PERİHAN MAĞDEN KULUÇKAYA YATMIŞTI, CİVCİVİ GÜN IŞIĞINA ÇIKTI!

Hakkı Devrim önce meşhur polemikçileri sıraladı, sonra bombalamaya başladı...

Size bir rahatsızlığımı anlatmaya çalışacağım. Biliyorum kolay olmayacak

Birilerini eleştirecekseniz söze kendinizden başlamak iyi olur: Oturacağınız sandalyenin tozunu almak gibi bir tedbirdir. Kural haline getirilmese de köşekadıları yazdıkları gazetenin köşe tutmuş diğer kadılarıyla ağız dalaşına girmezler. Girmezlerdi, demek daha doğru olacak galiba.
Son Saat’te, Tercüman’da, Havadis’te haber dışı yazdıklarım bir çerçeve içine oturtulsa da, devamlı kadılıktan sayılmazdı. Tiyatro, sinema ve radyo eleştirileriydi arada bir yayımlanan. Diğerleri mülakatlar veya araştırma yazılarıydı. Bu sebeple benim köşekadılığım Yeni Sabah’ta başladı derim. Adı Fısıltı Gazetesi idi; dedikodu köşesi de denebilirdi. Nedir ki benim yaptığım salon, sosyete, kokteyl dedikoduları değil de çevre haberleriydi. Ankara’da siyaset kulisleri, iş çevreleri, sanatçıların, yazar ve gazetecilerin dünyasından söylentiler ve gizli kalmış, saklanmış gerçek hikâyelerdi. Ben o köşede, meslektaşlık raconudur diye görmezden gelmez, punduna getirip eski adıyla fıkra muharriri arkadaşları da çimdiklerdim ara sıra. Yadırgamazlardı, diyemem.
Eskilerden söz ediyorum.
Günümüzde çok şey gibi, gazete içi dayanışma geleneği de terk edildi. Eskisi kadar hassas davranılmıyor bu konuda.
Kadılar arası ilişkilerde bence iki önemli fark var. Rastgele örneklerle anlatmaya çalışayım:
* Milliyet gazetesinde kapitalizmi, Tercüman gazetesinde sosyalizmi savunan yazarlar bulunmazdı mesela. Çok partili düzenin ilk yıllarında Dünya gazetesinde Demokrat Parti’yi, Vatan gazetesinde Halk Partisi’ni destekleyen yazara kolay kolay rastlayamazdınız.
Bu durumu, gazetelerin haberleri, başlıkları, hatta fotoğrafları, yorumları ve yazılarındaki tercihler farklı olur, basın böylece farklı cephelerde saf tutmuş taraflara ayrılırdı, diye de ifade edebiliriz. Bu durumda Çetin Altan’ın muhafazakâr Yeni Sabah gazetesinde, ne bileyim dinci Necip Fazıl Kısakürek’in laik Hürriyet gazetesinde yazmaları da düşünülemezdi.
Böyle olması gerekir, demek istemiyorum. Günümüzün alışveriş merkezlerinde olduğu kadar gazetelerde de haberin, fotoğrafın, yazarın mümkün bütün çeşitleri bulunmalıdır inancına katılmasam da, cephe gazeteleri olarak saflar halinde karşı karşıya kalmalarını da anlamsız buluyorum.
Parti ve ideoloji gazeteleri olacaksa olsun! Bence böyle bir zaruret yoktur evet, ama olmasında sakınca da yok. Yeter ki ne idüklerini saklamasınlar. Özgür ortamda böylesine düzenbazlığa ihtiyaç duyulacağını da sanmıyorum.
* Köşekadıları açısından önemli ikinci farka gelince.
Aynı takım oyuncuları arasında kavga çıkıyor. Farklı gazetelerden, hele cephe gazetelerinin köşekadıları arasında çatışmalar olmaz mı? Olmaz olur mu? Hatta onlar da çatışmazsa, kimler saldıracak birbirine diye de sorulabilir, bu sual...
Kavgaları kim başlattı, bunu karıştırabilirim. Ama son günlerde farklı takımların oyuncuları arasında, benim de farkında olduğum atışmalar, çatışmalar var.
Oktaş Ekşi-Ergun Babahan; Ahmet Kekeç-Yılmaz Özdil; gene Ahmet Kekeç-Ali Kırca; Taha Kıvanç-Oktay Ekşi; Türker Alkan-Akif Beki... farklı gazeteler arasındaki son çatışmalardan benim fark ettiklerim.
Perihan Mağden kuluçkaya yatmıştı, civcivi gün ışığına çıktı. Günlük bir gazetede yazdığını görmedim, yazsa haberim olur. Ama Nagehan Alçı sataştı ona. Ayşe Arman alenen ve resmen terbiyesizlik etti. Neye cevap verdiklerini bilmiyorum. Perihan da haşindir yazarken. Ama Ayşe, o kavga etmeyi de bilmiyor. Neyse... Devam etmiyorum, çünkü Perihan benim, kıymetli olduğu kadar da sevgili çocuklarımdan biridir. Doğru bulmasam da taraf tutabilirim.
Asıl diyeceğim şu. Ben onları fark ettim, aynı halin başka örnekleri de olabilir.
Birkaç gündür Hadi Uluengin ile Nuray Mert arasında bir yazışma, daha doğru tabiriyle kapışma cereyan ediyor. Aynı gazetenin iki yazarı. Farkındasınız herhalde Nuray hem Radikal’de ve bir süredir hem Hürriyet’te yazıyor. (Bu da tartışılabilir bir ikili konumdur, ki o kadarı bana düşmez. Vaktiyle aklın almayacağı bir durumdu. O devirden kalmalar yadırgarsa, ayıplamamak gerekir.)
*
Bunları niye yazıyorsun sen şimdi, diye de sorar mısınız?
Anamın babamın da değil, daha büyüklerin durumuna düşer gibi oldum ben. Ara nesil giderek apartman düzenini de benimsemişti. İstanbul’da da kira evlerinde oturduk biz. Hepsi bahçeli olmasa da müstakil evlerdi. Ama giderek alıştık apartmanlara da...
Bilemem, bekli de eski usul kiralık ev bulmak giderek güçleşmiş, o cânım bahçeli evler zamana uyarak apartmanlaşmıştı.
Florya-Basınköy’deki kooperatifimiz tamamlandığında, 10 müstakil ev için kura çekilecekti. Eminönü Halkevi’nde bu maksatla bir toplantı yapıldı. 10 000 lira farkı ben, emekli ikramiyemden öderim demişti, o günlerde emekliye ayrılan babam. Annem, babam ve biricik kardeşim, o kooperatif evinde oturacaklardı. Tapu Kadastro Umum Müdürlüğü’nün 42 yıllık memuru ve en kıdemli Tapu Sicil Muhafızları’ndan biriydi babam. Ama emekli olana kadar birçok şehirde hep kiralık evlerde oturmuştu.
– Emekli ikramiyesiyle mütevazı bir ev veya daire alamaz mıydı, diyeceksiniz?
Bizim kooperatifteki, müstakil evlerin değil, apartmanların bedelini bile karşılamazdı babamın emekli ikramiyesi.
Geçelim!
Kura günü babam, Zeynep ve ben, üçümüz gittik halkevine. Zeynep minicikti. Onu babamın kucağına aktarıp, sahneye ben çıktım kura çekmek üzere. Babam ya 5, ya da 6 kapı numaralı evi istemişti; bu iki dairede marangoz atölyesi olarak kullanabileceği bir yer bulunduğu için. 5 numarayı çektim. Hemen babama döndüm, müjdeyi vermek için. Elinde mendil, gözyaşlarını siliyordu. Yıllar sonra bahçeli müstakil bir eve kavuştuğu için heyecanlanmıştı rahmetli.
Yaşlılığın ve alışkanlıkların ne demek olduğunu, aradan çok yıllar geçtikten, 41 yıl önce babamı kaybettikten sonra öğrendim.

Hakkı Devrim/Radikal