen’in Said Nursi Kürt olduğu için ziyaret etmediğine, sistemin koruyucusu olduğuna, devlet olanakları ve bürokraside örgütlenmiş kadrolarını kullanarak gençliği yanına çektiğine ve Kürt sorununda Kürtsüz bir dayatma içerisinde olduğuna inanırken, Gülen Hareketi de PKK’yı Kürtleri dinsizleştirme, uluslar arası servislerin maşası ve son olarak da Ergenekon’un bir şubesi gibi görmeye başladığını açıkça dillendirmeye başladı.
Yakın zamanda Öcalan’ın “Fethullah Hocayı takip ediyorum, okuyorum. Olumsuz değerlendirmiyorum. Kürdistanda okulları cemaatleri var, örgütlüler. Demokratik temelde, karşılıklı yaklaşımlar olabilir.” açıklamasından sonra bir yumuşama belirtisi beklense de cemaate esas karşı çıkış Kandil’den geldi. Karayılan Ahmet Altan’a gönderdiği mektupta “Gelinen aşamada eğer AKP ve Fethullah Bey şiddette ısrar eder, bizi yok etmekten vazgeçmezse savaş tırmanır ve biz kazanmak için kararlıca direnmek durumunda olacağız." diyordu.
PKK, Cemaati yakın zamanda bölgeye gelmekle ve kendilerini saf dışı etmek için çalışma yapmakla, Türkçülüğü yaymakla suçladı. PKK’nın gözden kaçırdığı, Risale-Nur gönüllülerinin Diyarbakır’da çalışması yeni bir şey değildi. Öyle ki, Said Nursi’nin öğrencilerinden Mehmet Kayalar ordudan emekli olduktan sonra 1950’den 1973’e kadar Diyarbakır’da Risale-i Nur’un hizmetinde bulundu. Selanik doğumlu olan Kayalar, 1960 yılında asker arkadaşları tarafından Nurcu olduğu için Sivas Kampı’na götürülecek, orada hücreye atılacak daha sonrada sürgüne gönderilecekti.
Cemaatin Diyarbakır’da ilk faaliyeti yanılmıyorsam 1984 ya da 1985 yılında başladı. Sohbet halkaları ile evlerde başlayan faaliyet bugün Doğu ve Güneydoğunun her yerinde kendisini anlatabiliyor. Bugün, Diyarbakır’da cemaate ait okuma ve etüt salonlarından yararlanan insan sayısı yüz bini geçmiş durumda. Yerelde Gülen hareketine karşı çıkanların çocukları bile onların dershanelerinde okuyor. Gülen Cemaati’nin bürokrasi ve polis içerisindeki varlığı PKK’yı çok fazla rahatsız ediyor. Öyle ki, TRT Şeş’ten sonra cemaatin Kürtçe yayın yapan Gaziantep merkezli Dünya TV’yi açması da PKK’yı rahatsız eden olguların başında geliyor. PKK’yı rahatsız eden bir diğer olgu da cemaatin Irak Kürt Bölgesi’ndeki faaliyetleri. Buradaki okulların bizzat Neçirvan Barzani himayesinde olması ve Erbil’de düzenlenen Abant Platformu’da PKK’yı oldukça rahatsız etmişti. Daha önce Diyarbakır’da düzenlenmesi düşünülen bu toplantı “Halk İnisiyatifi” tarafından yapılan “Hiçbir onurlu Kürt Abant Platformu’na katılmasın. Tersi durumda meşru eylem hakkı gelişecektir.” şeklindeki tehditten dolayı güvenlik gerekçesi ile Erbil’e taşınmıştı.
PKK, devam eden KCK Operasyonlarının da cemaat eliyle yürütüldüğüne ve buna AK Parti’nin mecbur bırakıldığına inanırken, cemaat de Türkiye normalleşme sürecine girerken, Ergenekon’un PKK’yı kullandığını, yapılan eylemlerin buna örnek teşkil ettiğini söylüyor. Bunun yanında İki kesim de birbirlerini uluslar arası güçlerle iş birliği yapmakla suçluyor.
Cemaat ve PKK arasındaki en büyük rekabet aslında bölgedeki güç savaşından ileri geliyor. Cemaatin son yıllarda bölge ile özel olarak ilgilenmesi, okuma ve etüt salonları açması, Hakkari Yüksekova gibi bir yerde bile kurumsallaşabilmesi, kurban etlerini bölgede dağıtması, başarılı çocukları özel okullarda okutması PKK’yı çılgına çeviriyor. Bu nedenle özellikle Hakkari’de cemaate yakın olan imamın öldürülmesini, PKK tabanına alttan alta bir mesaj olarak verdiğini ifade etti. Aynı şekilde yurtlara Molotof atılması gibi olaylarla PKK, cemaat mensuplarının korkarak kaçabileceklerini hesap ediyordu. Ama beklenen olmadı. Cemaat de PKK’nın bu eylemleri yaşanırken kendisine ait yazılı ve görsel basında PKK’ya daha çok yer ayırıyor onları Yalçın Küçük, Doğu Perinçek gibi isimlerlerin akıl vermesiyle iş yaptığını ifade ediyordu.
Cemil Bayık, “AKP ve Fethullahçılar Müslümanlığı kullanarak tamamen siyasi ve ekonomik çıkarlar elde etmek istiyorlar. Bunun için halkımızın AKP’yi etkisizleştirmesi gerekiyor. Onun da yolunun Fethullahçıları etkisizleştirmekten geçtiği bilinmelidir.” diyordu. Serdar Turgut’ta yazdığı köşe yazısında bölgede PKK’ya en büyük rakibin Gülen Cemaati olduğunu ifade ediyordu.
Yakın zamanda Cemal Uşak’ın dindarlar ve Kürt meselesi üzerinden öz eleştiri yapmasının Türkiye’deki yansıması çok olumlu oldu. Bu bakımdan geldiğimiz noktada esas olarak PKK’nın da dindarlık üzerinden bir özeleştiriye yönelmesi ve Gülen Hareketi başta olmak üzere dini hassasiyeti olan kurumların neden bölgede rahatlıkla güçlenebildiğini, kendi oluşturduğu dini kurumların neden tutmadığını iyi görmesi ve özelikle de Milli Görüş geleneğinden itibaren dindar partilerin neden sürekli iyi oy aldığını da tahlil etmesi gerekiyor. Değişen-dönüşen dünya ve Türkiye karşında PKK’nın bu değişimi hala şiddet üzerinden okuması neticesinde bu boşlukların oluştuğu fark edebilmeli.
Gülen Hareketi ve PKK’nın çatışması ne bu ülkeye ne de iki kesime bir yarar sağlamaz. Eğer Türkiye normal şartlarına tam manasıyla kavuşur, özgürlüklerin önü her anlamda açılır ve bölge sivilleşirse bu kavgaların da zaten sonu gelir. PKK, bugün Gülen Hareketi’ne dün Hizbullah’a itiraz etti. Aynı PKK, dönem dönem Şeyh Said’i İngiliz ajanı olmakla suçlarken, Said Nursi’yi görmezden geldi. Bu bakımdan PKK’nın kendini bu konuda sorgulaması gerekiyor. PKK, Gülen Hareketi’ne “bölgede bana ortak olma, çık git” derken batı şehirlerinde hareket içerisinde yer alan Kürtlere nereye git diyecektir? Bu gerçekçi bir politika değildir. Diğer taraftan Gülen Cemaati’de PKK’nın sivilleşmesi için gerçekten çok fazla çaba harcamalıdır ki, Türkiye’de askeri vesayet isteyenlerin hevesi kursağında kalsın. Aynı şekilde halkta rahatsızlık yaratan “Tek Türkiye” gibi dizileri yayından kaldırmalı, daha çok konuşma imkânı sağlamalıdır. Abant Platformu da bu konuda tekrardan harekete geçirilmelidir.
Türkiye’de yeni bir anayasa, askeri vesayetin sona ermesi ve geleceğimizin ipotek altına alınmaması için işbirliği gerektiriyor, şiddet değil.
NEVZAT ÇİÇEK / MİLAT GAZETESİ
Bu açıklamadan birkaç gün önce Hocaefendi “Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetüz-Zehra adıyla Van’da bir Üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapçanın farz, Türkçenin vacip ve Kürtçenin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçenin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerikada bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.” demişti. Bu konuşmadan sonra Hocaefendinin PKK için “Onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir…”şeklindeki sözleri basına yansıdı.
Cemaat ve PKK arasındaki ilişkilerde hep karşılıklı korku, güvensizlik ve çok dillendirilmese de düşman tanımı üzerinden ilişkiler gerçekleşti. İki kesim de bunu böyle ifade ediyordu. PKK, Gülen’in Said Nursi Kürt olduğu için ziyaret etmediğine, sistemin koruyucusu olduğuna, devlet olanakları ve bürokraside örgütlenmiş kadrolarını kullanarak gençliği yanına çektiğine ve Kürt sorununda Kürtsüz bir dayatma içerisinde olduğuna inanırken, Gülen Hareketi de PKK’yı Kürtleri dinsizleştirme, uluslar arası servislerin maşası ve son olarak da Ergenekon’un bir şubesi gibi görmeye başladığını açıkça dillendirmeye başladı.
Yakın zamanda Öcalan’ın “Fethullah Hocayı takip ediyorum, okuyorum. Olumsuz değerlendirmiyorum. Kürdistanda okulları cemaatleri var, örgütlüler. Demokratik temelde, karşılıklı yaklaşımlar olabilir.” açıklamasından sonra bir yumuşama belirtisi beklense de cemaate esas karşı çıkış Kandil’den geldi. Karayılan Ahmet Altan’a gönderdiği mektupta “Gelinen aşamada eğer AKP ve Fethullah Bey şiddette ısrar eder, bizi yok etmekten vazgeçmezse savaş tırmanır ve biz kazanmak için kararlıca direnmek durumunda olacağız." diyordu.
PKK, Cemaati yakın zamanda bölgeye gelmekle ve kendilerini saf dışı etmek için çalışma yapmakla, Türkçülüğü yaymakla suçladı. PKK’nın gözden kaçırdığı, Risale-Nur gönüllülerinin Diyarbakır’da çalışması yeni bir şey değildi. Öyle ki, Said Nursi’nin öğrencilerinden Mehmet Kayalar ordudan emekli olduktan sonra 1950’den 1973’e kadar Diyarbakır’da Risale-i Nur’un hizmetinde bulundu. Selanik doğumlu olan Kayalar, 1960 yılında asker arkadaşları tarafından Nurcu olduğu için Sivas Kampı’na götürülecek, orada hücreye atılacak daha sonrada sürgüne gönderilecekti.
Cemaatin Diyarbakır’da ilk faaliyeti yanılmıyorsam 1984 ya da 1985 yılında başladı. Sohbet halkaları ile evlerde başlayan faaliyet bugün Doğu ve Güneydoğunun her yerinde kendisini anlatabiliyor. Bugün, Diyarbakır’da cemaate ait okuma ve etüt salonlarından yararlanan insan sayısı yüz bini geçmiş durumda. Yerelde Gülen hareketine karşı çıkanların çocukları bile onların dershanelerinde okuyor. Gülen Cemaati’nin bürokrasi ve polis içerisindeki varlığı PKK’yı çok fazla rahatsız ediyor. Öyle ki, TRT Şeş’ten sonra cemaatin Kürtçe yayın yapan Gaziantep merkezli Dünya TV’yi açması da PKK’yı rahatsız eden olguların başında geliyor. PKK’yı rahatsız eden bir diğer olgu da cemaatin Irak Kürt Bölgesi’ndeki faaliyetleri. Buradaki okulların bizzat Neçirvan Barzani himayesinde olması ve Erbil’de düzenlenen Abant Platformu’da PKK’yı oldukça rahatsız etmişti. Daha önce Diyarbakır’da düzenlenmesi düşünülen bu toplantı “Halk İnisiyatifi” tarafından yapılan “Hiçbir onurlu Kürt Abant Platformu’na katılmasın. Tersi durumda meşru eylem hakkı gelişecektir.” şeklindeki tehditten dolayı güvenlik gerekçesi ile Erbil’e taşınmıştı.
PKK, devam eden KCK Operasyonlarının da cemaat eliyle yürütüldüğüne ve buna AK Parti’nin mecbur bırakıldığına inanırken, cemaat de Türkiye normalleşme sürecine girerken, Ergenekon’un PKK’yı kullandığını, yapılan eylemlerin buna örnek teşkil ettiğini söylüyor. Bunun yanında İki kesim de birbirlerini uluslar arası güçlerle iş birliği yapmakla suçluyor.
Cemaat ve PKK arasındaki en büyük rekabet aslında bölgedeki güç savaşından ileri geliyor. Cemaatin son yıllarda bölge ile özel olarak ilgilenmesi, okuma ve etüt salonları açması, Hakkari Yüksekova gibi bir yerde bile kurumsallaşabilmesi, kurban etlerini bölgede dağıtması, başarılı çocukları özel okullarda okutması PKK’yı çılgına çeviriyor. Bu nedenle özellikle Hakkari’de cemaate yakın olan imamın öldürülmesini, PKK tabanına alttan alta bir mesaj olarak verdiğini ifade etti. Aynı şekilde yurtlara Molotof atılması gibi olaylarla PKK, cemaat mensuplarının korkarak kaçabileceklerini hesap ediyordu. Ama beklenen olmadı. Cemaat de PKK’nın bu eylemleri yaşanırken kendisine ait yazılı ve görsel basında PKK’ya daha çok yer ayırıyor onları Yalçın Küçük, Doğu Perinçek gibi isimlerlerin akıl vermesiyle iş yaptığını ifade ediyordu.
Cemil Bayık, “AKP ve Fethullahçılar Müslümanlığı kullanarak tamamen siyasi ve ekonomik çıkarlar elde etmek istiyorlar. Bunun için halkımızın AKP’yi etkisizleştirmesi gerekiyor. Onun da yolunun Fethullahçıları etkisizleştirmekten geçtiği bilinmelidir.” diyordu. Serdar Turgut’ta yazdığı köşe yazısında bölgede PKK’ya en büyük rakibin Gülen Cemaati olduğunu ifade ediyordu.
Yakın zamanda Cemal Uşak’ın dindarlar ve Kürt meselesi üzerinden öz eleştiri yapmasının Türkiye’deki yansıması çok olumlu oldu. Bu bakımdan geldiğimiz noktada esas olarak PKK’nın da dindarlık üzerinden bir özeleştiriye yönelmesi ve Gülen Hareketi başta olmak üzere dini hassasiyeti olan kurumların neden bölgede rahatlıkla güçlenebildiğini, kendi oluşturduğu dini kurumların neden tutmadığını iyi görmesi ve özelikle de Milli Görüş geleneğinden itibaren dindar partilerin neden sürekli iyi oy aldığını da tahlil etmesi gerekiyor. Değişen-dönüşen dünya ve Türkiye karşında PKK’nın bu değişimi hala şiddet üzerinden okuması neticesinde bu boşlukların oluştuğu fark edebilmeli.
Gülen Hareketi ve PKK’nın çatışması ne bu ülkeye ne de iki kesime bir yarar sağlamaz. Eğer Türkiye normal şartlarına tam manasıyla kavuşur, özgürlüklerin önü her anlamda açılır ve bölge sivilleşirse bu kavgaların da zaten sonu gelir. PKK, bugün Gülen Hareketi’ne dün Hizbullah’a itiraz etti. Aynı PKK, dönem dönem Şeyh Said’i İngiliz ajanı olmakla suçlarken, Said Nursi’yi görmezden geldi. Bu bakımdan PKK’nın kendini bu konuda sorgulaması gerekiyor. PKK, Gülen Hareketi’ne “bölgede bana ortak olma, çık git” derken batı şehirlerinde hareket içerisinde yer alan Kürtlere nereye git diyecektir? Bu gerçekçi bir politika değildir. Diğer taraftan Gülen Cemaati’de PKK’nın sivilleşmesi için gerçekten çok fazla çaba harcamalıdır ki, Türkiye’de askeri vesayet isteyenlerin hevesi kursağında kalsın. Aynı şekilde halkta rahatsızlık yaratan “Tek Türkiye” gibi dizileri yayından kaldırmalı, daha çok konuşma imkânı sağlamalıdır. Abant Platformu da bu konuda tekrardan harekete geçirilmelidir.
Türkiye’de yeni bir anayasa, askeri vesayetin sona ermesi ve geleceğimizin ipotek altına alınmaması için işbirliği gerektiriyor, şiddet değil.
NEVZAT ÇİÇEK / MİLAT GAZETESİ