ODASINI BOŞALTAN SERDAR TURGUT O AN NE HİSSETTİ?.. TURGUT İSMAİL KÜÇÜKKAYA İÇİN NE DEDİ?..
Görev değişikliklerini yaptıktan sonra odamı toparlarken elime uzun süredir göz atmayı ihmal ettiğim bir kitap çarptı. Alain de Botton´un `Statü Endişesi´ adlı kitabıydı bu.
Statü endişesi
Görev değişikliklerini yaptıktan sonra odamı toparlarken elime uzun süredir göz atmayı ihmal ettiğim bir kitap çarptı. Alain de Botton´un `Statü Endişesi´ adlı kitabıydı bu.
O günün anlam ve önemine çok denk gelen bir kitaptı elimdeki. Yıllar önce yayın yönetmenliğine başladığım günlerde birisi odama habersiz girip masama bırakmıştı bunu. Kimin yaptığını bir türlü öğrenemedim. Belki de insanlar kızacağımı sanıp bana adını vermemişlerdir.
Oysa kitabı koyanı tebrik edip zekâsına hayranlığımı ifade edecektim. Tam da onun zekâsına ve hınzırlığına uygun olduğundan bu konuda ben hep Oray Eğin´den şüphe ettim.
Neyse; tam da o gün kitabın elime geçmesini bir tür işaret olarak kabul ettim ve kitabı elimde tutmak bile içimi çok rahatlattı.
Çünkü ben yıllardır her fırsatta, her konu hakkında yazdığımda `Benim mesleğim yayın yönetmenliği değil, ben yazarım. Beni tanımlayan yazılardır, buna daha çok önem veririm. Yayın yönetmenliği koltuğu ise patronundur. Bugün gel otur, yarın da kalk der. Bu kadar basit dememe´ rağmen ve her gün köprüden işe doğru geçerken denize bakıp ailemin sağlığı ve mutluluğu için dua ederken, bir yandan da o günün idari görevimin son günü olacağını düşünüp kendimi hazırlamama rağmen, bütün bu zihinsel hazırlığa rağmen o gün geldiğinde ve sizin de hazırlamasına katkıda bulunduğunuz bir işlem gerçekleştiğinde insan içinde yine de bir burukluk hissediyor.
Bunun nedenini sorguladığımda Alain de Botton´un bir tür modernizmin hastalığı olarak nitelendirdiği `Statü Endişesi´ kavramı çıktı ortaya. Bir tek bu neden olabilirdi o tuhaf ruh haline.
`Başkaları benim için ne düşünür?´ sorusuna bir anlığına net cevap verememekten kaynaklanıyordu o burukluk büyük ihtimalle.
Benim için o `Başkaları´ listesinin başında açık farkla yer alan Rana tabii. O da ondan tam beklediğim gibi karşıladı haberi ve `Sen yıllar öncesi sadece yazar olmayı bırakıp idari göreve de giderken aynı burukluğu yaşamıştın, hatırla. Bu senin huyun ve bir yazı yaz bak kendini çok daha iyi hissedeceksin´ dedi ve de haklı çıktı. Onu çok seviyorum.
Hayatta statümün yazarlıkla sağlandığını ve yazı yazarken `Başkaları ne der?´ diye hiç ama hiç düşünmediğimden içim birden çok rahatladı.
Şimdi yeni ritmlere alışmaya çalışıyorum. Bu konuda da tecrübeli olduğum için alışmam kısa sürecek gibi geliyor bana. Sadece beş yıl önceki yaşam stilime döndüm.
Bütün bu kişisel geçiş deneyiminin dışında eski idari görevinizi çok güvendiğiniz, çok sevdiğiniz bir insana teslim etmiş olmanın getirdiği gönül ferahlığı da var.
Şimdi aranızda `Sana ne kimin geldiğinden, sen kendi işine bak´ diye düşünenler olabilir ama öyle olmuyor işte... Yaşam öyle çalışmıyor.
Yıllar boyu her gün mücadele etmek için geldiğiniz bir işyeri var. Orası için siz iyi olur diye yapabileceğiniz her şeyi yapmışsınız. Arkadaşlıklar oluşmuş, bir dizi engeli aşmışsınız. Bazıları ise takılıp düşmüş ve hafif yaralanmış. Kim gelirse gelsin diyemiyorsunuz işte... `İlla da iyi bir insan olsun´ diye beyniniz sizi zorluyor.
Yıllardır bu görev hakkında zihin egzersizleri yaparken, konuşurken hep İsmail Küçükkaya´yı düşündük. Bu konu her açıldığında ben belki de herkesten daha çok İsmail´in yanında durdum. Çünkü büyük ihtimalle onu herkesten çok daha iyi tanıyordum.
Kendisinin yazdığı gibi 1991 yılında ben Ankara´da Hürriyet´in şehir ilavesinin başındaydım. Ana büroya ilave olarak fazla masraf yapamadığımızdan genç ve gelecek ümidi veren insanları işe almaya başladık. Bir gün İsmail geldi büroya. O günlerde ben bile genç olduğumdan onun yaşını hatırlamıyorum ama çocuk denilebilecek bir yaşta olmalıydı. Gözü parlıyordu ve cesurdu. (Bunlar benim açımdan bir gazeteciyi tanımlamak için iki temel özel
Görev değişikliklerini yaptıktan sonra odamı toparlarken elime uzun süredir göz atmayı ihmal ettiğim bir kitap çarptı. Alain de Botton´un `Statü Endişesi´ adlı kitabıydı bu.
O günün anlam ve önemine çok denk gelen bir kitaptı elimdeki. Yıllar önce yayın yönetmenliğine başladığım günlerde birisi odama habersiz girip masama bırakmıştı bunu. Kimin yaptığını bir türlü öğrenemedim. Belki de insanlar kızacağımı sanıp bana adını vermemişlerdir.
Oysa kitabı koyanı tebrik edip zekâsına hayranlığımı ifade edecektim. Tam da onun zekâsına ve hınzırlığına uygun olduğundan bu konuda ben hep Oray Eğin´den şüphe ettim.
Neyse; tam da o gün kitabın elime geçmesini bir tür işaret olarak kabul ettim ve kitabı elimde tutmak bile içimi çok rahatlattı.
Çünkü ben yıllardır her fırsatta, her konu hakkında yazdığımda `Benim mesleğim yayın yönetmenliği değil, ben yazarım. Beni tanımlayan yazılardır, buna daha çok önem veririm. Yayın yönetmenliği koltuğu ise patronundur. Bugün gel otur, yarın da kalk der. Bu kadar basit dememe´ rağmen ve her gün köprüden işe doğru geçerken denize bakıp ailemin sağlığı ve mutluluğu için dua ederken, bir yandan da o günün idari görevimin son günü olacağını düşünüp kendimi hazırlamama rağmen, bütün bu zihinsel hazırlığa rağmen o gün geldiğinde ve sizin de hazırlamasına katkıda bulunduğunuz bir işlem gerçekleştiğinde insan içinde yine de bir burukluk hissediyor.
Bunun nedenini sorguladığımda Alain de Botton´un bir tür modernizmin hastalığı olarak nitelendirdiği `Statü Endişesi´ kavramı çıktı ortaya. Bir tek bu neden olabilirdi o tuhaf ruh haline.
`Başkaları benim için ne düşünür?´ sorusuna bir anlığına net cevap verememekten kaynaklanıyordu o burukluk büyük ihtimalle.
Benim için o `Başkaları´ listesinin başında açık farkla yer alan Rana tabii. O da ondan tam beklediğim gibi karşıladı haberi ve `Sen yıllar öncesi sadece yazar olmayı bırakıp idari göreve de giderken aynı burukluğu yaşamıştın, hatırla. Bu senin huyun ve bir yazı yaz bak kendini çok daha iyi hissedeceksin´ dedi ve de haklı çıktı. Onu çok seviyorum.
Hayatta statümün yazarlıkla sağlandığını ve yazı yazarken `Başkaları ne der?´ diye hiç ama hiç düşünmediğimden içim birden çok rahatladı.
Şimdi yeni ritmlere alışmaya çalışıyorum. Bu konuda da tecrübeli olduğum için alışmam kısa sürecek gibi geliyor bana. Sadece beş yıl önceki yaşam stilime döndüm.
Bütün bu kişisel geçiş deneyiminin dışında eski idari görevinizi çok güvendiğiniz, çok sevdiğiniz bir insana teslim etmiş olmanın getirdiği gönül ferahlığı da var.
Şimdi aranızda `Sana ne kimin geldiğinden, sen kendi işine bak´ diye düşünenler olabilir ama öyle olmuyor işte... Yaşam öyle çalışmıyor.
Yıllar boyu her gün mücadele etmek için geldiğiniz bir işyeri var. Orası için siz iyi olur diye yapabileceğiniz her şeyi yapmışsınız. Arkadaşlıklar oluşmuş, bir dizi engeli aşmışsınız. Bazıları ise takılıp düşmüş ve hafif yaralanmış. Kim gelirse gelsin diyemiyorsunuz işte... `İlla da iyi bir insan olsun´ diye beyniniz sizi zorluyor.
Yıllardır bu görev hakkında zihin egzersizleri yaparken, konuşurken hep İsmail Küçükkaya´yı düşündük. Bu konu her açıldığında ben belki de herkesten daha çok İsmail´in yanında durdum. Çünkü büyük ihtimalle onu herkesten çok daha iyi tanıyordum.
Kendisinin yazdığı gibi 1991 yılında ben Ankara´da Hürriyet´in şehir ilavesinin başındaydım. Ana büroya ilave olarak fazla masraf yapamadığımızdan genç ve gelecek ümidi veren insanları işe almaya başladık. Bir gün İsmail geldi büroya. O günlerde ben bile genç olduğumdan onun yaşını hatırlamıyorum ama çocuk denilebilecek bir yaşta olmalıydı. Gözü parlıyordu ve cesurdu. (Bunlar benim açımdan bir gazeteciyi tanımlamak için iki temel özel