'Persona Non Grata'ya bir tepki de Hamza Aktan'dan! Kürt gazeteciler nerede?
Gazeteci Tuluhan Tekelioğlu'nun yönetmenliğini yaptığı "Persona Non Grata" adlı belgesel gündemdeki yerini koruyor.
Hamza Aktan, "sadece işsiz kalsa haline şükredecek onlarca Kürt gazeteciden numunelik de olsa birine bile mikrofon uzatılmaması belgeselciler gibi izleyicilerden de kimsenin dikkatini çekmedi" yazdı
Belgeselde, görüş, haber ve yazıları nedeniyle işsiz bırakılan gazetecilerin hikâyeleri, kendi anlatımlarıyla dile getiriliyordu.
Gazeteci Hasan Cemal'in Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı yaptığı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle hazırlanan belgeselin müziğini Erhan Güleryüz yaptı. Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say'ın da eserlerini kullanma izni verdiği belgeselin ilk gösterimi, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü etkinlikleri kapsamında sponsorluk desteği veren İsveç İstanbul Başkonsolosluğu'nda gerçekleştirildi.
Projede Can Dündar, Fatih Yağmur, Uluç Özcü, Sibel Oral, Ahmet Şık, Murat Aksoy, Hasan Cemal, Derya Sazak, Fatih Altaylı, Bekir Coşkun, Ayşenur Arslan, Gürkan Hacır, Sevim Özay, Rıdvan Akar, Aydın Doğan, Doğan Ertuğrul, Yekta Kılıç, Tuğçe Tatari, Mustafa Kuleli yaşadıklarını anlattı.
AHMET ŞIK VE TUĞÇE TATARİ İTİRAZ ETTİ
Belgeselde konuşmalarına yer verilen Ahmet Şık ve Tuğçe Tatari dün, birbiri ardına yaptıkları açıklamalar ile belgeselde yer alan Derya Sazak, Fatih Altaylı gibi yönetici konumundaki gazeteciler ve Aydın Doğan gibi patronların kendileriyle aynı şekilde değerlendirlemeyeceğini söyleyerek tepki göstermişti.
BİR İTİRAZ DA HAMZA AKTAN'DAN GELDİ
Özgür Politika gazetesinde yayınlanan yazısında gazeteci Hamza Aktan, "sadece işsiz kalsa haline şükredecek onlarca Kürt gazeteciden numunelik de olsa birine bile mikrofon uzatılmaması belgeselciler gibi izleyicilerden de kimsenin dikkatini çekmedi" dedi. Aktan yazısına şöyle devam etti:
"... AKP'nin kendi medyasını yaratması nedeniyle yersiz-işsiz kalan çok sayıda Türk gazetecisinin iyi dönemlerinde, basına yönelik sansüre, baskıya karşı tavırları bugün Nihal Bengisu Karaca veya Mehmet Barlas'ın yaklaşımı nasılsa öyleydi.
Hele ki Kürt medyasına yapılan baskılara karşı –belgeseldeki az sayıdaki ismi tenzih ederek- tavırları Engin Ardıç'tan farksız değildi. Dahası o dönemin medyokratlarının birçoğu, tıpkı bugünkü hakim medyada olduğu gibi, Kürtlere ve basınına yönelik baskının bizzat savunucusu veya uygulayıcısı öznelerdi. Emin Çölaşan'ın hedef göstermediği, Fatih Altaylı'nın hakaret etmediği, Güngör Mengi'nin dalga geçmediği, Yılmaz Özdil'in kin kusmadığı Kürt siyasetçisi yoktu. Bugün "yandaş" olarak tarif ettikleri meslektaşlarından eksikleri yoktu, belki fazlaları vardı.
HERKESİN FİKİRLERİNİ BEYAN ETME HAKKI VAR AMA...
Her ne kadar Türkiye'de aralarında yukarıdaki bazı isimlerin de yer aldığı çok sayıda gazeteci-yazar bir Avrupa demokrasisinde olsa Kürtler ve "diğer" kimlikleri hedef alan vurguları nedeniyle nefret suçundan yargılanacak sıfatta ise de, siyasi görüşü ne olursa olsun her gazetecinin fikirlerini beyan etmeye hakkı var. Aksisi, yani buna karşı siyasi baskı da kabul edilemez. Ancak sansür ve ifade özgürlüğü sorununa dikkat çekerken bile gazetecilerin Kürt meslektaşlarına yönelik baskıyı gizliyor olmaları bir dil sürçmesinden çok daha fazlasını anlatıyor. Bu aslında kimlik değiştirse de "Türk" basınının konu ne olursa olsun Kürtleri de içerdiğinde devletiyle olan ittifakını, dil-yaklaşım birliğini gösteriyor.
Kürt gazeteciler hapiste çürüyedursun ancak arkadaşı hapse girdiğinde Taksim'de yürüyebilen, Kürt gazeteci Sabah'tan Akşam'a o gazeteden öbürüne, sonuncusundan da sokağa atılsın, ancak kendisi veya yakın arkadaşı işsiz kaldığında dayanışma hisleri beliren gazeteciler veya devletin tüm anti demokratikliğinin biriktiği Kürt sorununa ilgisiz basın gerçeğinin değişmediğini yeni örneklerle kavramaya devam ediyoruz.
Gazeteci hapse atan Gülen cemaatinin kendi muhabirleri hapse girdiğinde "özgür basına operasyon" diye ayağa kalkmasındaki tezat gibi.
KORKARIM BİRAZ BÖYLE BİR SORUNUMUZ VAR
AKP dönemi bir yana on yıllardır ana akım Türk medyasında yer bulamayan, bulduğu anda işinden olan, işsizlikten öte, yıllarca hapis yatan, onyıllarca ceza alan ve 90'larda olduğu gibi, öldürülen, işkenceden geçirilen, gazeteleri bombalanan Kürt gazetecilerin durumunu görmek için gazetecilikten hiç nemalanmamış olmak gerekiyor. Korkarım biraz da böyle bir sorunumuz var.
Kendi dönemleri değişince "persona non grata"ya dönüşen gazeteciler, karşılarındaki hükümet ve yandaşları gibi, her seferinde Kürt gazetecilerin aslında "hiç istenmeyenler" olduğunu göstermeye devam ediyorlar. Türkiye'de hayatın farklı birçok alanına sinmiş bu samimiyetsizlik siyasi veya fikri mücadele verenlerin inandırıcılıklarını daha en baştan kırıyor, çabalarını etkisiz kılıyor.
Belgeselde, görüş, haber ve yazıları nedeniyle işsiz bırakılan gazetecilerin hikâyeleri, kendi anlatımlarıyla dile getiriliyordu.
Gazeteci Hasan Cemal'in Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı yaptığı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle hazırlanan belgeselin müziğini Erhan Güleryüz yaptı. Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say'ın da eserlerini kullanma izni verdiği belgeselin ilk gösterimi, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü etkinlikleri kapsamında sponsorluk desteği veren İsveç İstanbul Başkonsolosluğu'nda gerçekleştirildi.
Projede Can Dündar, Fatih Yağmur, Uluç Özcü, Sibel Oral, Ahmet Şık, Murat Aksoy, Hasan Cemal, Derya Sazak, Fatih Altaylı, Bekir Coşkun, Ayşenur Arslan, Gürkan Hacır, Sevim Özay, Rıdvan Akar, Aydın Doğan, Doğan Ertuğrul, Yekta Kılıç, Tuğçe Tatari, Mustafa Kuleli yaşadıklarını anlattı.
AHMET ŞIK VE TUĞÇE TATARİ İTİRAZ ETTİ
Belgeselde konuşmalarına yer verilen Ahmet Şık ve Tuğçe Tatari dün, birbiri ardına yaptıkları açıklamalar ile belgeselde yer alan Derya Sazak, Fatih Altaylı gibi yönetici konumundaki gazeteciler ve Aydın Doğan gibi patronların kendileriyle aynı şekilde değerlendirlemeyeceğini söyleyerek tepki göstermişti.
BİR İTİRAZ DA HAMZA AKTAN'DAN GELDİ
Özgür Politika gazetesinde yayınlanan yazısında gazeteci Hamza Aktan, "sadece işsiz kalsa haline şükredecek onlarca Kürt gazeteciden numunelik de olsa birine bile mikrofon uzatılmaması belgeselciler gibi izleyicilerden de kimsenin dikkatini çekmedi" dedi. Aktan yazısına şöyle devam etti:
"... AKP'nin kendi medyasını yaratması nedeniyle yersiz-işsiz kalan çok sayıda Türk gazetecisinin iyi dönemlerinde, basına yönelik sansüre, baskıya karşı tavırları bugün Nihal Bengisu Karaca veya Mehmet Barlas'ın yaklaşımı nasılsa öyleydi.
Hele ki Kürt medyasına yapılan baskılara karşı –belgeseldeki az sayıdaki ismi tenzih ederek- tavırları Engin Ardıç'tan farksız değildi. Dahası o dönemin medyokratlarının birçoğu, tıpkı bugünkü hakim medyada olduğu gibi, Kürtlere ve basınına yönelik baskının bizzat savunucusu veya uygulayıcısı öznelerdi. Emin Çölaşan'ın hedef göstermediği, Fatih Altaylı'nın hakaret etmediği, Güngör Mengi'nin dalga geçmediği, Yılmaz Özdil'in kin kusmadığı Kürt siyasetçisi yoktu. Bugün "yandaş" olarak tarif ettikleri meslektaşlarından eksikleri yoktu, belki fazlaları vardı.
HERKESİN FİKİRLERİNİ BEYAN ETME HAKKI VAR AMA...
Her ne kadar Türkiye'de aralarında yukarıdaki bazı isimlerin de yer aldığı çok sayıda gazeteci-yazar bir Avrupa demokrasisinde olsa Kürtler ve "diğer" kimlikleri hedef alan vurguları nedeniyle nefret suçundan yargılanacak sıfatta ise de, siyasi görüşü ne olursa olsun her gazetecinin fikirlerini beyan etmeye hakkı var. Aksisi, yani buna karşı siyasi baskı da kabul edilemez. Ancak sansür ve ifade özgürlüğü sorununa dikkat çekerken bile gazetecilerin Kürt meslektaşlarına yönelik baskıyı gizliyor olmaları bir dil sürçmesinden çok daha fazlasını anlatıyor. Bu aslında kimlik değiştirse de "Türk" basınının konu ne olursa olsun Kürtleri de içerdiğinde devletiyle olan ittifakını, dil-yaklaşım birliğini gösteriyor.
Kürt gazeteciler hapiste çürüyedursun ancak arkadaşı hapse girdiğinde Taksim'de yürüyebilen, Kürt gazeteci Sabah'tan Akşam'a o gazeteden öbürüne, sonuncusundan da sokağa atılsın, ancak kendisi veya yakın arkadaşı işsiz kaldığında dayanışma hisleri beliren gazeteciler veya devletin tüm anti demokratikliğinin biriktiği Kürt sorununa ilgisiz basın gerçeğinin değişmediğini yeni örneklerle kavramaya devam ediyoruz.
Gazeteci hapse atan Gülen cemaatinin kendi muhabirleri hapse girdiğinde "özgür basına operasyon" diye ayağa kalkmasındaki tezat gibi.
KORKARIM BİRAZ BÖYLE BİR SORUNUMUZ VAR
AKP dönemi bir yana on yıllardır ana akım Türk medyasında yer bulamayan, bulduğu anda işinden olan, işsizlikten öte, yıllarca hapis yatan, onyıllarca ceza alan ve 90'larda olduğu gibi, öldürülen, işkenceden geçirilen, gazeteleri bombalanan Kürt gazetecilerin durumunu görmek için gazetecilikten hiç nemalanmamış olmak gerekiyor. Korkarım biraz da böyle bir sorunumuz var.
Kendi dönemleri değişince "persona non grata"ya dönüşen gazeteciler, karşılarındaki hükümet ve yandaşları gibi, her seferinde Kürt gazetecilerin aslında "hiç istenmeyenler" olduğunu göstermeye devam ediyorlar. Türkiye'de hayatın farklı birçok alanına sinmiş bu samimiyetsizlik siyasi veya fikri mücadele verenlerin inandırıcılıklarını daha en baştan kırıyor, çabalarını etkisiz kılıyor.