ÖYLE BİR YAZI YAZDI Kİ; BENZERİNE TÜRK BASIN TARİHİNDE RASTLANMADI!
Hangi genel yayın müdürü, kendini acındırarak yazı yoluyla patrondan ev istedi?
Geçen Cuma günkü sabah gazetesinde medyada eşine benzerine pek rastlamadığımız bir köşe yazısı yayınlandı…
Bu yazıyı kaleme alan kişi; Sabah Gazetesinin Genel Yayın Müdürü Erdal Şafak’tı…
Önce “Özel bir konu” başlıklı o yazıyı, okumayanlar için aynen aktaralım:
***
“Bugün hiç sevmediğim bir şey yapacağım; özel hayatımdan bir kesit aktaracağım. Okurlarımdan peşinen özür dilerim.
Gecenin bir vaktinde eve döndüm. Eşim boynuma sarıldı ve iki hıçkırık arasında ‘Geldi...’ diye kekeledi.
- Kim?
- Hır...sız...
Biz iki çocuklu aileyiz. Büyük oğlan evlenip yuvasını kurdu. Küçük oğlan ‘Burası işime çok uzak’ diyerek Şehir’den ev tuttu. (Not: "Şehir"i bilerek özel ad gibi kullandım. Çünkü İstanbul, ‘Şehir’ anlamına geliyor.)
İki oğlan da gidince bir zamanlar Avrupa’nın en iyi uydu kenti ödülünü kazanan ama şimdi ucubeye dönen Bahçeşehir’de eşimle baş başa kaldık. Ve de iki köpeğimizle (Not: Biri İskoç Terrier cinsi, öbürü ise ceketinizin mendil cebine bile sığacak kadar küçük Meksika köpeği, yani Çuvava) ve bir cennet papağanımızla...
İşte bu sessiz, sakin evimize tam bir yıl önce (Not: 1 Şubat 2010’da) bir sabaha karşı hırsız girdi. Laptop, cep telefonu, cüzdan; yükte hafif pahada ağır ne bulduysa götürdü. Salonda yatan büyük köpeğimizi ilaçla uyutmuş; miniminnacık Çuvavamız tıkırtıya uyanıp havlamasa kim bilir daha neler çalacaktı...
Neyse... Polis cansiperane bir çalışmayla birkaç gün sonra hırsızı yakaladı. Daha doğrusu hırsızları… Biri çalan, öbürü taşıyan.
Ancak sadece biri için dava açıldı. İlk duruşmaya eşim de katıldı. ‘Müşteki’ sıfatıyla. Yargıç (Kadın), ‘Yargının iş yükünü durduk yerde artırmayalım’ gerekçesiyle eşime epey baskı yaptı şikâyetten vazgeçmesi için. Polisler de ‘Biz bunları yakalayıncaya kadar gecemizi gündüzümüze kattık, ne olur vazgeçmeyin, başkalarının canını yakmasınlar’ diye davada direnmemizi istediler. Haklıydılar.
Sanığın tutuklandığı o ilk duruşmadan sonra davanın seyrini izlemedik.
Evin alarm sistemini tepeden tırnağa değiştirdik, tüm kapılara ve pencerelere demir parmaklık ördürdük, bir tür sürekli mahpusluk hayatı yaşamaya razı olduk.
Bir gece eve döndüğümde eşimin elleri- ayakları titriyordu: Hırsızın ağabeyi evimize gelmiş, davadan vazgeçmemiz için kâh yumuşak, kâh sert, epey dil dökmüş. Eşim zor uzaklaştırmış.
Aradan aylar geçti ama eşim ne zaman 1 Şubat 2010 sabahını hatırlasa, balmumu gibi sararıyordu.
Biz konuyu unutmaya çalışırken meğer hırsız tahliye edilmiş. Ne yapalım; adaletin kestiği parmak kanamaz.
Kanamaz ama acıtır. Hırsızın "Davadan vazgeçin" talebiyle eve dayanmasıyla eşimi acıttığı gibi.
Şimdi eşim ‘Ben artık bu evde oturmam. Şehir’e taşınmak istiyorum’ diye ağlayıp duruyor.
Bahçemize kendi ellerimle diktiğim ağaçları, çiçekleri terk edeceğim. Bahçemizde salına salına dolaşan kaplumbağamızı da. Kış uykusundan uyanmak üzere olan kirpilerimizi de. Kapımıza kamp kuran sokak köpeklerimizi, kedilerimizi de. Her sabah pencerenin önüne dizilip yem bekleyen yüzlerce kuşumuzu da...
Terk edeyim etmesine de bir başka sorun var: Şehir’de ev alacak güce sahip değilim ki! Hayatımda en korktuğum şeyi göze alıp, borçlanmam gerekecek.
Görüyor musunuz; bir zamanlar İstanbul’un en güvenli yerleşim birimi olan bölgenin ucubeleşmesinin bana maliyetini... Ne diyeyim; adalet sağ olsun!”
Ne kadar acıklı bir yazı değil mi?
Ne yalan söyleyeyim; bu yazıyı gözyaşları (!) içinde okudum!
Aklıma ilk gelen şey de başta Sabah gazetesi çalışanları olmak üzere medya çalışanları arasında “Erdal Abi için 20 lira da sen ver” başlıklı bir yardım kampanyası başlatmak oldu…
Öyle ya… Yaklaşık 20 bin kişinin çalıştığı sektörde böyle bir kampanyaya katılacak 10 bin kişi nasıl olsa çıkar, biz de 200-250 bin liraya Erdal abimizin “şehirdeki ev” sorununu çözebilirdik…
Hemen telefona sarılıp konuyu Erdal Şafak’ın çok eski bir dostuna anlattım…
Önce sustu, sonra güldü ve konuşmaya başladı:
“Tamam Erdal Abi’ne daire alalım da… Bahçeşehir’deki terk etmeyi düşündüğü ev en az 1 milyon dolar eder… Onu satsa İstanbul’da istediği yerdeki istediği evi rahat rahat alır… Zaten herhangi bir nedenle bir yerden taşınmak zorunda kalan insanlar da böyle yaparlar. Eski evlerini satarlar, yenisini alırlar… Köşe yazısı yazarak kendilerini acındırmazlar! Onun asıl amacı başka…”
Şaşırdım ve telefondaki meslek büyüğüme saf saf sordum:
“İyi de ne?”
Yanıt ne yazık ki meslek adına yüz kızartıcıydı:
“Ne olacak; köşesini kullanarak patronundan ev istiyor… Kredi alıp borçlansa ne olur? Sadece Bahçeşehir’deki evin kira geliri bile kredi taksitini ödemeye yeter… Kaldı ki Erdal Abi’nin İzmir’de ve İstanbul’da birkaç tane daha evi, yazlığı var… Ayrıca onun gibi yıllarca başyazarlık yapmış bir kişiye, ‘ilk defa’ diyerek özel hayatına ait bir sorunu böyle çözmeye çalışmak yakışıyor mu? On binlerce lira maaş alan Erdal Bey böyle ağlarsa ve günlük yazısını kişisel sorununa ayırırsa; kış ayazında işsiz kalan yüzlerce Sabah ve atv çalışanı ne yapacak? Onların; bırakın yeni ev almayı, evlerini nasıl geçindireceklerini düşünen var mı?”
Telefonu kapattım ve eskinin Maocusu, bugünün AKP’nin medya yöneticisi Erdal Abi’nin bu yazıyı yazmaya neden ihtiyaç duyduğunu bir kez daha düşündüm…
Sonra biraz daha araştırdım; kırk yıllık dostu galiba haklıydı:
Çünkü duyduklarıma göre yazının yayınlanmasından sonra Erdal Şafak’ı arayan patronu, “Merak etme, sorunu çözeceğiz” sözünü vermiş…
Eskiden yazarlar toplumun sorunları için yazı yazardı…
Bugün ise yanında çalışanların işten atılmasına göz yuman genel yayın müdürleri, kendilerini acındırarak patronlarından “şehirde ev” istemek için yazıyorlar…
Ne yapalım; Allah daha fazla versin!
Bu arada Erdal Abi’nin patronundan özel bir ricam olacak:
Alacağı evin bir bahçesi…
Bahçede ağaçları, çiçekleri, salına salına dolaşan kaplumbağası, kirpileri, kapısında sokak köpekleri, kedileri de olsun…
Yoksa kendini kötü hisseder ve Allah korusun gazeteyi kötü yönetir!
30 yıllık bir basın emekçisi olarak, gazeteciliğin geldiği bu noktaya; “Yazıklar olsun” diyorum!
Bu yazıyı kaleme alan kişi; Sabah Gazetesinin Genel Yayın Müdürü Erdal Şafak’tı…
Önce “Özel bir konu” başlıklı o yazıyı, okumayanlar için aynen aktaralım:
***
“Bugün hiç sevmediğim bir şey yapacağım; özel hayatımdan bir kesit aktaracağım. Okurlarımdan peşinen özür dilerim.
Gecenin bir vaktinde eve döndüm. Eşim boynuma sarıldı ve iki hıçkırık arasında ‘Geldi...’ diye kekeledi.
- Kim?
- Hır...sız...
Biz iki çocuklu aileyiz. Büyük oğlan evlenip yuvasını kurdu. Küçük oğlan ‘Burası işime çok uzak’ diyerek Şehir’den ev tuttu. (Not: "Şehir"i bilerek özel ad gibi kullandım. Çünkü İstanbul, ‘Şehir’ anlamına geliyor.)
İki oğlan da gidince bir zamanlar Avrupa’nın en iyi uydu kenti ödülünü kazanan ama şimdi ucubeye dönen Bahçeşehir’de eşimle baş başa kaldık. Ve de iki köpeğimizle (Not: Biri İskoç Terrier cinsi, öbürü ise ceketinizin mendil cebine bile sığacak kadar küçük Meksika köpeği, yani Çuvava) ve bir cennet papağanımızla...
İşte bu sessiz, sakin evimize tam bir yıl önce (Not: 1 Şubat 2010’da) bir sabaha karşı hırsız girdi. Laptop, cep telefonu, cüzdan; yükte hafif pahada ağır ne bulduysa götürdü. Salonda yatan büyük köpeğimizi ilaçla uyutmuş; miniminnacık Çuvavamız tıkırtıya uyanıp havlamasa kim bilir daha neler çalacaktı...
Neyse... Polis cansiperane bir çalışmayla birkaç gün sonra hırsızı yakaladı. Daha doğrusu hırsızları… Biri çalan, öbürü taşıyan.
Ancak sadece biri için dava açıldı. İlk duruşmaya eşim de katıldı. ‘Müşteki’ sıfatıyla. Yargıç (Kadın), ‘Yargının iş yükünü durduk yerde artırmayalım’ gerekçesiyle eşime epey baskı yaptı şikâyetten vazgeçmesi için. Polisler de ‘Biz bunları yakalayıncaya kadar gecemizi gündüzümüze kattık, ne olur vazgeçmeyin, başkalarının canını yakmasınlar’ diye davada direnmemizi istediler. Haklıydılar.
Sanığın tutuklandığı o ilk duruşmadan sonra davanın seyrini izlemedik.
Evin alarm sistemini tepeden tırnağa değiştirdik, tüm kapılara ve pencerelere demir parmaklık ördürdük, bir tür sürekli mahpusluk hayatı yaşamaya razı olduk.
Bir gece eve döndüğümde eşimin elleri- ayakları titriyordu: Hırsızın ağabeyi evimize gelmiş, davadan vazgeçmemiz için kâh yumuşak, kâh sert, epey dil dökmüş. Eşim zor uzaklaştırmış.
Aradan aylar geçti ama eşim ne zaman 1 Şubat 2010 sabahını hatırlasa, balmumu gibi sararıyordu.
Biz konuyu unutmaya çalışırken meğer hırsız tahliye edilmiş. Ne yapalım; adaletin kestiği parmak kanamaz.
Kanamaz ama acıtır. Hırsızın "Davadan vazgeçin" talebiyle eve dayanmasıyla eşimi acıttığı gibi.
Şimdi eşim ‘Ben artık bu evde oturmam. Şehir’e taşınmak istiyorum’ diye ağlayıp duruyor.
Bahçemize kendi ellerimle diktiğim ağaçları, çiçekleri terk edeceğim. Bahçemizde salına salına dolaşan kaplumbağamızı da. Kış uykusundan uyanmak üzere olan kirpilerimizi de. Kapımıza kamp kuran sokak köpeklerimizi, kedilerimizi de. Her sabah pencerenin önüne dizilip yem bekleyen yüzlerce kuşumuzu da...
Terk edeyim etmesine de bir başka sorun var: Şehir’de ev alacak güce sahip değilim ki! Hayatımda en korktuğum şeyi göze alıp, borçlanmam gerekecek.
Görüyor musunuz; bir zamanlar İstanbul’un en güvenli yerleşim birimi olan bölgenin ucubeleşmesinin bana maliyetini... Ne diyeyim; adalet sağ olsun!”
Ne kadar acıklı bir yazı değil mi?
Ne yalan söyleyeyim; bu yazıyı gözyaşları (!) içinde okudum!
Aklıma ilk gelen şey de başta Sabah gazetesi çalışanları olmak üzere medya çalışanları arasında “Erdal Abi için 20 lira da sen ver” başlıklı bir yardım kampanyası başlatmak oldu…
Öyle ya… Yaklaşık 20 bin kişinin çalıştığı sektörde böyle bir kampanyaya katılacak 10 bin kişi nasıl olsa çıkar, biz de 200-250 bin liraya Erdal abimizin “şehirdeki ev” sorununu çözebilirdik…
Hemen telefona sarılıp konuyu Erdal Şafak’ın çok eski bir dostuna anlattım…
Önce sustu, sonra güldü ve konuşmaya başladı:
“Tamam Erdal Abi’ne daire alalım da… Bahçeşehir’deki terk etmeyi düşündüğü ev en az 1 milyon dolar eder… Onu satsa İstanbul’da istediği yerdeki istediği evi rahat rahat alır… Zaten herhangi bir nedenle bir yerden taşınmak zorunda kalan insanlar da böyle yaparlar. Eski evlerini satarlar, yenisini alırlar… Köşe yazısı yazarak kendilerini acındırmazlar! Onun asıl amacı başka…”
Şaşırdım ve telefondaki meslek büyüğüme saf saf sordum:
“İyi de ne?”
Yanıt ne yazık ki meslek adına yüz kızartıcıydı:
“Ne olacak; köşesini kullanarak patronundan ev istiyor… Kredi alıp borçlansa ne olur? Sadece Bahçeşehir’deki evin kira geliri bile kredi taksitini ödemeye yeter… Kaldı ki Erdal Abi’nin İzmir’de ve İstanbul’da birkaç tane daha evi, yazlığı var… Ayrıca onun gibi yıllarca başyazarlık yapmış bir kişiye, ‘ilk defa’ diyerek özel hayatına ait bir sorunu böyle çözmeye çalışmak yakışıyor mu? On binlerce lira maaş alan Erdal Bey böyle ağlarsa ve günlük yazısını kişisel sorununa ayırırsa; kış ayazında işsiz kalan yüzlerce Sabah ve atv çalışanı ne yapacak? Onların; bırakın yeni ev almayı, evlerini nasıl geçindireceklerini düşünen var mı?”
Telefonu kapattım ve eskinin Maocusu, bugünün AKP’nin medya yöneticisi Erdal Abi’nin bu yazıyı yazmaya neden ihtiyaç duyduğunu bir kez daha düşündüm…
Sonra biraz daha araştırdım; kırk yıllık dostu galiba haklıydı:
Çünkü duyduklarıma göre yazının yayınlanmasından sonra Erdal Şafak’ı arayan patronu, “Merak etme, sorunu çözeceğiz” sözünü vermiş…
Eskiden yazarlar toplumun sorunları için yazı yazardı…
Bugün ise yanında çalışanların işten atılmasına göz yuman genel yayın müdürleri, kendilerini acındırarak patronlarından “şehirde ev” istemek için yazıyorlar…
Ne yapalım; Allah daha fazla versin!
Bu arada Erdal Abi’nin patronundan özel bir ricam olacak:
Alacağı evin bir bahçesi…
Bahçede ağaçları, çiçekleri, salına salına dolaşan kaplumbağası, kirpileri, kapısında sokak köpekleri, kedileri de olsun…
Yoksa kendini kötü hisseder ve Allah korusun gazeteyi kötü yönetir!
30 yıllık bir basın emekçisi olarak, gazeteciliğin geldiği bu noktaya; “Yazıklar olsun” diyorum!