PELİN BATU: MURAT BARDAKÇI VE ERHAN AFYONCU'NUN FAŞİZAN DÜŞÜNCELERİ VAR!
İki yıl süren "Tarihin Arka Odası"ndan ‘Eleni'den Mektuplar' adlı oyunla tiyatro sahnelerine geri dönen Pelin Batu, Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül'ün sorularını cevapladı.
Üç yıllık bir aradan ‘Eleni’den Mektuplar’ adlı oyunla tiyatro sahnelerine geri dönen, iki yıl ‘Tarihin Arka Odası’ programında tarihi konuşan, üçüncü şiir kitabının son hazırlıklarını yapan Pelin Batu, Medyaradar’ın usta röportajcısı Yüksel Şengül’ün sorularını cevapladı. Batu’yla, tarihten özel hayatına, medyanın sorunlarından ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisiyle ilgili şok açıklamalara kadar pek çok şeyi konuştuk.
Röportaj:Yüksel ŞENGÜL
Taksim’de Gümüşsuyu yolunun AKM (Atatürk Kültür Merkezi) girişindeki ilk binada yer alan Gezi Pastanesi’nde buluştum Pelin Batu’yla... Başındaki şapkası ve ön tarafında gözlerinin üzerine düşen dantelleriyle önceki yüzyıldan bir güzel hanımla sohbet edermiş farklılığını yaşattı bana... Sohbete tiyatroyla başladık...
Pelin Batu üç yıldır tiyatrodan uzaktı. Şimdi ‘Eleni’den Mektuplar’ adlı oyunla güzel bir dönüş yaptı. Üç yıl boyunca gözlerden uzakta olmanızın nedeni ya da nedenleri var mıydı?
Aslında çok basit nedenleri var. Ben 3- 4 yıl önce doktora yapmaya başladım ve takdir edersiniz ki doktora, inanılmaz disiplinli olmayı gerektiren ve zaman alan bir şey… Ama tiyatro yapmaya kalktığınızda her hafta ne olursa olsun sahneye çıkmak zorundasınız. Bir bahanesi olmuyor. Dolayısıyla ben de doktora yaptığım süre boyunca sadece çalıştım ve okula düzenli bir şekilde giderek tezimi bitirmeye odaklandım. Sonuç olarak o işler bitti, tezi teslim ettim ve artık başka işlerle uğraşabiliyorum. Nedeni budur.
Okul bitti mi?
Okul bitti ama ben okulda kalmak istiyorum. Kendimi en mutlu hissettiğim yer aslında kampus. Çünkü orada genç insanlarla çevrili oluyorsunuz. Sürekli yeni şeyler öğrenmek isteyen ve heyecan duyan insanlarla birlikte… Zaten hocalarıma bakınca çok genç ve yaşam enerjileri yüksek insanlar görüyorum. Bana göre okulda kalmak sonsuz hayatın formülü gibi bir şey.
Doktoranızı edebiyat üzerine yaptınız ama aslında Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunusunuz.
Tarihi gerçekten çok seviyorum, çünkü bence sosyal bilimler birbiriyle çok bağlantılı. Mesela doktora tezimi hazırlarken edebiyattan çok felsefe okudum. Özellikle bazı metinleri belli filozofların bakış açısından okumam ve yorumlamam gerekti. Dolayısıyla, ister felsefe ister edebiyat olsun hepsini büyük bir bölüm gibi görüyorum. Ama ne yazık ki Türkiye’deki eğitim sisteminde tek bir bölümden mezun olup başka konularda hiçbir şey öğrenemiyorsunuz. Bazı bölüm hocaları bile kendi alanları dışında dünyadan bi haber, sosyal konularda sıfır… Oysa bana göre, özellikle sosyal bilimlerde konular birbiriyle ilişkilendirilebilir ve bunun da faydası olduğunu düşünüyorum. Mesela tarih bilgim olmasaydı oyuncu olarak tarihi bir metni yine oynardım ama şimdiki bilgimle bakınca ‘Eleni’nin Mektupları’ adlı oyunu yaşamakta ve duyguları ortaya çıkarmakta daha net bir bakış açısı yakalıyorum.
Uzun bir aradan sonra perde sizin için 10 Aralık cumartesi günü kalktı ve ilk oyunu sergilediniz. O dönüşün getirdiği heyecan nasıl oldu?
Bunun için kendime kızıyorum ama sahneye çıktığımda o kadar rahat oluyorum ki sanki kendi evimde arkadaşlarıma oyun oynuyormuş gibi hissediyorum. Sanırım bunun sebebi, yıllarca televizyonda canlı yayınlara çıkmış, çok sayıda üniversiteye konuşmacı olarak katılmış olmam olabilir. Düşünsenize, 500 – 600 kişiye konuşma yapınca sahne korkusu da olmuyor. Ama tabi ki sahneye çıktığımda içimi mutlulukla dolduran bir heyecan yaşıyorum. Kendimi iyi hissediyorum. Sahneye çıktığımda bütün dünya bitiyor ve alternatif boyuta geçmiş oluyorum, her şey duruyor.
İşin sırrı, tılsımı sanırım rahatlıkta…
Ben başından beri çok panik yaşayan bir insan değilim. Belki de bunun sebebi, daha beş yaşındayken evimizde gazetecilerin olmasıydı. Babamdan dolayı evde her zaman bir kalabalık olurdu. Sedat Ergin ve Cengiz Çandar annemin ve babamın yakın arkadaşlarıydı. Bu insanlarla büyüdüm ve medya, gazete dünyanın en doğal şeyi gibi geldi.
O zaman neden gazeteci olmayı düşünmediniz, sizin de bir köşeniz olsaydı…
(Gülüyor) Aslında bana ‘Daha başka ne yapacaksın?’ diyorlar. Çünkü oradan oraya atlıyor gibi bir görüntü çiziyorum. İnsanların ne dediği çok da umurumda değil. En son Rotary Kulübü’nün düzenlediği bir ödül törenine katıldım. Ödül sonrası yaptığımız bir söyleşide bana ‘Sizin mesleğiniz ne?’ gibi bir soru soruldu. Düşünün, çok hoş, okumuş yazmış zarif insanların kafasında bile bu tarz karışıklıklar var (gülüyor). Şiir yazıyorum ve dünyada hakikaten kendimi en iyi ifade ettiğimi sandığım ve en keyif aldığım iş şiir yazmak. Ama sadece şiir yazarak hayatınızı idame ettiremezsiniz ve sadece şiir yazarak hayat da geçmez. Gazetecilik konusuna gelirsek, insanın kendisini ifade edebilmesi ve köşesinden düşüncelerini ve hissiyatını açıklayabilmesi çok büyük bir lüks ama gündemi de yoğun bir şekilde takip etmek gerekiyor. Bu da bizim gibi bir ülkede insanı sinir krizinin eşiğine getirebiliyor.
Gerçekten de zorlu bir süreç olsa gerek…
Habertürk’te televizyon programı yaparken kanalın internet sitesinde bana bir köşe verdiler. Sonuç olarak 4-5 ay yazdım ve bu süreçte sağlıklı yorum yapabilmek adına bir günde on tane gazete okuyup gündemde ne oluyor ne bitiyor diye takip ediyordum. Bir süre sonra psikolojimin bozulduğunu hissettim, çok yıpratıcı. Ülkemizde her gün farklı bir kriz çıkıyor, duyarlı ve hassas bir insansanız çok sinirleniyorsunuz.
O zaman sizin bünyenize göre değil gazetecilik...
Galiba değil (gülüyor)...
Öncelikle kendi ailem… Şunu söyleyeyim ‘Tarihin Arka Odası’ programından ayrılma nedenim de aslında aile meselesiydi. Çünkü anneannemin konusu açılmıştı, daha doğrusu dil meselesi. Ben de ‘Keşke hepimiz anneannelerimizin ve dedelerimizin lisanını bilsek’ dedim. Bu çok büyük bir zenginlik olurdu. Mesela annemin tarafı Türkiye’ye II. Dünya Savaşı sonrası gelmişler. Arnavutluk ve Makedonya’dan geldiklerinde anneannem bir kelime bile Türkçe bilmiyormuş. O dönem yaşadığı zorlukları anlattı. O programda da bu konuşulmuştu ve ben çok kırıldım, ardından da ayrıldım. Anneannemi birkaç sene önce kaybetmiştim.
Başınız sağ olsun...
Teşekkür ederim. Hayatımdaki en önemli insandı ve anneannemi kaybettiğimi düşündükçe, çok daha duygusal bir insan oluyorum (Pelin Batu’nun gözleri doluyor). Keşke ondan daha çok hikaye dinleseydim ve onun hayatını yazsaydım. Belki bir gün yazarım, bilmiyorum. O iki toplum arasında sıkışmış kalmıştı. Ne oralı ne de buralı olma durumunu çok iyi biliyorum. Şimdi tiyatro sahnesine taşıdığım Eleni de öyle bir kadın. İzmir’de Rum bir ailenin mensubu olarak doğmuş ama 1923’te yaşasaydı belki de Yunanistan’a paketlenip gönderilecekti, tıpkı oradaki Türklerin buraya gönderildiği gibi… O zaman bile buradan oraya giden Rumlar topluma entegre olamamış. Çünkü burada doğmuşlar. Eleni her ne kadar Türk kimliğini üzerine yapıştırsa ve ismini değiştirse de geçmişindeki o hikayeler, içinde adeta bir tümör gibi büyümüş. Bir tarihçi olarak o dönemi okudum ve araştırdım, daha çok kendi ailemin duygularını kendime kanca atıp çıkarttım.
Yabancısı olmadığınız ve anneannenizden gelen duyguları öne çıkarmışsınız.
En son bu ayın başında bir Balkan konferansına katılmak üzere İrlanda’ya gittim. Orada, Balkanlar’da yaşanan trajedinin, ki burada bir ırk ayrımı yapmıyorum, dünya tarihçileri için bile ikinci plana atıldığını ve fazla irdelenmeyen bir konu olduğunu gördüm. Trakya’da, bu yüzyılda dünyanın en büyük insanlık trajedilerinden biri yaşandı ve zaman geçtikçe bu konuların derinlerine giriyorum. Geçmişimi araştırmaya ve köklerimin neler yaşadığını anlamaya çalışıyorum. Eskiden ‘Biz Arnavutuz, Makedonuz’ diye konuşulurdu ama bunları çok fazla irdelemezdim. Şimdi çok daha fazla duygusallaştım, bir Balkan müziği duyduğumda gözlerim dolmaya başlıyor, garip bir şey oldum.
Tomris Giritlioğlu’nun yaptığı ‘Güz Sancısı’ filmi de 6-7 Eylül olaylarını anlatıyordu. Filmi izlediniz mi?
Evet, izledim. O dönemle ilgili çok film yapılıyor. Yakın zaman önce Çağan Irmak’ın ‘Dedemin İnsanları’ filmi de vizyona girdi ama yoğunluğum dolayısıyla izleyemedim. İlk fırsatta izleyeceğim. Bütün bu yapılan işleri, filmleri, kitapları, oyunları yan yana koyunca bunların tesadüf olmadığını düşünmeye başladım.
Sizce neler oluyor?
Sanıyorum gittikçe o dönemle yüzleşmeye ve konuyu içselleştirmeye başladık. Çünkü eskiden bunlar zaten konuşulamazdı, şimdi konuşuluyor. Dersim’i konuşuyoruz ve bunları yapabildiğimiz için bu eserler çıkıyor. Ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum ama öğrendiğimde çok enteresan gelmişti. Şili’deki Pinochet darbesinden sonra orada çok büyük acılar yaşandı ve bunlar filmlere ve kitaplara döküldü. Ama ülkemle karşılaştırdığımda bizde darbeyle ilgili beş film varsa, orada bin tane film yapılmış. Orada yüz tane roman varsa, burada beş tane roman var. Niye böyle gecikiyoruz diye düşündüm ama onlar belki farklı bir millet oldukları için açıklanabilir. Yine de insanlar tarihte yaşadıkları büyük olayların üzerinden zaman geçtikten sonra ona belirli bir mesafeden bakmaya başlıyorlar. Mesela en az bir yirmi yıl geçmesi gerekiyor ki ‘Evet, biz de ne kadar utanç verici şeyler yapmışız’ diyebilelim. Yine de bunları derinden hissederek söyleyebilmek için oto sansürlerin kalkması gerekiyor. Bunun halen tam anlamıyla kalktıklarını da düşünmüyorum. Hiç kalkmadı, çünkü hala gazetelerimize ve yazarlarımıza baktığınızda, ‘Şunu yazarsam içeri atılır mıyım, işsiz kalır mıyım?’ korkusu yaşayan insanları görüyorsunuz.
Fiziksel olarak olmasa da bir linç edilirim korkusu oluyor galiba... Uğur Dündarı unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin çok önemli ve saygı duyulan habercisi şu anda işsiz…
Ben şu mantığı anlamıyorum. Her sene ülkenin en çok güvenilen insanı seçilen, kanalına en çok parayı kazandıran bir haberci o... Nasıl bu hale gelir? Bu bir tesadüf olamaz diye düşünüyorum. Çünkü öncesi de var. Emin Çölaşan’ın, Bekir Coşkun’un yaşadıkları ortada. Daha önce vurulan, öldürülen gazeteciler var. Belki şu anda darbe olmuyor ama farklı darbeler oluyor. Çünkü darbe sadece askerden gelmez.
Baskın Oran’ın yaptığı; “Türkiye’de sadece Rum kimliğinin değil, Ermeni, Yahudi, Kürt, Alevi ve pek çok kimliğin görünür hale gelmesiyle, kendini yeniden tanımlayan bir toplum olduk ve birçok bireyin öyküsü etrafımızda yaşanıyor. Gizli tarihlerde kişisel hikayeler ortaya çıkıyor” açıklamasını oyununuzun tanıtımında da kullandınız. Katılıyor musunuz?
Bununla ilgili şöyle bir şey anlatayım; Koç Üniversitesi’ne konuşmacı olarak davet edilmiştim. Çevreyle ilgili bir konuşma yapmamı istediler. Karadeniz Bölgesinde bulunan Munzur Vadisi’yle ilgili bir konuşma yapmaya başladım. Orada 11 tane hidroelektrik santrali yapılıyor ve Ganj nehri nasıl Hindular için kutsalsa, Aleviler için de Munzur nehri o anlamı ifade ediyor. İşte şu anda bu kadar önemli bir nehri, üzerine hidroelektrik santralleri yaparak mahvediyorlar. Böyle bakınca bu konu çevre meselesinden çıkıyor. Bunu en son Dersim’de yaşadık. Ermenilerle ilgili olarak, ülkemin devlet büyükleri çok ayıp açıklamalar yapıyor. En son bu senenin başında ‘Gerekirse onların hepsini göndeririz, postalarız’ gibi bir cümle sarf edildi. İşte bunları yan yana koyup ülke manzarasına bakınca, üzülüyorum. Elbette öte tarafta güzel şeyler de olmakta ve oluyor, bunu da inkar edemem. Ancak, kafamızı kuma gömüp tarihimizle yüzleşmezsek, ileriye gidemeyiz, bu her türlü azınlık meselesi için geçerli.
Tarihle yüzleşme çabalarını yeterli görüyor musunuz?
Değil ama bence bu tür filmler ve yapımlar en azından insanların yavaş yavaş geçmişleriyle ilgili konuşmaya başlamalarının bir göstergesi. Ama önce politikada bazı değişikliklerin olması lazım.
Pelin Batu, şu anda Türkiye’de yaşayan azınlıklarla ilgili ne düşünüyor? Özgür yaşayabiliyorlar mı?
Bence hala korkuyorlar. Mesela anayasa toplantıları yapılıyor ve çok güzel bir girişim. Yöre yöre, bölge bölge dolaşılıyor ve oranın halkına anayasadan ne talep ettiği soruluyor. Büyükçekmece’de çok fazla Kürt popülasyonunun olduğu bir yere gittik ve orada yeni anayasadan ne beklediklerini sorunca, hemen hepsi ana dil ve kendilerini özgürce ifade edebilme meselesini söyledi. Belli topluluklar sorunlarını dile getirebiliyor ama mesela Rumlara bakınca bunu yapmaları çok zor. Çünkü topu topu üç bin kişi var ya da yok. Bir de Türkiye mozaik diyoruz, öyle bir şey kalmadı ki.
Bu konuda güzel adımlar da atılmadı mı?
Elbette güzel şeyler de oluyor. Ekümenlikle ilgili güzel şeyler oldu. En son çıkan azınlıkların mal varlığıyla ilgili yasa da son derece güzel.
Dersim’le başlayan hesaplaşma ve özür süreci nereye kadar gider? Olumlu olarak bir takım kapıları ve perdeleri açar mı?
Ermenistan’a iki üç defa gittim ve orada konferanslara katıldığımda, o tarafın bizden daha problemli olduğunu gördüm. Biz ‘Tarih komisyonu kurulsun, tarihçiler dosyaları açsınlar ve geçmişte ne yaşanmışsa ifşa edilsin, bütün belgeler ortaya dökülsün’ diyoruz. ‘Buna göre de özür dilenecekse dilensin’ diyoruz. Bu çok sağlıklı bir şey. Ancak yine de kimi devletlerin bazı sırları olur ve bunların doğru zamanda ortaya çıkması önemlidir. Yanlış zamanda ortaya çıkarsa, daha kötü bir tepkiye yol açabilir. Soğukkanlı davranmak lazım ve aynı şeyi Dersim için de düşünüyorum. Dersim’de yaşananların tarihi çok daha yakın, bu insanların bazıları hala yaşıyor ve röportajları çıkıyor. Nehirde kanlar içinde yüzen 90 yaşında nineler konuşuyor. Çok acı şeyler yaşanmış ve iyi ki konuşuluyor. Ama bir taraftan bu olurken, bir yandan da Kürt politikalarıyla ilgili bana göre böyle inanılmaz profesyonellik dışı şeyler yapılıyor. Kolay bir konu olmadığının farkındayım ama kimi devlet adamları çıkıp ‘Kürt meselesi bugün hiç olmadığı kadar iyi, biz şu kadar terörist öldürdük ve şu kadar dağ bombaladık’ diyorlar. Oysa böyle yaparak sorunun çözülemediği 30 yıldır ortada. Dolayısıyla Dersim’le ilgili geçmişte yaşanan ayıpların konuşulması güzel ama bunun sadece bir partiye darbe vurmak için yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu sanki iki partinin arasındaki didişme kıvamında ilerliyor.
Unutmamak gerekir ki ilk kez bir başbakan çıkıp özür diledi. Ne olursa olsun tebrik etmek lazım, çok iyi bir adım değil mi bu?
Elbette çok güzel bir davranış, çok güzel bir adım. Başbakan’ı tebrik etmek gerekir. Kesinlikle çok iyi ve ben adilane davranmak istiyorum, her şeyi eleştirmek istemiyorum. Ne var ki bir taraftan da Kürt meselesi var. Bu Kürt açılımı, açılımdan çok kapanım oldu. Bir taraftan bir şeyi alkışlarken öbür taraftan eleştiri de yapabilmemiz lazım. Benim sorunum o, yoksa iyi yapılan şeyleri hepimiz alkışlarız. Ne güzel yaptı deriz. Ama eleştirmek lazım ve otokritik de gerekiyor. İnsanlar hata yapabilirler, belli politikalarda sorun çıkabilir ama birbirlerini dinlemiyorlar. Tartışma programlarına bakın, politikacılar birbirlerine bağırıyorlar. Gazeteciler de öyle, yani ülkede şu anda tam bir kakafoni ortamı var.
‘Tarihin Arka Odası’ çok farklı bir programdı. Tarihi çok severim ve orada konuşulanlar beni cezbetmiştir. Siz de iki yıl bu programda oldunuz, emek verdiniz, ter döktünüz. Ne umdunuz, ne buldunuz? Gerçekten o programda olduğunuz süre içinde mutlu olabildiniz mi?
Bu konuya bakışım siyah beyaz kadar net değil. Şu açıdan çok mutluyum ki o kadar yıl Boğaziçi’nde tarih okudum ama o programda herhalde daha çok tarih bilgisine ulaşmış ve çalışmışımdır. Mübalağa etmiyorum, çok çalışkan bir insanımdır. Her programdan önce iki üç tane kitap okuyor, sayfalarca not tutuyordum. Çünkü tarih araştırdıkça yeni şeyler ortaya çıkan bir dal… Türkiye özellikle tarih konusunda çok iyi araştırma yapan bir ülke, tarihe çok meraklı bir milletiz. O yüzden de program bana çok şey kattı. Bilgi tazeledim. Bunun yanında zorlukları da vardı. Program canlı yayınlanıyordu ve yedi saat sürebiliyordu.
Bu bir rekor değil mi?
Eminim programın saatlerini toplasak ve başvuru yapsaydık bir rekora sahip olabilirdik. O kadar uzun sürmesi, fiziksel yorgunluğun ötesinde sürekli bir gerginlik olması, bazen insanı kırıyordu. Ben duygusal bir insanım ve kırılınca bu hemen yüzüme yansır, orada rol yapamazdım. O yüzden de kırıldığım oluyordu. Ama ben profesyonelim. Açıkçası programın bu kadar tutulacağını ve sevileceğini düşünmüyordum. Az bir seyirciye birkaç saat konuşuruz diye düşünüyordum. Ancak inanılmaz reytingler aldık. Bir gecede 10 bin mail geldiğini biliyorum.
Yaklaşımınız hep farklıydı. Türkiye’de tarih, yıllar yılı kapalı kapılar arkasında konuşuldu, gizlendi. İlk kez yavaş yavaş tarih odaları havalandırıldı, kapılar aralandı...
Bu çok güzel bir gözlem, çok güzel bir yaklaşım. Bakın, anne ve babamdan biliyorum ki tarih en sıkıldıkları ve en sevmedikleri konuymuş. Çünkü bizde tarih, ‘Şu yılda savaş olmuş, bu kadar kişi ölmüş, bu kadar yer kazanılmış’ şeklinde anlatılmış. Bu da insanlara sıkıcı gelmiş. Ama insan tarihini bilmezse kendisini de bilmez gibi geliyor bana. Bu biraz da klişe bir cümle farkındayım ama insan ezber cümlelerin haricinde bir tarihe ulaştıkça, yaşadığı toplumu daha yakından tanımaya ve anlamaya başlıyor. Tarih ve sosyoloji birbirinden bağımsız değil ve o yüzden cazip geliyor.
Program bittikten sonra Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu’yla görüşüyor musunuz?
Murat Bardakçı’yla Arda Gedik’in cenazesinde karşılaştık. Programımıza Arda Gedik katılmış ve keyifli bir sohbet yapmıştık. Sonrasında Arda Bey, eşi ve bizler hep birlikte yemeğe çıkmıştık. Onun cenazesinde karşılaştık ve o zamandan beri görmüyordum. Ama geçenlerde bana sağ olsun, ‘Neslişah’ isimli son kitabını imzalayıp göndermiş. Ancak Erhan’la (Afyoncu) hiç görüşmüyorum.
O programda sarf ettiğiniz en son cümle de ‘Artık size dayanamıyorum faşistler’ olmuştu galiba. Gerçekten bunu dediniz mi?
‘Faşistler’ demedim ama sonradan öyle yazıldı. Başka katıldığım programlarda, ‘Ne kadar faşizan bir görüşle yaklaştılar’ demişimdir. Bazı konularda faşizan düşündüklerine kesinlikle inanıyorum.
O programla ilgili olarak bize aktaracağınız unutulmaz bir anı var mı? Mesela sizin uyuduğunuz bir bölüm vardı…
(Gülüyor) Bence oradaki en komik şeylerden bir tanesi uyumamdan çok Murat Bardakçı tarafından uyandırıldıktan sonra ‘Vücudum attı’ cümlesini kullanmış olmamdır. Türkçe’de öyle bir kullanım yok çünkü. Ama siz de yaşamışsınızdır, tam uykuya dalmadan önce yükseklikten düşer gibi olursunuz ve uyanınca bir anda sıçrarsınız. Benimki de aynen öyle oldu. Bu durumu vücudum attı diye tarif ettim (gülüyor).
Bu tarz bir program düşünmüyor musunuz? Siz tarihçisiniz ve tarihe sevgi duyuyorsunuz…
Programdan ayrılırken, benim için bitti ve bir daha istemiyorum diye düşündüm. Programa tekrar dönmeyi düşünmüyorum, yaptık bitirdik ve programı tadında sonlandırmak önemli. Biraz zaman geçtikten ve ben rahat nefes aldıktan sonra belki bir başka tarih programı olur ama aynı formatta bir iş yeniden olmaz. Ayrıca şu üç sene içinde oyunculuktan o kadar uzaklaştım ki insanlar bana tarihçi gözüyle bakmaya başladı. Bu güzel bir şey ama oyunculuğu da çok özledim. Türkiye’de son yaptığınız işle anılırsınız ve insanlar öncesini unuturlar. Öyle garip şeyler oluyor ki insanlar ‘Siz oyuncu musunuz yoksa tarihçi mi?’ diye sordu. Tamam, tarihçilik her zaman bir tutku olacak benim için, çünkü sürekli okuyup yazıyorum ama oyunculuk eksik kaldı ve onu özledim. Bir süre için oyunculukla ilgilenmek istiyorum. İşte bu yüzden tiyatronun zamanlaması son derece doğru oldu. Bir de seyirciden size bir şey geçiyor, onların gülmesini ya da ağlamasını duyunca daha farklı oynamaya başlıyorsunuz. İnanılmaz bir enerji var.
‘Muhteşem Yüzyıl’ reyting rekorları kırıyor. Sizin ‘Tarihin Arka Odası’nda bir açıklamanız olmuştu. ‘Sultan Süleyman’la Sadrazam İbrahim Paşa arasında uygunsuz bir ilişki vardı’ demiştiniz. Bunu neye dayanarak söylemiştiniz, mutlaka bir kaynağınız vardır. Çünkü, büyük yankılar yaratabilecek bir açıklama bu...
Dönemin batılı kaynaklarından yapılan bir açıklama o... Şimdi hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam dönemin İngiliz Büyükelçisi, ki o dönemin büyükelçileri ajanlık yapmak için atanırmış. Çoğu da ülkesine sürekli rapor gönderirmiş. İşte gönderilen raporlardan birisi de bu olmuş. Buna birkaç yabancı kaynakta da rastlıyorsunuz. Bir dedikodu elbette. Aslında adamların gözüyle baktığınızda onların kültürüne çok yabancı geliyor sosyal ortam. Sultan Süleyman ve İbrahim Paşa, birlikte büyümüş, aynı odada uyumuş, aynı Lalalardan ders almış iki adam… Bu adamların kralları odalarında hiç yalnız kalmıyor ki. Bizde ise saray her ne kadar kalabalık olsa da harem hep kapalı bir dünya. O dönemde Osmanlı çok büyük bir güç ve Kanuni dönemi Osmanlı’nın altın dönemidir. Bu yüzden de merak ediliyor ve yaşam şekilleri hakkında bu tarz dedikodular yazılıp çiziliyor. Ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu da bilemeyiz.
IV. Murat’ın annesi Kösem Sultan da bir iktidar kavgasına girmemek, oğlunun yerine gücü elinde bulundurmak için onu kadınlara değil erkeklere yönlendirmiş önceleri... Siz tarihçisiniz, daha iyi bilirsiniz...
Oğlancılık! Hakikaten şimdi bunu söyleyince insanlar, ‘Siz, atalarımıza eşcinsel mi diyorsunuz?’ diyecekler ama eşcinselliğe bakış 20. yüzyıldaki gibi değildi ki! O dönemlerde, kadınlarla birlikte olmak aptallık olarak görülürdü. Kadın sadece çocuk sahibi olmak için kullanılan, evde çocuklara bakan bir varlıktı. Ama erkek, bütün entelektüel ve zevk aldığı şeyleri hemcinsleriyle yapardı. O bir normdu. Şu anda Ortaçağ Avrupası tarihi okuyorum ve günümüzde bize cinsel tabu olarak gelen şeylerin o dönemde ulu orta yaşandığını görüyorum. Kadınlar başka adamlardan hamile kaldığında, ‘Aaa şeytandan kaldı’ denilirmiş. Cinselliğe bakış açısı bu kadar farklıymış.
‘Muhteşem Yüzyıl’ı izliyor musunuz?
Hayır, hiç dizi izlemiyorum. Bu hakikaten ukalalığımdan değil, sadece çok sayıda iş yapıyorum ve bir dizi izlemek demek, bütün geceyi kapatmak demek olduğu için. Akşam izlemeye başlıyorsunuz, geç saatlere kadar devam ediyor. Reklamlar falan bana zaman açısından çok zorlayıcı geliyor.
Sizi güldüren ya da kızdıran yanlışlar oluyor mu diye soracaktım?
Dünyanın düz olduğuna inanıldığı bir dönemde Kanuni’nin odasında yuvarlak bir dünya küresi bulunması son derece anlamsız ama bunlar tabi ki bir kurgu.
Bazıları ‘Kanuni haremden çıkmıyor’ diye tepki gösteriyor.
Aslında gerçekten de Kanuni hayatının sadece bir iki yılını sarayda geçirmiş ve bunun dışında hep yollarda olmuş. Ama düşünsenize gerçekten Kanuni’nin hayatını anlatan bir dizi çekmeye kalksalar, Türkiye’nin bütçesi yetmezdi. Sürekli Balkanlar’da set kurmaları çok büyük bütçelerin olması anlamına gelirdi.
Böyle bir dizide oynamak ister miydiniz?
Bir dönem filminde oynamayı çok isterdim.
Nasıl bir dönemde mesela?
Mesela, 1920’lerin veya 1890’ların Paris’inde, Viyana’sında ya da Londra’sında geçen bir film olabilir (gülüyor). O dönemleri çok seviyorum ama 1400’lerde olmayı ya da 8. yüzyılın Konstantiniye’sini görmeyi de isterdim. Her dönemin farklı bir tarafını merak ediyorum. Özellikle Marko Polo’yla birlikte Çin’e gitmek harika olurdu. Çocukken ‘Clemantine’ diye bir çizgi film izlerdim ve çok severdim. Bir kız çocuğu bir balonun içinde tarihe yolculuk yapar ve o dönemin en ünlü isimleriyle maceralar yaşayıp geri dönerdi.
‘Kurtlar Vadisi’ dizisinin bazı sahneleri Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler bölümünde çekildi. Bu duyulunca tarihçilerin bir bölümü tepki gösterdi, siz ne diyorsunuz?
Belki şimdi söyleyeceklerim yüzünden ölüm tehdidi bile alabilirim ama Türkiye’de düşünce özgürlüğünden söz ediyorsak söylemeliyim… Kutsal Emanetler tabi ki çok önemlidir ve dünyanın dört bir tarafında da bu tarz şeyleri görmeniz mümkün. Ama bu konuda Umberto Eco’nun yazdığı gibi düşünüyorum, ona göre kutsal emanetlerin çoğu aslında fabrikasyon ve turist çekmek için yaratılmış. Mesela, Notre Dame Kilisesi’ndeki Yahya’nın dişi ya da Meryem Ana’nın gömleği gibi şeyler bana şüpheli geliyor… Bunlar var mı gerçekten? Bilinmez ama önemli olan insanların ona inanması. Ben olayı şu açıdan eleştirebilirim. Kutsal Emanetler’in bulunduğu yerde çekim yapıldıysa, bana göre bu eserlerin en iyi şekilde korunup korunmadığı sorgulanmalı, araştırılmalı. Açıkçası Türkiye’deki pek çok müzenin iyi korunduğunu düşünmüyorum. Türkiye’nin dört bir yanında müze gezdim ve bunların pek çoğunda isteseydim rahatlıkla hırsızlık yapabilirdim. En son Bozcaada’da bir müze daha ben oraya gitmeden iki hafta önce soyulmuştu. Zaten tarihe bakışınız çanak çömlek üzerinden ilerlediği sürece, bu tür şeylerin olması beni şaşırtmıyor.
Yıl, 1999... İlk filminiz ‘Harem Suare’ çekildi. Yönetmen Ferzan Özpetek ve siz Çerkez cariye Nevrez rolüyle kamera önüne geçtiniz.
Evet, ‘Harem Suare’ sinemadaki ilk filmim oldu. Sinemaya Ferzan’la başlamak çok inanılmaz bir tecrübe oldu benim için. Ancak işin acı tarafı, onunla çalıştıktan sonra Türkiye’deki hiçbir film setinin onun kalitesine erişemediğini görüp, üzüldüm.
Ne vardı setinde?
Sizin makyajınızla ilgilenen makyöz, senaryoyu hatmetmiş ve sizin psikolojinizi biliyor olması çok önemliydi. Sizi role fiziksel olarak hazırladığı gibi duygusal anlamda da hazırlıyordu. Her şey çok doğaldı. Zaten oradaki amaç, sizin güzel görünmeniz değil, role uygun olup olmamanızdı. Diğer filmlerde, yataktan full makyajla kalkan oyuncular görüyorsunuz. Makyözler işlerini yapmak istiyor ama oyuncular onları bunu yapmaya zorluyor. Neyse ki bu gidiş yavaş yavaş değişmeye başladı. Yine de Türkiye’deki film setlerinde oyuncuların sürekli didiştiğini ve birilerini çekiştirdiklerini görüyorum. Ya projeye inanmıyorlar ya da sürekli şikayet ediyorlar.
‘İlk sevdiğim film Amadeus’tu ve Mozart’a aşık oldum’ demiştiniz. Mozart’a olan aşkınız devam ediyor mu?
Evet, Mozart’a olan aşkım devam ediyor. En kötü olduğum zamanlarda hep Mozart dinliyorum ve mutlu oluyorum. Mozart dinlemek bana vitamin gibi geliyor. Bu tür dehaların dünyaya ancak 200 yılda bir geldiğine inanıyorum. Mozart ve Shakespeare böyle isimlerden. İyi ki böyle insanlar var. Çünkü Shakespeare’in bir sonesini okuyorsunuz ve kendinizi bambaşka bir zamanda yolculuk yapıyor gibi hissediyorsunuz.
Aşktan yana ne söylemek istersiniz?
Aşkla ilgili ne kadar çok konuşursam konuşayım o kadar az şey bildiğimi anlıyorum. Aşkın ne kadar güzel bir şey olduğunu konuşurken, aynı zamanda ne kadar acı verici olabileceğini konuşuyoruz. Ama sonuçta hepimiz afaki konuşuyoruz, çünkü onu yaşadığımız anda neler hissediyoruz önemli olan bu. Ertesi gün aynı şeyleri hissetmeyebiliyoruz, geçmişe bakıp ben gerçekten aşık mıyım diye sorgulayınca kafamızda soru işaretleri oluyor. Çünkü bende öyle olmuştu. Bu yüzden aşkla ilgili ne söyleyeceğimi tam olarak bilmiyorum, aşktan yana kafam karışık.
Aşık olunca hayatınızda neler değişiyor?
Her şeye çok daha güzel bakıyorum. En azından günün sonunda yaşadığınız tüm sıkıntı ve stresten, üzüntülerden kurtulmanızı sağlayacak birine gideceğinizi biliyorsunuz. Geçenlerde bir arkadaşım söyledi, ‘Aşk ölüm olgusunu bile unutturuyor’ dedi. İşte aşk böyle bir can simidi. Çünkü o kadar güzel ki, sükut-u hayal olunca ya da kafanızdaki mutlu resim parçalanınca bir o kadar acı verici olabiliyor. O yüzden aşkla ilgili üzülmek başka bir güzelliktir, çünkü insana ilham veriyor.
Siz bu güzelliği yaşadınız mı?
Yaşadım (gülüyor).
Şu an aşık mısınız?
Şu anda kalbim boş...
Son yaşadığınız aşkın finali de size büyük acı vermiştir.
İşin kötü tarafı o zaten. Ben her şeyden çok etkileniyorum. Geçen kuzenim söyledi; ‘Sen aşık olduğunda çoğu insandan daha tutkulu ve derin yaşıyorsun ama mutsuzluğunu da derin yaşıyorsun’ dedi. Oysa bunların böyle olması doğal, çünkü aşkta mutluluk ne kadar derin ve tutkuluysa ayrılık acısı da aynı oranda büyük oluyor.
Aşkta mutluluk ve mutsuzluk bir tarafa, ünlü olmanın ödettiği bedeller de oluyor. Bir ünlü aşk yaşıyorsa, özel hayatı ve duyguları sık sık manşet olabiliyor. Siz de Ahmet Hakan ve Teoman’la sık sık gündeme geldiniz.
Beni en çok rahatsız eden şeylerden biri de bu. Çünkü ben olabildiğince görünmez olayım, benim hayatım kimseyi ilgilendirmesin diye baktım olaya. Ama buna rağmen şimdiye kadar hangi filmde oynadıysam hemen hepsinde hakkımda bir dedikodu çıktı. Eskiden bu tarz haberlere çok sinirlenirdim ama artık gülüp geçiyorum. Ne yaşadığımı biliyorum çünkü. Sonuçta yakalanıyorsam yapacak bir şey de kalmıyor.
Evlilik hiç mi aklınızda geçmedi?
Şu anda evliliği düşünmüyorum. Çok sevdiğim Atıf Yılmaz’la yıllar önce otururken, oyunculuk mesleğindeki insanlar için ‘Onlar meslekleriyle evlidir’ demişti. Hakikaten zaman geçip de yıllar ilerleyince yanımda olabilecek ve güvenebileceğim, hayatımı güzelleştirecek birisi olsun istiyorum. Ancak bunun adı evlilik olması gerekmiyor. Ben onunla dünyayı gezebileyim, iki üç ay Güney Afrika’yı gezeyim gibi şeyler istiyorum. Bu da bana göre bir nevi evlilik, sadece imzaların atıldığı formaliteler yok. İşin güzel tarafı yeterince arkadaşım var ve onlar da pek çok sorunu benim için yok ediyor.
Belki evlilik konusunda isabetli bir seçim yapabilirsiniz.
Kim bilir, belki olabilir ama şu ana kadar olmadı. İngilizce, Fransızca ve diğer yabancı dillere giren bir Türkçe kelimeyle cevap vereyim, ‘Kısmet’… ‘Kısmet’ diyorlar.
Eve görücü geldi mi hiç?
(Gülüyor) Yok, eve görücü hiç gelmedi. Zaten annem ve babam arkadaşım gibidir ve birisiyle birlikteysem onlarla hemen tanıştırırım ve birlikte yemeğe çıkarız. Birbirimize karşı açığızdır.
Anne olmayı ister miydiniz?
Anne olmayı istemiyorum. İçimde böyle bir güdü yok. Belki bir yaştan sonra gelir ama mesela bazı kadın arkadaşlarıma bakıyorum, bir çocuk görünce içleri eriyor. Ben de kedi köpek görünce aynı duyguları hissediyorum. Çocuklar için içimde ‘Keşke benim de bir bebeğim olsa’ gibi bir duygu depreşmiyor.
Belki aşık olduğunuz erkekten bir çocuğunuzun olmasını isteyebilirsiniz.
Belki, ama şu anda öyle bir şey yok.
Televizyondaki bu dizi furyası hiç sağlıklı değil. Çünkü çok sayıda dizi var ve duyuyorum ki bir diziye başlıyorsunuz ama iki hafta sonra yayından kalkabiliyor. Kaç arkadaşımın başladığı dizi bu şekilde yayından kaldırıldı. Üç, bilemedin beş bölüm sonra kalkıyor. Sorun çok sayıda dizi olması, keşke daha az olsa, daha büyük bütçeli ve kaliteli işler olsa. Belki İtalya’da yaptıkları gibi yapsalar işler daha farklı olabilir. İtalya’da dizileri sinema filmi mantığıyla çekiyorlar. Tüm ekip platoya giriyor ve tüm bölümleri bir arada çekiyor. Böylece, her hafta bir film uzunluğunda dizi çekilmek zorunda kalınmıyor. Keşke dizi süreleri daha kısa olsa.
Bir kanalın başında olsanız ve size yetki verilse nasıl bir kanal oluştururdunuz?
BBC gibi bir kanal yapardım. İnsanlara sorunca, belgesel izlediklerini söylüyorlar ama buna inanmak gerçekten zor (gülüyor). BBC’nin yayın politikasına hayranım, çünkü reyting kaygısıyla hareket etmiyorlar. Belgeselleri, eğitici yarışma programları, uzmanların katıldığı sohbetleriyle BBC yayınları süper. Bir zamanlar TRT canlı konserler yayınlardı, bunu yapmak isterim.
TRT hala bu geleneklerini devam ettiriyor.
İnternetteki sözlüklerden bir tanesinde benim için ‘Pelin Batu, TRT - 2 gibi kadın’ demişler. Sanırım bunu bir hakaret olarak yazmışlar ama bunu duyunca çok güldüm. Şaka bir yana televizyon yöneticileri ‘Halk bunu istiyor’ açıklaması yapıyor. Oysa bana göre halk ne verirsen, onu alır. Biz tarih programı yaparken böyle bir ilgi beklemiyorduk ama program güzel olunca insanlar izledi.
Babanız CHP milletvekiliydi. Şu andaki tabloya bakınca CHP nasıl görünüyor?
Bazı konularda gerçekten çok iyi noktaya gelindiğini düşünüyorum. Çok iyi gençler ve akıllı hoş kadınlar var. Düşünsenize, Cumhuriyet ilan edildikten günümüze kadar bir Meclis’i dolduracak kadın milletvekili sayımız olmamış. Şimdi bu arttı. Ayrıca çevre politikalarıyla ilgili artık daha ayakları yere basan işler yapıyorlar. Eskiden dağıttıkları kitapçıklarda ‘Çocuklarımıza çevre bilinci vermek istiyoruz’ deyip altında ‘Ulusal kömürü destekliyoruz’ yazabiliyorlardı. Şimdi insanları daha çok dinledikleri için daha gerçekçi saptamalar yapabiliyorlar. En son ‘Nükleer santral kararını referanduma açalım’ dediler. Bu çok önemli, çünkü işin ucunda sağlığımız var. Daha önce Mersin’e yapılacak bu santrale onay verildiğinde 50 km. ötesinden fay hattı geçtiği bilinmiyordu. Şimdi bilindiği halde bunu yapmaya devam ediyorlar. Japonya’da yaşananlar bize ders olmadı. Bunun dışında Dersim meselesinde CHP’nin daha yüksek sesle bağırmalarını isterdim. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun.
Biraz sessiz mi kaldılar?
Evet, bazı konularda tabanla zıtlaşmamak istediklerini anlıyorum ama bir taraftan da günümüzde bazı konularda çok daha net olmak gerekiyor. CHP ne yazık ki bazı konularda net değil.
Kemal Kılıçdaroğlu sıkı bir muhalefet yapamıyor galiba...
Bazı konularda yapıyor ama bazı konularda muhalefet yapmaya cesaret edemiyor. Ellerindeki tabanı kaybetmek istemiyorlar, dışarıdan bir göz olarak böyle bakıyorum.
Pelin Batu neler yapmak istiyor ve yapmak istedikleri arasında siyaset var mı?
Siyaseti şimdi düşünmüyorum. Pek çok memleket meselesinde protestolara katılıyorum. En son Karadeniz’de yapılan HES’lerle ilgili bir protestoya gittim. Bununla ilgili bir konser düzenledik Kardeş Türküler ve Grup Yorum’la birlikte. Bu arada Başbakan’a Van’ın afet bölgesi ilan edilmesi için açık bir mektup yazdık. Bunlar gazetelerde çıkmıyor ne yazık ki. Çünkü pek çok medya grubunun başında iş dünyasının patronları var ve muhalefet yapmaya cesaret edemiyorlar. Orada hükümetin yaptığı bir şeyle ilgili ses çıkartıyorsanız o ses duyulmuyor.
Medya patronları artık gazeteci değil, ondan mı?
Evet, ondan. Bu nedenle politika yapmak için Ankara’ya hapsolamam şimdi. Ben daha çok şiir kitabı yazmak ve film yapmak istiyorum. Ders vermek, gezmek istiyorum. Daha fazla tutkularım var ama hakikaten idealist bir insanım ve belki bir gün yaparım. Çünkü protesto ederek bir şeylerin çözülmeyeceğini de biliyorum. Meclis’te bazı şeylerin yapılması lazım ama bunun için yalnız başına olmamanız da lazım. Benim şu anda Meclis’te kendime yakın hissettiğim bir grup yok.
Kafama çok şey takıyorum. İnsanlar önümüzdeki 10 - 20 yıl içinde çok net kararlar almazsa dünya 2- 3 derece daha ısınacak. Bizim ülkemiz kirlilikte 11. sırada. Kyoto Protokolü’nü imzaladık ama kağıt üzerinde var, pratikte yok. Dünya tehlikede ve bunları görünce sinir hastası oluyorsunuz. ‘Üç çocuk yapın’ diyen bir insanın torunlarının, çocuklarının, dahası dünyanın geleceğini düşünmesi gerekiyor. Dünya, böyle giderse çok yakında yaşanılmaz bir yer haline gelebilir.
Şiir kitaplarınızı konuşalım…
İki şiir kitabım var. Üçüncüsü de bitti ama ne zaman çıkacağına karar vermem gerekiyor. Şu an en zevkli aşamasındayım. Elimde bir dosya dolusu şiirim var ve onları eleyeceğim. Bunun için de Güney Amerika’ya gitmeyi ve trenle ülkeden ülkeye gezmeyi planlıyorum. Şiir seçimini tren yolculuğumda yapmak istiyorum.
Gerçekten çok ilginç bir plan... Latin Amerika’daki bir tren yolculuğu sırasında şiirlerinizi seçeceksiniz...
Yıllardır bunu hayal ediyorum. İlk şiir kitabımın adı ‘Glass’ yani ‘Cam’dı, ikincisinin adı ‘Rüzgarlar’ oldu. Üçüncüsünün adını henüz koymadım. Çünkü şiir kitaplarımın adını en son koyuyorum. Kitaplarımı İngilizce yazıp Türkçe’ye çevirtiyorum. İngilizce yazarak kendimi daha iyi ifade ediyorum. Türkçe yaşayıp İngilizce yazıyorum.
Bu arada Osmanlıca okuduğunuzu biliyorum.
Tarih bölümünde okuduğum için tabi ki biraz öğrendim. Tarih bölümünün en iyi taraflarından biri de Osmanlıca okumaktı. Düşünsenize yaşadığınız şehirdeki eski mezar taşlarını ya da çeşmelerin üzerindeki yazıları okuyamıyorsunuz. Şehrinizin meydanlarındaki pek çok şeyi uzaylı bir toplum yazmış gibi bakıyorsunuz. Oysa orada şiirler, anılar var. Bu durum garip geliyor. Bunu eleştirmeyeyim çünkü her şeyi zamanında eleştirmek lazım ama keşke okullarda Osmanlıca öğretilse. Çünkü İrlanda’da bu zorunludur. Üniversiteye kadar eski dillerini öğrenmek zorundalar ki, kültürlerinden kopmasınlar. Ama biz kendi tarihimizden kopuyoruz, tarihi metinlerimizi okuyamıyoruz.
Geçen yaz yanılmıyorsam Birleşmiş Milletler tarafından ‘İyi niyet elçisi’ olmanız yönünde bir teklif almıştınız.
İyi niyet elçisi değil, mesele başka. Birleşmiş Milletler’in içinde, dünyanın sorunlarını müzikle çözmeye çalışan bir grup var. Oraya dünyanın dört bir tarafından projeler geliyor ve bu grup senede bir kez sadece New York’ta toplanıyor. Bu sene toplantıyı Türkiye’de yapmayı düşünüyorduk ama geç kaldık ve iş seçim sürecine gelince seneye kaldı. Çok sayıda üst düzey insanın katılacağı böylesi bir organizasyonunun ülkemizde olması çok önemli. Benim Türkiye’de bu organizasyonu hazırlamam istendi. Bu toplantıya Kardeş Türküler’le hazırlanıyoruz. Onların ülke için çok iyi bir elçi olduklarını düşünüyorum.
Pelin Batu’ya bu sohbet için Medyaradar okurları ve kendim adına çok teşekkür ediyorum.