'ORMANDA ÇİÇEK TOPLARKEN KAÇIRILAN GÜZEL PRENSESİN, TARİH SOHBETİ ADI ALTINDA GADDARCA İŞKENCEYE MARUZ BIRAKILMASI'

Radikal yazarı Nuray Mert'ten 'Tarihin Arka Odası' programına ilginç benzetme...

’Tarihin arka odası’

Bazı televizyon programlarına ilişkin tartışmalardan özellikle uzak durmaya çalışıyorum. Ama artık dayanamadım. Diğer taraftan, bir madya grubunda yazan birinin başka bir medya grubunun TV programını mevzu etmesi yanlış da anlaşılabilir. Ama malum, ben böyle bir ayrım yapmıyorum, kendi gazetemde yazanlarla da tartışmak gerekiyorsa, bundan uzak durmuyorum.
Uzunca bir süredir, Habertürk televizyonunda yayımlanan tarih programlarının çok ilgi çektiğini biliyoruz. Daha fazla insanın tarihle ilgilenmeye başlaması beni ancak sevindirir. Anladığım kadarıyla farklı birkaç formatta yayınlanan bu tarih programlarında, zaman zaman çok değerli konuklar da ağırlanıyor, insanların üstünkörü bildiğini sandıkları konular deşiliyor. Bu kısmı iyi. Ancak, dilini, üslubunu fazla üstenci ve saldırgan bulduğum için ben bu programları pek seyredilir bulmuyorum. Ama geçenlerde, tesadüf ettiğim programda, Osmanlı’da okur yazarlık oranı gibi çok tartışmalı bir konu geçtiğini gördüğüm için hızla geçmek yerine, izlemeye karar verdim.
Benim izlemeye başladığım noktada, tarih malumatının genişliğini herkesin teslim edeceği bir isim olan Murat Bardakçı’nın, Osmanlı’da okuma yazma oranlarının bilinemeyeceği bilgisini verdikten sonra, bu oranın yüzde 3 de, yüzde 40 da olabileceği şeklindeki iddiasına şaşırmaktan kendimi alamadım. Osmanlı dönemine ilişkin bir okur-yazarlık istatistiği olmadığı doğru, ama bu oranın hiç kestirilemeyeceğini iddia etmek akıl alır şey değil. Tabii, mesele öncelikle, hangi dönemden bahsettiğimize de bağlı, ama Cumhuriyet dönemi öncesinde yaygın eğitimin sınırları belli olduğuna göre bu oranın yüksek olma ihtimali yok. Sadece Osmanlı için değil, modern öncesi tüm toplumlar için bu böyle. Dahası, hemen bu iddianın ardından gelen, okur-yazar olanların tümünün okuduğunu doğal olarak anlayacağı, zira Osmanlıca’nın halkın konuşma dili olduğu iddiası akıl alır gibi değil.
Doğrusu, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra okur yazarlığın bir nebze daha yaygınlaştığı söylenebilir ancak, Osmanlıca imlası çok zor olduğu için bu dönemde sadece ‘okur’ olup, yazamayanların dahi var olduğunu biliyoruz. Dahası, yüzyıl sonunda ortalama okur yazarın yazılı metinleri kolayca anlamakta ne kadar zorlanacağını bilmek zor değil. Programda adı geçen, Recaizade’nin ‘Araba Sevdası’ romanı, bu konuya bolca gönderme yapan bir eser. Hele klasik dönem sözkonusu olduğunda, bırakın okur yazarlığı, Osmanlı tebasının çoğunun kendi yerel dilleri dışında dil bilmediği, Türkçe’den, Osmanlıca’dan habersiz doğup öldüklerini bilmek için büyük tarihçi olmaya gerek yok.
Benim asıl takıldığım husus bunlar da değil, bu programlarda ‘tarih tartışması’ adı altında, çok sert bir siyasi dilin, hak ettiği ciddiyeti es geçerek, kolaylıkla devreye girebilmesi. Benim izlediğim program, artık iyiden iyiye, Pelin Batu’nun, ‘ormanda çiçek toplarken kaçırılan güzel bir prensesin, tarih sohbeti adı altında iki kişi tarafından gaddarca, işkenceye maruz bırakılması’ gibi gotik dönem masalını andırmaya başlamıştı. Konu nasılsa, çevre politikalarına geldi, iki tarihçi, Batu’nun tüm söylediklerine karşı lafını ağzına tıkıp, bunların ‘saf genç kızları kandırmak için uydurulmuş lafı güzaf olduğu’nu ima eden bir tavır tutturdular. Bu söylemin düzeyi, doçent unvanlı tarihçinin, ‘et yeme, ot yeme ne zıkkım yiyeceğiz?’ şeklindeki veciz ifadesine kadar vardı. O da yetmedi, Murat Bardakçı, İngilizlerin ‘sardonik’ dedikleri bir mizah anlayışı ile olsa gerek, ‘Nükleer atıkların okyanuslara atılmasına ben de karşıyım, bence Afrika’ya atsınlar’ bile diyebildi.
Tarih sohbetinden yola çıkıp, tarihçi kisvesine sığınılarak son derece sorunlu bir siyasal dil ve üslubun, tartışmaya kapalı sert iddiaların kolaylıkla dolaşıma girdiği bu tür programların, daha fazla ciddiye alınıp, daha eleştirel biçimde izlenmesi ve tartışma konusu yapılması gerektiğini düşünüyorum. Anayasa gündeminin bu kadar yoğun olduğu bir dönemde bir yazımı bu konuya ayırmamın nedeni bu. Tarih de dahil olmak üzere, her konuda her görüşün daha fazla ifade bulduğu bir ortamı özlüyorsak, bunun yolu herkesin her görüş adına ağzına geleni söylemesi değil, aynı zamanda ağzından çıkanı kulağının duyması. Belli bir düzey tutturacaksak, ancak bu yol ile mümkün olacak.