Özgür Özel’den o sözlere dair flaş yanıt geldi! ‘Bu partide kimsede yok…’

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, eski başkan Kılıçdaroğlu'nun "hançerlendim" sözlerine yanıt verdi. Özel, "O değerlendirmelerin çok önemli bir kısmını hiç üstüme almadım, hançer mançer. Biz hançer bahsini sayın genel başkanla kurultayda kapattık. Ben bu partide kimsede hançer olmadığını ifade etmiştim." dedi.

‘Normalleşme’ kapsamında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Özel, 9 Haziran’dan sonra görüşecek. Özel bu görüşmeden ne bekliyor, Kavala davasında gelişme olur mu? Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘hançerlendik’ sözlerine nasıl karşılık veriyor, sağlam limana götürülmek istenen gemi nerede yol alıyor? Parlamenter sisteme geçmek istiyor mu, MHP Lideri Bahçeli’nin ‘normalleşme’yi sekteye uğratacağını düşünüyor mu?

Sözcü'den İpek Özbey'in sorularını yanıtlayan Özel'in sorulara verdiği cevaplar şöyle:

Sayın Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan 9 Haziran’dan sonra CHP’ye iade-i ziyaretini gerçekleştireceğini söyledi. Gelene kadar Erdoğan’dan birkaç rahatlatıcı hamle bekliyor musunuz?

Sorunuzdan bağımsız Türkiye’nin normalleşmesi ve Türkiye’deki insanların biraz daha mutlu olabilmeleri için Vera’nın babasına, Mine Özerden’in yaşlı annesine, Gezi’deki herkesin sevdiklerine, sevdiklerinin onlara kavuşmasını inanılmaz önemsiyorum. Buna vesile olabilirsek çok mutlu olurum ama bunun dışında Türkiye için şöyle bir önemi de var: Gezi’deki arkadaşlarımız burada tutuklu, AKP-MHP Türk heyeti de Avrupa Konseyi’nde tutuklu. Odasından çıkıyor, dolaşıyor, görüşüyorlar ama her seferinde önlerine Kavala davası geliyor. Çünkü Strazburg’daki bir diğer binada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var ve o binada alınan kararlara Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi Türkiye uymuyor. Bu kabul edilecek bir şey değil. Ve bu Türkiye’nin hem dış politikada, hem ekonomide fevkalade önünü kapatan bir durum. Bu konuda Türkiye’nin hızla demokratikleşmesi lazım.

Tekrar sorayım, Erdoğan ile görüşmeden ne umuyorsunuz?

Türkiye’de yürürlükte bir anayasa var. Beğenelim, beğenmeyelim. Bu anayasanın bir maddesine sen, bir maddesine ben, bir maddesine öbürü uymazsa devlet düzeni ortadan kalkar. Ve siz devletin başı olarak anayasayı çiğnemeye başlarsanız insanların anayasaya sadık olmasını ve anayasadan kaynaklı sizin yetkilerinize saygı duymasını bekleyemezsiniz. Bu yüzden benim temel beklentim anayasaya uyum. Bunun içinde Gezi de var, Can Atalay’ın Meclis’e yeniden dönmesi de var, Taksim’in açılması da var, AYM ve AİHM kararına uyulması da var. Anayasa mahkemesi üyelerinin biri hariç Erdoğan tarafından atandı. Buna rağmen AYM dur dediğinde durmayan bir iktidar çılgınlığı var. Bu olabilecek şey değil.

KAVALA İLE İLGİLİ GELİŞME BEKLİYORUM

Osman Kavala ile ilgili bir gelişme bekliyor musunuz?

Bekliyorum. UYAP’ta yazıyor zaten. Dosya Adalet Bakanlığı’na çekildi diye. Kanun yararına bozma yönünden inceleniyor.

Yakın zamanda bir sonuç alınır mı?

Hem bekliyorum, ümit ediyorum. Bu konu Sayın Erdoğan’la yaptığım görüşmelerde gündemim arasındaydı, bu konuda bir adım atılmasını, harekete geçilmesini, Türkiye’nin çıkarları ve Gezi’de bulunan insanların aileleri açısından ayrı ayrı çok önemsiyorum.

Gelelim ‘normalleşme’ adımınıza… Biraz açalım. “AKP’yle normalleşilmez” diyenlere ne cevap verirsiniz?

Ben bu normalleşme konusunu ikiye ayırmak istedim. Birincisi Türkiye’de siyaset yapan birisi olarak normalin bu olduğunu düşünüyorum. Anıtkabir’de törende el sıkışmayan iktidar ile ana muhalefet. Bayramlarda birbirlerine, birbirleri üzerinden diğer tarafın seçmenlerine, üyelerine bir iyi dilek bile sunmayan, cenazelerine gitmeyen, birbirlerine taziye vermeyen iktidar-muhalefet ilişkisi bu topraklara ait değil. Anadolu’nun köyünde bayramda küsler barışır. Cenazede küslükler unutulur. En basit insanî ilişkilerin bile olmaması ülkeyi kutuplaştırıyor, bu kutuplaşmadan kim fayda sağlıyor bilmiyorum ama ne benim partim ne benim seçmenim fayda sağlıyor. 1977-80 arası Ecevit ile Demirel el sıkışmadı, üç yılın sonunda darbe oldu. Siz el sıkışmadığınız zaman darbeciler ya da başka odaklar ellerini ovuşturmaya başlar. 31 Mart’tan sonra birinci parti olduk. Bunun sorumluluğuyla bayramda bütün partileri aradım. Erdoğan’la bir görüşmek istedim. Bunun sebebi siyaseti bu anormal görüntüden kurtarmak için adım atmaktı ve attığım kolay bir adım değil.

Neden?

Taban buna hazır değil. 23 yıldır ilişkiler çok kötü. Karşılıklı açılmış yüzlerce hakaret davası var. Hâlâ içimizde travma olan birçok olay aklımızda. Yani Gezi’de kaybettiklerimizden 10 Ekim Gar Katliamı’nda kaybettiklerimize kadar birçok acı bu dönemde yaşandı ve yüreğimizde. Tabanda hazır olmayanların duygusunu anlıyorum ama bir gerçek var. 31 Mart’ta kazandığımız seçim başarısının meşruiyeti ve sağladığı güç ortada. Bu seçmenler geçen seçimlerde ülkeyi yönetme yetkisini, beğenelim beğenmeyelim Erdoğan’a verdiler. Benim partim şimdi ülkenin ekonomisinin yüzde 80’inine hâkim belediyeleri yönetecek ve anayasaya göre merkezi yönetim/mahalli idareler diye iki iktidar alanı var. Bu iki iktidar alanının sahibinin birbiriyle görüşmemesi ve müzakere etmemesi doğru bir iş değil. Bu adım kolay değildi ama cesaretle attım.

ÖZGÜVENİ OLMAYAN SİYASETE KARŞIYIM

Bazı anket şirketleri o adımı attıktan sonra partinizden aldığınız desteğin bir miktar azaldığını söylüyor. Hatta bunun MYK’nızda konuşulduğunu iddia eden haberler çıktı.

Öyle değil. Tarih boyunca ilk kez Erdoğan’dan daha yüksek çıkıyor CHP genel başkanının oyu. Toplum buna inanılmaz kredi verdi. Ben tabii ki bütün analizlere saygılıyım ama kendime güvendiğim bir konu var. Birincisi sokağın sesini dinlemeyi bilirim, seçmenin ne dediğini, üyenin ne dediğini, ne beklediğini ve o duygunun nereye evrileceğini bilirim. Geçen sene bu zamanlarda büyük bir seçim mağlubiyetinin ilk günlerini yaşıyorduk, sokağın sesini duydum ve CHP’de bir değişim yaşanması gerektiğini, seçimlere bu duyguyla gitmemiz gerektiğini söyledim. Bana arkadaşlarımın birçoğu dediler ki, “Senin bu çıkışın yanlış. Şu anda boş havuza balıklama atlıyorsun.” “Ben düşene kadar o havuz dolacak, siz onu görmüyorsunuz” dedim ve aynen öyle oldu. Sokakta inanılmaz bir duygusal kopuş vardı ve sokakta olanın üyeyi, üyede olanın delegeyi etkilememesi mümkün değildi.

Şu anda sokağı nasıl okuyorsunuz?

Sokakta olan duygu CHP’ye güç veriyor. CHP eğer yüzde 38’i doğru okumaz, genel başkanın zaferi ya da iyi adayların zaferi diye yorumlarsa yüzde 25’e geri döneriz. Oysa şu anda bize yüzde 38 oy veren Türkiye ittifakında CHP’nin kemik oylarının çok ötesinde, hatta kemik oyların yarısı kadar daha oy var. Oradaki duygu, “İyi ki oy vermişiz, şımarmadılar, küstahlık yapmadılar, zafer sarhoşluğuna kapılmadılar ve çok dikkatliler” şeklinde. Bu duygu bize verilen kredinin sürmesini sağlıyor. O yüzden bir yerel seçim sonrası bütün anketlerde hâlâ CHP birinci parti.

Aslında biraz helalleşme tartışmaları gibi ilerliyor Özgür Bey. “Bunlarla helalleşilmez” deniyordu, şimdi “Bunlarla normalleşilmez” deniyor.

Seçimden hemen sonra CHP’ye oy vermiş dünya kadar seçmene bu “Pazar milletvekili seçimi olsa ne yaparsın” dediğinde hâlâ yüzde 33’ü CHP’ye oy veririm diyorsa bu yerel seçimin öte bir şeye evriliyor demektir. O duyguyu iyi görmek lazım. Bir de AKP de yüzde 1,6 gerilemiş bir ayda. Şu anda liderin yapması gereken iş, sokağın sesini duymak, duyguları doğru okumak ve kitlesini ikna etmek, dönüştürmek. Şunun mümkün olduğunu görüyorum. Mücadelenin en önemli unsurlarından biri müzakere. Ben hukuk fakültelerinden çok üst düzey kimi profesör, kimi doçent 9 hukuk insanıyla bir hukuk politikaları danışma kurulu toplantısında görüştüm ve onlar bana şunu söylediler: CHP eskiden anayasa konusu açıldığında ‘Biz yokuz’ deyip veya bir teklif geldiğinde kapıyı kapatıp müzakere etmediğinde karşı tarafa bir meşruiyet kazandırıyordu. ‘Bunlarla bir şey konuşulmuyor, biz bildiğimizi yapalım’ deniyordu. Şimdi siz hem müzakere edip hem de bu dönemde niçin anayasa yapamayacağınızı anlattığınızda bu sefer sizin tutumunuz bir meşruiyet kazanıyor. CHP’nin ‘Bunlarla görüşülmez, bunlarla müzakere edilmez’ yaklaşımının da maalesef yüzde 25’lik tabanı tutmak dışında hiçbir işe yaramadığını görüyorum. Şunu da belirteyim: Tabanımızın dörtte üçü bunu destekliyor, dörtte biri de ya desteklemiyor ya da kararsız. Benim işim onları ikna etmek. Süreç olumlu bir yere doğru evrilmezse o zaman yeniden değerlendirilir. Özgüveni olmayan siyasete çok karşıyım İpek Hanım.

Özgüveni eksikten kastınız nedir?

Yani “Bizi kandırırlar” siyasetine. Bu nasıl bir özgüvensizlik? Kendine ait planı olmayan başkasının planının parçası olur. Görüşmemek, ne yapacağı baştan belli olmak kadar riskli bir şey yok. Çünkü rakipleriniz bütün planını bunun üzerine kuruyor. Nasılsa bunların ne yapacağı belli. Bir partinin nasıl davranacağı sabit bir parametre olamaz. Eğer o sabit parametreyi bulurlarsa denklemi onlar çözer. Siyaset bir denklem işi ve denklemi çözmek için bilinmeyenlerden bazılarını sabitlemek lazım. Müzakere her zaman lazım. Bir de niye siyasi rakiplerime şöyle bir konfor alanı bırakayım: Onlar herkesle görüşebilir, ittifak içi ittifak dışı. Ben onlarla görüşemem. MHP’yle de görüşüyorum, Yeniden Refah’la da görüşeceğim. Görüşmemiz gereken bütün partilerle görüşeceğim. CHP’nin siyasette bir hattı, bir yolu var. Özgüveni son derece yüksek, bu önemli. Bir de Türkiye’de Sayın Erdoğan’ın gündem belirlemesi herkes tarafından en büyük gücü olarak görünüyordu. Son iki aya baktığınızda Erdoğan’ın Türkiye’de tek başına gündem belirlediğini söyleyebilir misiniz? Bu, özgüvenli siyasetin ürünü. Yoksa birileri gündem belirlesin, siz peşinden koşun, olacak şey değil.

‘AKP çizgisine savruldu’ diyenler de var…

Diyemez. Örneğin bana kimse ‘darbeci’ diyemez, darbe gecesi meclisi açtıran benim. Toplumsal davalarda, Ergenekon, Balyoz’da, askeri casuslukta durduğum yer belli. Taban tabana karşısındayım. Kimse bana ‘acaba AKP çizgisine mi savruldu’ da diyemez. Benim bütün mücadelem bununla geçmiş ama şu anda bulunduğum koltuk sorumluluk koltuğu ve sadece AKP’yle müzakere etmiyorum. Mesela partimi Avrupa Sosyalist Partisi Başkanlık Divanı’nda temsil etmeye başladım. Sosyalist Enternasyonal’de başkan yardımcısı seçildim. Avrupa’daki büyük sosyal demokrat partilerin genel kurullarına katılmaya başladım. Dünyadaki bütün sol sosyalist liderlerle iletişim halindeyim. Dün akşam AB’nin görevi sona eren ve ayrılacak olan büyükelçisinin şerefine bir yemekte AB’nin bütün büyükelçilerini buluşturdum. Yirmi dört ülke vardı, yirmisi büyükelçi düzeyinde katıldı. 3,5-4 saat boyunca yemek yedik, soru cevap yaptık. Uzun uzun değerlendirmelerde bulunduk. Mesela Alman Cumhurbaşkanı Türkiye’de ilk kez ana muhalefet partisini ziyaret etti. Alman başbakanıyla seçildiğimden beri üç kez baş başa görüştüm. Alman cumhurbaşkanı Türkiye programına beni de davet etti. Bu yeni bir siyasi hat, yeni bir siyaset yapma biçimi. Bunları bir bütün olarak görmek lazım. Yani sadece Erdoğan’la görüşmek değil. Çin büyükelçisi Pekin’e davet etti, Rusya büyükelçisi Moskova’ya davet etti. Sadece AB’yle ilişki kurmuyorum. Azerbaycan’a da gideceğim, Çin’e de, Moskova’ya da gideceğim. Şunu söyleyeyim size: Aliyev’le de görüşeceğim, Putin’le de görüşeceğim, Çin Halk Cumhuriyeti başkanıyla da görüşeceğim. Bunların hepsi bugünden yarına olmayacak ama olacak. Çünkü bir partiyi iktidar yapacaksanız, o partinin ne söylediğinden çok insanlar hangi fotoğrafları verdiğine ve o fotoğrafları verirken ne söylediğine bakıyorlar.

“Bir birey kimseyle görüşmezse kendini toplumdan soyutlar. Bir siyasi parti müzakereyi terk ederse kendini siyasetten soyutlar. O zaman da seçmenin gözünde iktidar alternatifi olmaz. Şu doğru değil: Yani bunlarla görüşülmez. Bunlarla görüşülmez dediğinizde onlara oy verenler gönlünde bir yer açmıyor size. Şimdi AKP’li ve MHP’li seçmenin birinin yüzde 50’lerde, birinin 66’larda Özgür Özel’in yeni siyasi duruşunu takdir ediyor olması kötü bir şey mi? Tayyip Erdoğan tek başına takdir etse ya da AKP yöneticileri takdir etse kendinden şüpheye düş ama seçmeni takdir ediyor. Seçmenden takdir görmeden bu iktidarı değiştirmek mümkün mü?”

BAHÇELİ NORMALLEŞMEYE İTİRAZ ETMEYE KARAR VERDİYSE…

Şöyle bir görüntü var: ‘Yumuşama ya da normalleşme Erdoğan buna gönüllü fakat ortağı Bahçeli buna taş koyuyor.’ Katılır mısınız?

Benim Sayın Bahçeli’yle yaptığım görüşmede tam tersi bir atmosfer vardı. Çok özele girmem doğru olmaz ama Sayın Bahçeli’nin de bu konuda önemli tespitleri vardı. Ve ben görüşmede kendisinin fikirlerinden istifade ettiğimi kendisine de ifade ederek ayrıldım. Ama tabii siyasi partilerin grup konuşmaları, kendi gruplarına ve tabanlarına yapılan konuşmalar. Sayın Bahçeli’nin grup konuşmasındaki üslubunu benimle yaptığı görüşmedeki üslubuyla bağdaştıramadığım için o metni yazan, metne katkı sağlayanlardan ikisinin -ki normalleşme sürecinden korktukları için- yaptığını düşündüm ve açıkladım. Çünkü normal bir demokraside başkentin ortasında bir siyasi cinayet işlendiğinde o nereye gidiyorsa gider ve buna hiçbir parti engel olmaz. Hatta somut gerçeğe, hakikate ulaşılması için elinden geleni herkes yapar. Maalesef MHP bu demokratik, beklenen ve olmazsa olmaz davranışın çok dışında. Ve bunda yavaş yavaş o iki kişinin sorumluluğu daha da somutlaşıyor. Sayın Ali Yerlikaya’nın Bahçeli’yi ziyaretinden sonra Olcay Kılavuz’un görevden alınması...

Bağlantı olduğunu mu düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum. Geçen sefer milletvekili, bu sefer de milletvekili adayıydı. Görevden alınması bu anlamda son derece önemli bir işarettir ve benim işaret ettiğim, isimlerini söylemediğim halde hakaretlerle cevap veren iki kişinin Olcay Kılavuz’la olan ilişkileri de malumdur. Bu iş nereye kadar gidiyorsa gitmeli, hem MHP hem Türkiye siyaseti bu yükten kurtulmalıdır. Bunu taşıyamayız. Ve memnun olduğum bir kısım da, bu iki kişi dışında, MHP’de bu ikisini savunan kimse olmadı. Hatta keşke görev bölümü yapsalardı biri birini, biri diğerini savunsalardı hiç olmazsa kendilerini kendilerinden başka savunan olurdu.

Ama Sayın Bahçeli, ‘Türkiye’de anormal bir şey yoktur’ dedi.

Sayın Bahçeli normalleşmenin partisinin siyasetteki kilit rolünü ortadan kaldıracağını değerlendirerek normalleşmeye itiraz etmeye karar verdiyse bunu saygıyla karşılarım. Ama MHP’nin normalleşmemesi bizim normal davranmamamızı gerektirmez. Hem kendilerine karşı hem bütün siyasi muhataplarımıza karşı biz normal bir demokrasideki gibi davranmaya devam edeceğiz.

HANÇER DEMOKRASİYE AİT BİR ENSTRÜMAN DEĞİL

Kemal Kılıçdaroğlu uzun bir aradan sonra televizyon programına çıktı ve “Boşuna hançerlendiğimi söylemiyorum” dedi. İzlediniz mi programı?

İzlemedim, dökümünü okudum. Çünkü o sırada Ankara Kent Konseyi’yle toplantı halindeydim. Şöyle söyleyeyim: O değerlendirmelerin çok önemli bir kısmını hiç üstüme almadım, hançer mançer. Biz hançer bahsini sayın genel başkanla kurultayda kapattık. Ben bu partide kimsede hançer olmadığını ifade etmiştim. Ve sayın genel başkana yönelik olarak da ne kendime ne siyasi bir arkadaşıma bunu yakıştırmam. Ama şöyle bir gerçek var: Tabii çok farklı değerlendirmeler oluyor. Hz. Ali filan, hançeri de bazı siyasetçiler üzerinden değerlendiriliyor. Ben genel başkanın böyle bir kastı olmadığını düşünüyorum. Ve CHP’de ne genel başkan ne herhangi birimiz meseleye bu boyutuyla bakmıyor, sosyal demokrat bir partide. Hançer demokrasiye ait bir enstrüman değil. Demokraside itiraz edersiniz, kabul olmazsa daha kuvvetli itiraz edersiniz. Ayrılıklar olabilir, yarışlar olabilir ama en sonunda biz Atatürk’ün kurduğu bir partide aynı partinin evlatlarıyız. O yüzden kimsenin kimseye böyle demokrasi dışında bir şey yapmasına geçmişte genel başkan izin vermezdi, bugün de ben izin vermem. CHP genel başkanlarının böyle bir sorumluluğu var. Ben izlemedim, ama Kemal Bey çok gergin ve sinirliydi gibi değerlendirmeler geldi.

“Kavgayı beraber verdiğiniz, illa sen cumhurbaşkanı adayı ol diyen arkadaşlar sonra dönüp size tam tersini yaparlarsa ne dersiniz” diye sordu…

Burada da beni kastetmediği çok açık. Bunu en iyi genel başkan bilir. Ama kimi kastettiği konusunda bir fikrim yok. Bu Kemal Bey’in açıklığa kavuşturması gereken bir husus.

Siz Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olma isteğini okudunuz mu peki orada?

Okuduklarım arasında öyle bir şey yoktu ama sonradan böyle çok değerlendirmeler okudum. Kemal Bey partiyi güvenli bir limana götürmek istiyordu, o limanın kurultay olduğunu, o kurultaydan sonra da partinin farklı bir limana doğru...

Araya gireyim, parti şu anda güvenli bir limanda mı?

Parti şu anda başka bir limana doğru, iktidar limanına doğru hareket etmiş durumda. 47 yıl sonra Atatürk’ün partisini birinci parti yaptık, şimdi iktidara, bir başka limana hareket halindeyiz. Ve o da iktidar limanı. Bu sefer Atatürk’ün partisini ikinci yüzyılın ilk genel seçiminde iktidar yapacağız.

Bir disiplin süreci işletiyorsunuz, anlatır mısınız?

Bu kadar büyük bir seçim başarısından sonra her ilde disiplin süreçleri ve tartışmalar olmasın diye disiplin dosyalarını merkeze çektik, burada inceliyoruz. Bunun birkaç sebebi var. Bir tanesi, bu kadar büyük bir başarıdan sonra il binalarında kavga olsun istemedim. İkincisi, bu kadar kritik bir süreçte bir tarafta aynı suça başka ceza, bir tarafta başka ceza, bir yerde af, bir yerde ihracın partiye duyulan güveni zedeleyeceğini düşündüm, ayrıca bunun mahkeme süreçleri de oluyor. Bir bütün olarak bütün vakaları inceliyoruz, affedilecek kısmını affedeceğiz, ceza verilecek kısma ceza vereceğiz. Küsen bize küssün ama ilde kavga çıkarmasın.

Neleri affetmezsiniz?

Buna ben tek başıma karar vermem ama partide yıllarca aday olup, aday gösterilmeyince AKP’nin kazanması pahasına karşımıza aday olmak ya da AKP’nin kazanması pahasına partinin aleyhine çalışanları affedemem. Bunu affettikçe bir sonraki sefere mazeret oluyor.

Partinin üye sayısı artıyor mu?

Çok. Şu anda gençlik kolları kampanya yapıyor. Üye formu yetiştiremedik. Her hafta dokuz-on bin genç katılıyor partiye. Kıyasıya bir üye kampanyası var. AKP gibi iş teklif ederek veya sosyal yardımlarla ilişkilendirerek bir üye kampanyası asla yapmıyoruz.

MİLLİ EĞİTİME MÜFREDAT YAPMAK ÜLKEYE ANAYASA YAPMAKTAN DAHA KRİTİK İŞTİR

Milli Eğitim Bakanlığı itirazlara karşın bu din ağırlıklı müfredatı onayladı. Böyle bir eğitim sistemiyle bu ülke nereye gidecek?

Bu eğitim sistemiyle bu ülke hiçbir yere gitmez. Milli Eğitim’e müfredat yapmak ülkeye anayasa yapmaktan daha kritik tek iştir. Çünkü o müfredatla yetişen gençler gelecekte anayasaya sahip çıkacaklar ya da yeni bir anayasa yapacaklar veya anayasayı kaldırıp atıp anayasaya karşı suç işleyecekler. Ülkenin geleceğini yetiştiriyorsunuz ve burada bir mutabakat aramıyorsunuz. Almanların en büyük başarıları, eğitim sistemleri üzerindeki ulusal mutabakattır. Ben altı yıl Alman hocalarla büyüdüm. Onlardan ders aldım, Bornova Anadolu Lisesi’nde. Ve Alman eğitim sistemini gayet yakından tanırım. Alman eğitim sistemi yıllardır üzerinde tam bir mutabakat olan ve sağcısıyla solcusuyla, Hıristiyan demokratıyla, sosyal demokratıyla üzerinde mutabık olmadan değişiklik yapılmayan ve hep iyiye evrilen bir eğitim sistemleri var. Ve ihtiyaca göre eğitim sistemleri var. Böyle bir eğitim sistemini bir siyasi parti bir siyasi perspektifle oluşturamaz. Eğer bizimki gibi eğitim sistemi yaparsan ülkenin geliri 10 bin dolar olur. Senin ülkenin başbakanı, dünyanın en pahalı limuzin Mercedes’inden on tane üretilmiş, ikisini alır biner. Öbür tarafın milli geliri 60 bin olur, o Mercedes’i de onlar üretir sana satar. Aradaki fark bu. Bindiğim Mercedes’i Almanlar üretsin, ben bineyim, halkım fakir olsun diyorsan bu eğitim sistemi. Yok Mercedes’i, bu arabaları biz üretelim, dünyaya satalım; cep telefonlarını biz üretelim dünyaya satalım ve biz bugünkünden altı kat zengin olalım diye düşünüyorsak o zaman eğitim sistemini hep birlikte ve çağdaş, bilimsel bir eğitim sistemine kavuşturmamız lazım.

GÜÇLÜ BİR PARLAMENTER SİSTEME İHTİYAÇ VAR

İYİ Parti her seferinde, grup toplantılarında dile getiriyor ama CHP geçen seçim döneminde altılı masanın kuruluş amacı olan parlamenter sistemden hiç bahsetmiyor. Parlamenter sisteme geçmek istiyor musunuz?

İktidar olduğumuzda parlamenter sisteme ilişkin taahhüdümüzü belli bir takvim içinde hayata geçirme noktasındaki kararlılığımızda değişen hiçbir şey yok. Ama benim görevim geçen seçimi kazanırken ya da kaybederken yaptığımız doğru işleri tekrar etmek, yanlış işleri terk etmek. Ben iki seçim arası sürekli bir ittifak görüşmesi ve orada da ana gündemim parlamenter sistem olmasının lehimize bir sonuç doğurmadığını düşünüyorum.

Yani travmayı tetiklemek istemiyorsunuz, öyle mi?

2300 sayfalık bir mutabakat metninde çok kıymetli çalışmaların sonuçları olmasına rağmen güçlendirilmiş parlamenter sistem iletişimi bütün hepsinin önüne geçtiği için biz tarımda ne yapacağımızı, eğitimde ne yapacağımızı, ekonomide ne yapacağımızı, dış politikada ne yapacağımızı yeterince anlatamadık ya da anlatsak da insanları buna ikna edemedik. Kayıt altında söylüyorum işte: Biz iktidar olduğumuzda güçlü bir parlamentoya ve parlamenter sisteme ihtiyaç var. Tabii burada bir tartışma olacak. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği bir yerde parlamenter sistem yerine hibrit bir sistem ya da yetkiyi yeniden Meclis’e mi alacaksınız. Bu tartışmalar için çok erken.

Yarın AKP, “Gelin parlamenter sisteme geçelim” derse…

O bir anayasa değişikliği gerektirir. Anayasa değişikliğiyle ilgili ben hattımı yeterince tarif ettiğimi düşünüyorum. Aynı cevabı veririm: Parlamenter sistem diyorsanız gidin anayasayı değiştirin, diyemem. Bu başka bir şey olur.

GENEL BAŞKANLIĞA KARAR VERDİĞİM O AN…

Sabah kaçta kalkıyorsunuz?

Gününe göre değişiyor, bazen 7, bazen 9.

Sizin Ankara’da eviniz var mı?

Misafirhanede kalıyorum.

Aileniz hâlâ Manisa’da mı?

Çekirdek aile üç kişiyiz, atomlarımıza ayrıldık, eşim Didem Manisa’da, kızım İpek İstanbul’da, ben Ankara’dayım.

Günde kaç saat çalışıyorsunuz?

Geniş tanımlı çalışmam 18 saati buluyor ama mesela aday belirleme süreçlerinde birkaç kez 36-40 saat genel merkezden ayrılmadığım oldu, üç dört kez sabahladığım oldu. Burada birkaç saat uyuyup güne devam ettiğim oldu. Ama normal şartlarda 14 saati genel merkezde olmak üzere 18 saati buluyor.

Sıkıştığınızda kimi ararsınız?

Konuya göre değişir. Yatılı okul arkadaşlarımdan fikrine çok güvendiklerim var. Yine yatılı okul arkadaşlarımdan her sırrımı çok kolay açabildiklerim var. Siyasette Veli Ağbaba’yla abi-kardeş ilişkisi içindeyiz. Bazen annemin sesini duymak iyi gelir ama çok sık değil.

Genel başkanlık için karar aldığınız o anı hatırlıyor musunuz?

Bir gün evde tek başıma oturuyordum, geçen sene haziran ayında. Uzun uzun uzun düşünüyordum. Çok az bir ışık vardı odada, okuma lambası, onun ayarını iyice düşürmüştüm. Eşim geldi, benim olduğumu fark etmedi önce. Sonra bakınca, “Ne yapıyorsun orada” dedi, “Düşünüyorum” dedim. Üç, üç buçuk saat orada düşündüm. “Var başımıza yine bir gelecek” dedi. Sonra genel başkanlıkla ilgili, daha doğrusu genel başkan da olabileceğim bir değişim sürecinin kararını vermiştik.