ORAY EĞİN HÜRRİYET'E GÖZ KIRPTI; BÜYÜK BİR GAZETEDE KÖŞE TEKLİFİ ALSAM ÜZERİNE ATLARIM!
Ayşe Arman, 3 yıldır Amerika'da yaşayan ve gazetecilik üzerine yüksek lisans yapan Oray Eğin'le gazetecilik, Türkiye, yurt dışında hayat üzerine konuştu&...
Ayşe Arman New York’ta Oray Eğin’le söyleşti.
"Nerden aklına düştü?" diyeceksiniz… Bilmem, düştü. Aradım konuştuk. Oray Eğin, Türk basının en genç ve renkli kalemlerinden biri. Spor yazarlığı yaptı, dedikodu yazarlığı yaptı, söyleşi yaptı, jüri üyeliği yaptı, sıra politikaya gelince… Bir süre sonra iş, sarpa sardı. Şu anda Türkiye’de herhangi bir gazetede yazmıyor, yazamıyor. O da çekti, New York’a gitti. Columbia’da gazetecilik üzerine yüksek lisans yapıyor. Artık farklı bir hayatı var. Spor yapan, her yere bisikletle giden, fit olabilmek için acayip çaba sarf eden biri. Ve bayağı da kilo vermiş, "Ama sen esas beni seneye gör!" diyor. Üstü çıplak fotoğraf verecek kıvama gelecekmiş. Her ne kadar daha olgunlaştığını, daha uzlaşmacı bir döneme girdiğini söylüyorsa da elinde değil, dili hâlâ sivri…
Oray Eğin… Nerelerdesin?
- New York, Brooklyn.
Kaç zamandır?
- Üç yıl oldu.
Niye? Kaçtın mı? "Ya içeri alırlarsa?" deyip, uçağa atladığın gibi gittin mi?
- Bu kararı verdiğimde, daha ortada bu ihtimaller yoktu. Hep başka bir şehirde yaşamak için bahane arıyordum ama yemiyordu!
Niye gitmek istiyordun?
- Boğuluyordum! Türkiye sürekli bir şey çalıyor gibiydi benden. Kendimi yenileyemiyordum, can sıkıntısından evde oturan ve sürekli homurdanan bir ‘sosyopat’a dönüşecektim. Sonra bir gün, "Bush seçilirse ülkeyi terk ederim" diyen Hollywood ünlülerine özenerek, tek yön bilet aldım ve kendimi burada buldum.
"BİZİM KAPICI BİLE TUTUKLANACAĞINI DÜŞÜNÜYORDU"
Burada kalsaydın, seni de Soner ve Oda tv çalışanları gibi içeri alırlar mıydı?
- Soner tutuklandığında tesadüfen Türkiye’deydim. Urfa’da bir iş yapmıştım, Berlin’e gidecektim, o arada öğrendim. O gün, kişisel tarihimin en kötü günlerinden biri. Sorunun yanıtına gelecek olursak, Türkiye’de tutuklanma korkusu yaşamayan kaldı mı acaba? MİT Başkanı’nı bile tutuklamaya kalktılar. Bizim kapıcı bile tutuklanacağını düşünüyordu bir ara…
New York’tan Türkiye’yi takip ederken, aynı zamanda bir New Yorker olmaya çalışmak zorlamadı mı?
- Hayatın CHP’li belediyelerin yönettiği semtlerde geçince, bütün Türkiye’nin de öyle olduğunu düşünüyorsun! Açıkçası ben, Türkiye’yi Türkiye’den gidince daha iyi takip etmeye ve anlamaya başladım. Kendi hatalarımla da yüzleşme fırsatı oldu bana.
Körü körüne muhalefet hata"
"İktidara körü körüne muhalefet yapmak yerine, diyalog kapılarını zorlayabilirmişim" lafları, yeni bir Oray Eğin döneminin başlangıcı mı? - Türkiye'den uzaklaşınca topluca, bir yerde, hata yaptığımızı anladım. Körü körüne muhalefet yapabilirsin ama bunu verilerle ve bilgilere dayanarak yapmak daha etkili. Dahası, tıpkı Amerikan gazetelerinde olduğu gibi muhalefet ettiğin kişinin de görüşünü alabilirsin. Ben, "Zaten bana konuşmazlar!" diye hiç aramıyordum bile. Hata halbuki. Dahası, o zaman aramayı ihtiyacım da yoktu. Çünkü dev bir okur kitlesi, alkış, belli bir mahallede kahraman olmak yetiyordu. Oysa yanıltıcı bunlar! Gazeteciliğe de zarar veriyor. İçindeyken göremiyorsun. Bundan sonra da Türkiye'ye karşı bir Amerikalı gazeteci kadar mesafeli olacağım.
"UCUZ VOTKAYA DÜŞMEDİM DAHA!"
Bir de para meselesi var. Nasıl geçiniyorsun?
- Ne kadar meraklılar ya! "Paran var mı? Nasıl geçiniyorsun?" Şimdi bir bunu, "İhtiyacın var mı?" diye soran var, bir de kıskançlığından! Param var. Geçiniyorum işte. Sonsuza kadar yetecek bir paradan bahsetmiyorum ama ben parası olan gazeteci olmayı önemsedim hep. Çünkü para özgürlüktür, kapıyı vurup çıkabilme özgürlüğü. Bir köşeye para koymakta fayda var. Geçenlerde İstanbul’da anneannemi ziyarete gittim, "Evladım, merak etme, sana daha çok ev kalacak!" dedi. Evet, düzenli bir gelirim yokken, ortalığa para saçmıyorum. Ama bak hâlâ Beluga içiyorum, ucuz votkaya düşmedim daha!
Akademik hayata döndün. Öğrenci oldun. Ne iş?
- Ne yapacaktım ki, daha iyi bir seçenek yoktu! İki-üç yıldır böyle bir ara vermek istiyordum, bir anlamda zorunlu oldu ama iyi oldu. Bir sürü yere başvurdum, Harvard, Columbia. Hepsinden kabul aldım. Harvard’a gittim, baktım bana göre değil. Eski bir dünyanın hırsları var orada. Bir de New York değil! Sonunda Columbia’da dünyadan sadece 14 gazetecinin seçildiği bir yüksek lisans programına dahil oldum. Burası, elit bir okul zaten. Elitin eliti bir gruplayım şimdi. Gazeteciliğime laf etmeye kalkanları artık Columbia’yla döveceğim!
"BEN NURAY MERT MİYİM ’MAĞDURİYET KRALİÇESİ’ ROLÜ OYNAYAYIM!"
Üniversitede, "Ben Türkiye’de muhalefet yaptığım için ‘persona nongrata’ ilan edildim, o yüzden buradayım" havası bastın mı?
- Ben Nuray Mert miyim ‘mağduriyet kraliçesi’ rolü oynayayım! Bahsetmeme bile gerek yok, Türk basının durumu bütün dünyanın malumu artık. Dünyayla pek az ilgili Amerikalılar bile Türkiye’de gazetecilik yapılmayacağını öğrenmişler. Her şey ortada ama yine de kolektif bir mağdurlar korosunun parçası olup kendimi acındırmak istemiyorum. Böyle bir dönem işte. Umarım geçer, ben ağlayıp sızlamadan ‘Bu durumu nasıl kâra dönüştürebilirim?’in derdindeyim.
"ÖLÇÜYÜ KAÇIRIP ÜZDÜKLERİMDEN ÖZÜR DİLERİM"
Yetenekli adamsın, kalemin kuvvetli ama ‘kötü’ şeyler de yazdın, kaleminle bir sürü insanı paraladın. Bu neydi? Gazetecilikte var olmanın şartlarından biri mi?
- Yalan söyleyecek değilim. Elbette, bir rating kaygım vardı. Ama bir o kadar da, "Kral Çıplak!’ deme kaygım. Evet, çok kişiye saldırdım belki. Belki bazıları haksızdı. Ama bugün artık ayyuka çıkan çarpıklıkların bir çoğunu herkes ilk benden öğrendi.
Hiç pişmanlık duyuyor musun?
- Birand’ın ölümünden sonra bunu çok düşündüm. Son zamanlarında onu çok eleştirmeye başlamıştım, bu yüzden üzüldüm. Ama aramız düzelmişti. Ne gereği vardı, onca adam varken Birand’ı neden eleştirmişim? Aynı şeyi Can Dündar ekrana çıkartılmayınca da düşündüm, onca adam varken Can’mıymış eleştirilecek adam yani! Epey bir haksızlık etmişim. Ama benim işim eleştirmekti, çıtayı hep daha yukarı çekmekti. Belki de bundan dolayı bugün mükemmel dediğim gazetecileri dün acımasızca kesip, biçtim. Ama şimdi keşke hâlâ olsalar diyorum. Fakat şunu söyleyebilirim, hiçbiri kişisel değildi. Bazen ölçüyü kaçırıp kişisel olduysam da, istemeden olmuştur, özür dilerim.
"HAYATIM BÜTÜN ÇIPLAKLIĞIYLA ORTADA"
Telefon konuşmaların yayınlandı çeşitli gazetecilerle, abilerinin söylediğini yazan kalemşör papağan olmakla suçlandın. Üzüldün mü?
- Ne üzüleceğim ya! Amerika’da üniversitede sızdırılan bu konuşmaları anlattım. Millet kahkahalarla güldü. Çünkü aklı başında kimse ciddiye almaz bunu. Bir arkadaşımla konuşmuşum, küfretmişim. Kime ne? Ya da yazı konusu konuşuyoruz. İyi de ben günde 30 kişiyle konuşuyorum "Ne yazayım?" diye herkesten fikir alıyorum. Bütün dünyada da gazetecilik böyle yapılır. Geçenlerde bir gazeteciyle konuşuyordum, "Bıktım bu Thomas Friedman’dan" diyor, "20 yıldır her gün beni arayıp yazı konusu soruyor!" diye yakınıyordu. Ama bir yandan da inanılmaz bir rahatlama oldu. Evet bütün hayatım bütün çıplaklığıyla ortada ve hiçbir pislik yok. Küfürlü konuşma var o kadar. Tek bir suç, rüşvet vesaire yok. Ne kadar temiz olduğumun sağlaması oldu.
Amerika, senin için ‘ikinci bir hayat’ mı?
- Ya Almanya ve İsveç’teki 80’li yıların sürgün solcuları gibi Selda Bağcan türküleri dinleyip ‘Memleket nereye gidecek?’ diye bütün gün oturacaktım ya da kendi kendimi yeniden icat edecektim. Ben ikinci şıkkı tercih ettim. Eminim o türkülerin de bir tadı vardır ama hiç oralarda değilim. Bu kafaya ulaşmak da kolay olmadı ama…
Nasıl yani?
- Çünkü o alkış yok mu? Çok fena bir şey, insanı bağımlısı haline getiriyor. Ve de çok yanıltıyor. Birden o alkışı arıyorsun etrafında. Ama sonra bakıyorsun ki saçma bir şeymiş. Bunu en çok ne zaman fark ettim biliyor musun? 30 Ağustos resepsiyonuna gittim. Birden subay eşleri ve kızları etrafımı çevirdi, fotoğraflar çektirmek istiyorlar. "Bir yerde hata yapıyorum!" dedim. Çünkü benim hedef kitlem genç subaylardı!
"Özendiğim gazeteci Sedat Ergin"
Herkes Ertuğrul Özkök ve Hıncal Uluç sanır ama benim özendiğim gazeteci Sedat Ergin. Onun kadar kusursuz olabilmek isterim. Buna biraz Ufuk Güldemir sosu katmakta bir sakınca yok ama. Ayrıca bir Hıncal Uluç kavuğu varsa buna layık olduğumu da düşünüyorum. Ertuğrul Özkök'e gelince Hürriyet'in tepesinden ayrıldıktan sonra bambaşka bir ilişki gelişti aramızda. Abi, arkadaş, dost, mentor. Hepsi birlikte. O hep sevgisine lâyık olmak istediğim bir insan artık, umarım hiç hayal kırıklığına uğratmam
"YAĞLI BİR ADAMLA NİYE SEVİŞSİNLER"
Çok kilo verdin. Neden? Amaç sağlıklı olmak mı?
- Aman ne sağlıklı yaşamı! Seks tabii ki. Geçen gün Usain Bolt’un bir söyleşisini okudum, o bile kız tavlamak için spor yapıyormuş. Türkiye’de öyle ya da böyle tanınıyorsun, paranla, dilinle, şöhretinle durumu kurtarıyorsun. Amerika’da ise ‘hiç kimse’sin ve rekabet ağır. E bir de gözüm yükseklerde. Benim beğendiğim tipler, dergilerden fırlamış gibi duranlar, onlar da haklı olarak sadece kendileri gibi olanları beğeniyor. Buna yatırım yapıyorum bende. Sonuçta New York’ta tek rekabet ölçüsü santim! Hemen ilk akla gelen ölçüden bahsetmiyorum. Kolun ne kadar kalın, baldırların nasıl, karnında kaç baklava var daha önemli! Bir de etrafta da çok fazla güzel insan var. Bir daha benimle röportaj yaparsan üstüm çıplak poz vereceğim!
Karnında baklavaları olmayan bir erkekle kimse yatmıyor mu?
- Kör satıcı! Ama binlerce yıldan gelen erkek estetiği gibi bir şey var, Michelangelo’nun David heykeli var. Ve ne yazık ki, etrafta çok fazla böyle heykel gibi adamlar var. Ne büyük adaletsizlik aslında!
"İKİ ŞEY BAŞTAN ÇIKARIYOR: GÜZELLİK VE ZEKA"
Sadece bedenlerin sevişmesi fena değil mi?
- Valla, beni iki şey baştan çıkarıyor. Güzellik ve zeka. Teslim oluyorum hemen. Ama sonunda tercihimi güzellikten yana kullanıyorum. Etrafımda İsveç sineması, Wittgenstein konuşacağım ve bu konuda akıllı laflar edecek bir dolu arkadaşım var zaten. Güzellik çarptı mı çok fena…
Güzel yüzlü ve zayıf bir adam olduğun için seninle sevişenler, kalın belli ve yağlı bir adam olsan yatmazlar mı?
- Niye yatsınlar, niye sevişsinler! Enayiler mi? Kendisine bir dolu yatırım yapmış, günlerini spor salonunda geçirmiş biri, kendisini sana harcar mı? Kimse o kadar cömert değil. Ancak sen de o yatırıma karşılık verirsen, denk olursanız belki yüz verir. O da belki…
"SAHALARA BİR CANAVAR OLARAK DÖNECEĞİM"
Seksle sporu yan yana koyduğunda nasıl bir formül çıkartıyorsun ortaya?
- Ya nasıl söyleyeyim, dünyada beraber olunacak çok insan var. Ama ben şimdilik hazırlık kampındayım. Bir sene sonra, bu kamp başarılı geçerse, sahalara bir canavar olarak döneceğim!
Güzel giyinmek senin için ne kadar takıntı?
- Chris Brown’ın Grammy’lerde giydiği bir Lanvin takıma taktım şimdi. Saba söz verdi alacak! Öyle süper şık süslü giyinmiyorum ama markalardan gizlice büyüleniyorum. İlk Dolce & Gabbana’mı aldığımda tarif edemediğim bir şey oldu: Güven, sevinç, güç, gurur karışımı. Ama ben dümdüz, hiçbir özelliği olmayan bir şeye, bir t-shirt’e mesela servet yatırmayı seviyorum. Kimse anlamıyor belki, kendini belli bile etmiyor. Ama ben biliyorum ya, o yeter.
"ÇOK ÇİRKİN İNSANLAR ÇOK KÖTÜLÜK YAPAR GİBİ GELİYOR"
Çirkin insanlarla vakit geçirmekten de hoşlanmıyor musun?
- Benim Oscar Wilde okulunda yetiştiğimi unutuyorsun galiba. Estetik çok önemli benim için. Bazı insanlar ne kadar çirkin yaşlanıyorlar diye düşünüyorum. Neredeyse yaptıkları kötülükler yüzlerine vuruyor. O yüzden sanki çok çirkin insanlar çok kötülük yaparmış gibi de geliyor.
Nasıl bir düzenin var? N’apıyorsun? Bir günün nasıl geçiyor?
- Haftada bir süpermarket. Haftada beş spor. Hemen her gün okuldayım, bazen sabahlara kadar kütüphanede okuyorum, ders çalışıyorum. Hava ekside değilse her yere bisikletle gidiyorum. Hafta sonları mutlaka benim evde toplanılıyor. ‘Pre game’ diyor Amerikalılar, bir yerlere çıkmadan önce hazırlık gibi…
"İLHAN SELÇUK’LA HANGİ SAYFADA YAZACAĞIMI KONUŞUYORDUK"
Göçebe gibi mi hissediyorsun, vatansız gibi mi?
- Farklı yerlerde, farklı kültürlerle büyüyen tek çocukların sorunu. Hiçbir yere ait değilim galiba. Biraz Brooklyn’e belki. Türkiye’de ise sıfır aidiyet. İki kere Mustafa Balbay için imza gününe katıldım, herkes bağrına bastı. Sonra liseden bir arkadaşım geldi, "Senin ne işin var burada, sen bizden değilsin!" gibi laflar etti. Doğru. Ben hiçbir yere ait değilim. Zaten Cumhuriyet’ten bir kişi bile aramadı beni, "Gel yaz" diye. Oysa İlhan Selçuk’la "Hangi sayfada yazarım?"ı bile konuşuyorduk. Ama benim kaybım değil. Cumhuriyet ne yazık ki böyle bir gazete. Böyle bir gazete olduğu için de satmıyor, etki yaratmıyor.
Bu aralar sana en çok koyan şey nedir?
- Hemen her gece rüyamda annemle konuşuyorum. Kendi hayatımla ilgili gelişmelerden haberdar ediyorum onu. Sıradan, gündelik şeylerden. "Yeni bir eve taşındım, seyahate çıkıyorum, bir hafta yokum" falan filan. Bir şeyler diyor bana, sesini duyuyorum. Gerçek olduğuna o kadar eminim ki. Sonra uyanıyorum. Uyandığımda sadece bir saniye gerçek gibi geliyor, sonrası çok fena koyuyor. O bir saniye o kadar kıymetli ki. Bu artık kendi kendini tekrar eden bir şeye dönüştü, her sabah aynı şey.
"BİR DÖNEM AİLEMDEN NEFRET ETTİM"
Peki en çok mutlu eden şey…
- Hep küçük şeyler, anlık mutluluklar var hayatımda. Hep bir eksiklik, yetmemezlik hali. Ne bileyim mesela yıllar önce Yohji Yamamoto bir pantolon almıştım, "Bunun içine bir gün gireceğim" diye. Şimdi o pantolon bol bile geliyor, bu beni mutlu etti. Ama aynada baktım, kesimi çok eskimiş, bu da çok mutsuz etti.
Sende ‘anormallik’ nerede? Ve kim sorumlu? Yalnız kaldığında anneni mi, babanı mı suçluyorsun?
- Annem ve babamla hesaplaşmayı onlar yaşarken ve ben de çok daha gençken yaptım. Herkes gibi ben de bir dönem ailemden nefret ettim, sonra da onlarla barışmayı öğrendim. O yüzden onların bir suçu yok. Zaten başıma bir şey geldi gibi de hissetmiyorum ki bir sorumlu arayayım. Hatalarım da benim tercihim, yüzleşmem gerektiğinde de son derece acımasız bir şekilde, "Daha zeki olup yapmasaymışım!" diyorum.
Aşk, bütün bu karambolün neresinde?
- Köpek gibi aşık olduğum birine, "Neden benimle birlikte oldun?" dedim. Hiç kıvırmadan "Şöhretli olduğun için!" dedi. Eminim ki beni sevdi, ben de ona köpek gibi âşıktım ama ilk tetikleyen buydu. Aşk budur benim için. Bir alışveriş. Yılbaşında Barcelona’da biriyle tanıştım, bana direkt olarak iki şey söyledi: "Çok paran var mı? Ben dünyayı gezmek istiyorum." "Peki ben sana döneceğim" dedim çünkü şimdilik onu gezdirecek kadar param yok!
"NE ÇOK CENAZEYE GİTTİM!"
Geriye baktığında elinde ne kaldı?
- 2007’de annemi kaybettim. Sonra sevgilimden ayrıldım. Sonra köpeğim öldü. Çok yakın bir arkadaşım öldü, ardından başka arkadaşlarım da. Şu yaşımda ne çok cenazeye gittim, ne çok başsağlığı diledim. Bir aşk daha bitti bu arada. Babamı kaybettim. Köşemi kaybettim. Geride pek bir şey kalmadı…
BÜYÜK BİR GAZETEDE KÖŞE TEKLİFİ ALSAM ÜZERİNE ATLARIM
Yazılı basın bitti mi senin için?
- Allah rahmet eylesin! Benim boş oturan köşe yazarlığında, özellikle de basılı kağıtta hiç mi hiç gözüm yok. Bu aralar ‘coding’ öğreniyorum. Şu anda daha önemli bir şey yok hayatımda. Keşke zamanında daha fazla matematik çalışsaymışım, bilgisayar programcılığı öğrenseymişim diye hayıflanıyorum. Ama geç değil ki. 34 yaşındayım. Ve şu anda Türkiye’de medyanın geleceğini benim kadar yakından bilen, takip eden kimse yok. Bu kadar da iddialıyım. Yeni gazetecilik, bilgisayar başından kalkmayan ve pek çoklarının "Ya bunlar tuhaf yaratıklar!" dedikleri çocuklarla bizim gibi yazmayı, başlık atmayı bilenlerin bir karışımı olacak. Televizyon bitti, gazeteler bitti, tek gelecek web ve bu dili konuşmak için kod yazmak şart.
Böyle söylüyorsun ama büyük bir gazeteden köşe yazarlığı teklifi gelse n’aparsın?
- Delirdin herhalde, üzerine atlarım! Ama umarım gelmez. Çünkü o zaman yine bir köşeye yerleşeceğim, bugün önemsediğim her şeyi bir kenara bırakıp Türkiye’ye akıl öğreteceğim. Peki 10 sene sonra n’olacak? Hayallerim, şimdiki hırslarım n’olacak? Yine işten atılacağım, o zaman kendimi yenilemek için daha da yaşlı olacağım. Değer mi? Umarım teklif gelmez ve ben iyice hırslanıp bambaşka bir yerde olurum!