ÖZKÖK'ÜN DESTEĞİ İÇİN NELER SÖYLEDİ? AHMET ŞIK VE NEDİM ŞENER'DEN İLK RÖPORTAJ!

Nedim Şener ve Ahmet Şık ilk ortak röportajlarını Vatan yazarı Ruşen Çakır'a verdiler.

İki farklı insan, bir ortak kader ve mücadele...

Nedim Şener ile Ahmet Şık, 12 Mart akşamı, 376 günlük tutukluluğun ardından tahliye edildiler. Eşleri, kızları, aileleri, yakınları, arkadaşları ve sevenleriyle bol bol hasret giderdikleri yorucu 11 günün ardından ilk kez, İstanbul Galatasaray’daki Cezayir Restaurant’da bir araya geldiler ve sorularımızı yanıtladılar. Ahmet ve Nedim, yıllardır tanıdığım, takdir ettiğim, sevdiğim meslektaş ve arkadaşlarım. Davaları süresince onlarla dayanışmak için elimden geleni yapmaya çalıştım. Sonuçta karşınıza hiç de resmi olmayan bir söyleşiyle, daha doğrusu bir sohbetle çıkıyorum. Bu durumu anlayışla karşılayacağınızı düşünüyorum. Sık sık kahkahalar ve şakalarla kesilen bu söyleşiyi normal akışını bozmadan, birkaç küçük editoryal düzeltme dışında üzerinde oynamadan ve kısaltmadan vermeyi düşünüyoruz. Ahmet ve Nedim’in cezaevi sonrası verdikleri ilk ortak söyleşinin birinci gününde benzerlikleri ve farklılıkları ön plana çıktı... R.ÇAKIR

Tahliye olalı 11 gün oldu. Kendinize gelebildiniz mi?

Nedim Şener: Hemen hemen geldim ama insan o konuları konuşmaya başlayıca o günlere tekrar dönüyor. Olabildiğince az konuşup o olayın dışına çıkıp gözlemci olarak kalmak ve normal hayata karışmak iyi ama mesela polisle, Ergenekon’la ilgili gazetede bir şey okuduğun an buna geri dönüyor ve hakkında konuşmaya başlıyorsun.

Bu süreç daha ne kadar devam edecek?

Şener: Hiçbir tecrübem yok. Hayatımda daha önce hiç travma yaşamadım. Tabii Ahmet’le yaşamanın getirdiği travmayı yazmazsak (ikisi de gülüyor). O yüzden hiç bilemiyorum. “Önce intikam alacağım, hesap soracağım sonra rahatlayacağım” diye de düşünmüyorum. En iyi ilaç zaman olacak sanırım. Belki birkaç ay daha sürer, sonra oturur diye düşünüyorum.

Ahmet sen de travma diyor musun yaşadıklarına?

Ahmet Şık: Benim için değil. Nedim ile aramızda böyle bir fark var. Esasında saçma sapan farklar dolaşıyor internette Nedim’le beni kıyaslayan. Çok rahatsızım bu kıyaslamalardan. Eğer gazeteciler üzerinde bir kıyaslama yapılacaksa bu Ahmet’le Nedim arasında yapılmasın. Halihazırda tutuklu gazeteciler bir kenara bırakıyorum, eğer illa yapacaklarsa bunu medyadaki gazeteciler üzerinden yapsınlar. Nedim’in ruhu çok örselendi. O yüzden onun bu travmayı yaşamasını çok doğal buluyorum. Onun kalbinde koca bir yara var. Nedim’in devlet dediği şeye bakışı, bu ülkeye bakışı çok bambaşka bir yerdeydi ama sanırım yüz yüze geldi sanıyorum. Belki yanılıyorumdur.

Şener: Haklısın. Ben mesela trafik ışıklarını bile önemserim ve hayatı kolaylaştırdığını, bir düzen getirdiğini düşünürüm. Trafik ışıklarına bile inanmaz bir hale geldim artık.

Şık: Nedim bu konuyla ilgili çok komik bir espri yapmıştı.

Şener: Evet. Devlete karşı güvenim o kadar azaldı ki bir gün “Anıtkabir’i bombaladılar” deseler doğalgaz patlamıştır diye bir opsiyon bırakacağım ve araştırma yaptıktan sonra “Evet bombalamışlar” derim. Ben o trafik ışıkları örneğini şundan veriyorum: Kırmızı, sarı ve yeşil bir kural içinde yanıyor. O trafik akışını düzenliyor, insanların güvenliğini sağlıyor, ölümü engeliyor. Bu kurala uymayanların cezası belli, çünkü yasalar gayet açık. Centilmence bir yaşam var orada ama bizim olayda şunu gördüm: Birileri trafik ışıklarıyla oynuyor ve sen bu sebepten ötürü kaza yapıyorsun. Ben gazeteciliği kurallarına göre yapıyorum. Açık, hatta gereğinden de açık bir şekilde yaptım gazeteciliği ama birisi ışıklarla oynayıp beni başkalarıyla ve devletle çarpıştırdı. Üzüldüğüm nokta şu: Ben hayata çocuğum üzerinden bakıyorum. Herkesin çocuğunu eşit görüyorum. Bizim hayatımız harcandıysa harcandı ama onların bir geleceği olduğunu düşünüyorum. Mahkemede aynen bunu söyledim. Hukuka, a yargıçların kendileri inanmıyorsa... Bu benim için çok önemli çünkü bizim çocuklarımızın mutlu yaşaması için böyle bir düzene ihtiyaç var. Kim kuracaksa kursun ama böyle bir düzene ihtiyaç var.

Nedim düzen yanlısı, Ahmet sen ise düzen karşıtısın.

Şık: Esasında ikimizin de istediği aynı şey. Bizim çocuklarımız, senin çocuğun, herkesin çocuğu mutlu ve adil bir şekilde yaşasın.

Şener: Herkesin en kıymetli şeyi çocukları.

Şık: 3 Mart’ta evden çıkarken eşime dedim en az 8-9 ay sonra görüşürüz diye ama Nedim...

Şener: Ben eşime 3 gün sonra evdeyim dedim.

Şık: Ve görüşe geldiklerinde “İddianname çıkar ve ilk duruşmada bırakırlar bizi” dedim. O da sekizinci, dokuzuncu aya denk gelir. Zaten bütün Ergenekon davalarında böyle oldu. 6 ila 7 ay arasında iddianname hazırlanıyor ve 2 ay sonraya ilk duruşma oluyor. Ama çıkmadık. Biraz yılbaşında umutlandık ama daha sonrasında ben yazı da içeride geçireceğimizi düşünüyordum. Nedim’in buna morali bozuluyordu. Nedim her duruşma öncesi çok umutlanıyordu. Ben de ona “Bu kadar umutlu gitme çünkü hayal kırıklığı da büyük olur” diyordum. 13 ay önceki dosya ne ise şimdiki dosya da o. Biz niye dışarıdayız, onu bilmiyorum. Soruyu daha doğru şu şekilde sormayalıyız: Bu dosya sebebiyle yargılananlar niye içeride? Gerçekten bu çok haklı bir soru. Hiçbir değişiklik yok ve bence son duruşma sadece ikimizi tahliye etmek üzere yapıldı. Bu çok kötü bir şey. Bu durumdan çok utandım. Biz Nedim ile sevinemedik bile. Yanımızda Hanefi Avcı var, Barış Pehlivan var. Barış genç bir çocuk. Yeni evli, karısına çok aşık bir adam ve en önemlisi 1 yıldır içeride. Bir yandan seviniyorsun bir yandan utanıyorsun. Çok berbat bir ruh hali.

Sizin farklılıklarınız üzerine çok konuşuluyor. Mesela cezaevi çıkışında Nedim Gandhi gibiydi, sen ise Che Guevara gibiydin.

Şık: Zaten zayıflayarak bedeni de buna uydurdu. (gülüşmeler) Ben de düşünüyorum niye bu kadar zayıflamaya çalışıyor diye ama açlık grevi böyle olmaz. Açlık grevinin bir adı var şanı var. Doğan abiyle (Yurdakul) sabah balın içine ceviz atıyorlar.

Şener: Ama onu Doğan Abi yiyordu.

Şık: Ton balığı filan yiyor ama zayıflıyor çünkü günde 5 saat yürüyor.

Şener: Gandhi benzetmesini reddetmiyorum ama bir de Mandela var. Ben güneşte yanmakta o kadar siyahlaştım ki... Mandela’yla ilgili bir kitap okudum ve çok etkilendim. Bir insanın hapishanede 30 küsur yıl yattıktan sonra kendisini hapse atan yönetim ile çalışıyor olması, ezeli düşmanıyla sırf artık savaş olmasın diye konuşması beni çok etkiledi. Hatta o kitabı havalandırmada unuttum. Kitap ıslandı ve şişti ama hatırası var diye getirdim eve. Gandhi varsa bunun bir diğer ayağı da Mandela’dır. Bunu kesinlikle bir politik misyon olarak söylemiyorum. Yine de bu durumu çatışmadan çözebileceğimizi düşünüyorum. Eğer adalet her şeye hakim olacaksa benim yöntemim böyle. Ama Ahmet çıkar çıkmaz şutu vurdu.

Şık: Benim çıkarken konuşmaya niyetim yoktu. Avukatım Fikret Abi (İlkiz) “Tahliye olursanız ne konuşacaksın?” diye sorduğunda ben “yarın benim için 4 Mart ve nerede kalmıştık” diyeceğim demiştim. Gerçekten başka bir şey söylemeye niyetim yoktu. Bizim gerçekten çok basit hayatlarımız var. Yonca, Mina ve bir köpeğimiz var. Bazılarına çok sıkıcı gelecek bir hayat bu ama biz çok mutluyuz ve o hayat devam etsin istiyorum. Başka bir derdim yok. Sokakta insanlar durduruyor, öpüyor, fotoğraf çektiriyor ve bu beni rahatsız ediyor. Onları kötülemek için söylemiyorum. Bir gazeteci için yüzünün bu kadar bilinir olmasını tehlikeli bulurum. Bu bilinirlik çatışma bölgelerine gittiğimizde tehlikeli yaratır. Yüzünün bilinmesi hedef gösterilmene sebep olabilir. Orada “Canlı yayındayız” dendiğinde bunu söylemem lazım diye düşündüm. Orada beni kesemeyeceklerini biliyordum. Çünkü normal olarak bu medya beni canlı yayına çıkartıp konuşturamaz. Türkiye’de son dönemde böyle bir sıkıntı var. Herkes körün fili tarif etmesi gibi konuşuyor her şeyi. AKP’yi, cemaati, baskıları, KCK’yı, Kürt meselesini, Ermeni sorununu... Başbakan “Affedersiniz Ermeni, affedersiniz Rum” diye cümleye başlıyor. Birtakım aklı evveller ise “Seçim dönemi tolerans göstermek lazım” diyor. sonuçta o konuşma doğaçlama gerçekleşti.

Ertuğrul Özkök de o konuşma nedeniyle sana sahip çıktı.

Şık: Çok açık söylemem gerekirse Özkök benim adım üzerinden kendini aklamaya çalışmasın. Cezaevine girsin diye söylemiyorum bunu. Bu sektörün bu kadar kirlenmiş olmasının baş sorumluları arasında Özkök vardır.

Siz kendi iradeniz dışında bir şey yaşadınız. Hem kendi direnişiniz, hem de yakınlarınızın dayanışmasıyla çıktınız. İsteseniz de istemeseniz de bir mücadele verdiniz. Türkiye’de çok sert savaşlar yaşanıyor. Taraf olmak istediğiniz veya istemediğiniz türden savaşlar bunlar. Sizin bu mücadelenizin birileri tarafından kullanılması ve başka bir şeymiş gibi gösterilmesi size nasıl bir duygu veriyor?

Şık: Ahmet Hakan’ın programında ben bu savaş sözcüğünü kullandım ve hemen saldırı başladı. (Eşim) Yonca’ya “Bana soruşturma açacaklar çünkü onu istiyorlar” dedim. Savaş sözcüğünü bilerek kullandım. Ergenekon süreciyle ilgili yazılarımda da ben hep savaş sözcüğünü kullandım. Şu anda bir tarafında cemaatin diğer tarafında örgüt olduğuna inanmadığım ama ultra milliyetçi, faşişt diyebileceğimiz bir yapının bulunduğu ciddi bir savaş var. Bize iki taraftan birini seçmemiz söyleniyor. İkisi de temiz değil. Ben iki tarafı da seçmiyorum. Savaş derken söylemek istediğim buydu. Biz ortada durup iki tarafa da eleştirel yaklaşıp tarafları doğru noktaya çekmeye çalışmalıyız. Bence sayımız az değil, sadece medyada görünürlüğümüz yok. Kişisel anlamda adalet ne zaman gelecek sorusuna cevabımsa benim durumum adalet getirmeyecektir. Geçenlerde gazeteci bir arkadaşıma bunu söyledim. Bu soruşturmalar, davalar süreci ileride kesinlikle bir soruşturma konusu olacak. Endişem o ki aynen bugün yapıldığı gibi yapılacak o soruşturma da.

Ahmet’e ‘Bak bir cinayet nasıl örtülür, gör’ dedim

Çok yoğun bir ilgi görüyorsunuz. Nedim, sen kendini bir yerde tanımlamaya çalışıyor musun.

Şener: İçeride benimle “sen neyin içerisinde olduğunun farkında değilsin” diye dalga geçiyorlardı.

Şık: Gerçekten hiç farkında değildi. O yazdığı kitabın ne anlama geldiğinin farkında değildi. Bence hâlâ farkında değil. (gülüşmeler) Hrant Dink kitabı çok iyi bir kitap. İçerik anlamında çok iyi bir kitap. Okunması gereken bir kitap. Suikastın neyi temsil ettiğini gösteriyor. Parçaları ortaya koymuş. “Bunları birleştir ve ortaya çıkanı yorumla” diyor kitap.

Şener: Başbakan’ın 2008’de polisleri suçlayan raporu imzalamasını veri olarak kabul ediyorum. Ben hiç yorum yapmadan verilere dayanarak muhabir olarak işimi yapıyorum. Ben de duvarın arkasındaki şey hakkında yorum yapabilirim ama önce duvarı yıkıp ardındaki gerçeği göstermek istiyorum. Gerçekleri gösterirken bize bir ayna gösteriyorlar ama o ayna sakat. Ben o aynayı kırıyorum, o duvarı yıkıyorum ama bunları yaparken aslında devletle mücadele ediyormuşum. Ben bunun farkında değildim. Ahmet bu konuda haklı. 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nden karar çıkınca Ahmet koğuşta tabureyi yere fırlattı. Ahmet’e “Bak bir cinayet nasıl örtülür, gör” dedim. Benim için süreç olağan işliyor çünkü bunu bekliyordum. Cinayetin üzerine başka bir şekil vermeye çalışıyorlar. Ahmet’e bir insan nasıl böyle yalan söyleyebilir diyordum. Hrant Dink’in dostuyum ve arkadaşıyım diyerek nasıl resmin bir parçasını yok sayıyorlar. Ben Ergenekon konusunda da hiç pozisyon almadım. Kötüler var ama harcanan iyiler de var. Ahmet, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte güzel bir kitap yaptı. Ergenekon davasında hak ihlaline uğraşmış olanlar var ise ben onlarla ilgilendim. Birey üzerinden gittim. Ergenekon üzerinden giderseniz siyasi bir duruş almanız gerekiyor. Bu benim bilinçli bir tercihim. Dink cinayeti de benim için öyle çünkü ben bir muhabirim. Bu benim yaptığım işin özelliği ve işim beni kişiliğime işledi. Ahmet konuları yorumlarken birçok parçayı birleştirip değerlendiriyor. Yargıda olan poliste olan bir şeyi birleştirip bir bütünlük içinde size sunuyor. Ben ise bir veri olmadan girmiyorum o konuyor. Ahmet’in söylediği doğru olabilir ama ben oraya girmiyorum. Girersem verimli olamam.



ÇOCUKLAR GİBİ ŞENDİK!

Ahmet’le Nedim cezaevinden çıktıktan 11 gün sonra ilk defa buluştular. Biz de uzun bir aradan sonra yakın arkadaşlarımızla ilk defa doya doya hasret giderdik. Röportaj öncesi, sırası ve sonrası çok çok eski hatıralar, cezaevinde yaşanan komik ve trajikomik durumlar anlatıldı. Sohbet sırasında ne Ahmet’le Irak’ta taranan arabamız kaldı ne de Nedim’in cezaevindeki salataları. Ama en güzeli ikisinin özgürce dışarda olmaları ve bu kadar sık gülmeleriydi. Onlar güldükçe biz ferahladık, onlar güldükçe hava güzelleşti, onlar güldükçe hapisteki gazetecilerin özgürlüğü için daha da umutlandık... (İLKER AKGÜNGÖR)

Yarın: Ahmet ve Nedim, davalarının Türkiye’ye hayrı olup olmadığını tartışıyor

Ruşen Çakır/Vatan