O TELEFON KONUŞMALARINI OKUMADIM! ÇÜNKÜ İÇİM KALDIRMADI!
Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök hangi telefon görüşmesini okumadı?
Telefonda hala nasıl konuşabiliyoruz
ODA TV davasının iddianamesini okudum.
Ama dosyaya konan telefon tapelerini okumadım.
Çünkü içim kaldırmadı.
Daha önce Beşiktaş Adliyesi’nde önüme 14 yıl önce yaptığım telefon konuşmaları konduğunda da aynı duyguya kapılmıştım. Kendi sesimi duymak istemedim.
Ne söylediğimi okumak da gelmedi içimden.
Dedim ya; içim kaldırmadı.
Yıllar önce radyolardan dinlediğim kendi sesimin keskin ve boğuk asidi hâlâ genzimi yakıyor.
Ne kendiminkini okumayı, ne başkasınınkini....
İçim kaldırmıyor...
Sıradan bir konuşmanın ne manalara çekilebileceği, nargile kafelerde, muhallebicilerde, rakı masalarında hangi iştahları açacağını çok iyi bildiğim için;
İçim kaldırmıyor.
Kusma duygusu yaratıyor bende...
* * *
Yine de kaçamıyorsunuz.
Geçen gün Sedat Ergin’in köşesinde okudum.
Nedim Şener bir arkadaşı ile konuşuyor. Sonunda “Bodrum’a hatunlarla gitmekten” söz ediyor.
Telefonu kapatıyor, o an o ihtimal aklına geliyor.
Yani telefonunu dinleyenlerin, dinledikten sonra yayanların, yayıldıktan sonra okuyanların, ağzı sulananların, bu sözleri ne manaya çekeceği...
Tekrar açıyor telefonu ve kayda geçirtiyor:
“Telefonu dinleyenler için arıyordum, ha hatunlar dedim yanlış anlamasınlar, yani eşlerimiz...”
* * *
Son zamanlarda, Türkiye’deki davaların “Kafkaesk” bir hal aldığı söyleniyor.
Çok doğru. Misal mı? Alın işte Nedim Şener’in ruh hali... Dinleyenden ricası var:
“Sevgili dinleyenim, ne olur,, yalvarıyorum, rica ediyorum, yanlış anlama. Hatun dediğim kişi, karım...”
* * *
Bu konuşmayı okuyunca aklıma takıldı.
Hemen bildiğim, tanıdığım psikiyatrları, psikologları arayıp sormak geldi içimden.
Neredeyse hepimiz, dinlendiğimizi bildiğimiz halde neden telefonla konuşmaya devam ediyoruz?
Bu nasıl bir duygudur ki, bunca korkuyu, bunca işkence ve insanlık dışı muameleyi bile bile konuşmaya devam ettiriyor bizleri...
Acaba cevabı şu mu:
Çünkü konuştuğumuz şeylerin suç olmadığına inanıyoruz.
Çünkü o alelade konuşmalardan ağır suçlar imal edilebileceğine asla ihtimal veremiyoruz.
Hepimizin içinde “Yok canım, bu kadarı da olur mu” diyen asgari bir adalet duygusu hâlâ var.
Bir de şu var...
Telefon, hepimizin en güçlü psikaytrı, en etkili müsekkini.
Patronumuza, karımıza, dostumuza mı kızdık? Birinin söylediğine mi alındık? Biraz alkışlanmaya, şımartılmaya mı ihtiyacımız var?
Yoksa biraz şımartmaya, ti’ye almaya mı...
Günün koşuşturmasından mı yorulduk? Haksızlıklar ta şuramıza mı geldi?
Yoksa, biraz sevgiye, aşka;
Biraz gizli kapaklı duygulara, küçük maceralara mı ihtiyacımız var.
24 saat tetikte bekleyen ruhumuz üç beş dakika da olsa tetiği mi düşürmek istiyor? O gerilmiş zembereği biraz gevşetmek, yakamızın ilmiğini açmak mı istiyoruz...
Biraz teneffüse, havayı, gökyüzü gibi içimize çekmeye mi hasretiz...
Heyhat... Bir kelime açık mı verdiniz; tetiğinizi bir saniye düşürdünüz mü; adaletin gölgesine sığınmış, kuytusunda pusu kurmuş bir ahlak muhafızları mangası 24 saat tetikte. Siz açık verdiyseniz, o açık saçık hale getirmeye amade...
* * *
Her şeye rağmen konuşmaya devam ediyoruz.
Çünkü insanız. Çünkü zaaflarımız var.
İyi ki de var...
Çünkü konuşmasak, her sabah yatağımızdan dev bir böceğe dönüşmüş halde uyanırdık.
Yani, bizi soktukları o Kafkaesk kafesi, her gün bizzat kendi elimizle imal etmiş olurduk.
O kafese sokulmayı reddettiğimiz için hâlâ konuşmaya devam ediyoruz.
Mertlik ne kadar bozulursa bozulsun; içimizdeki insan, her sabah bir böcek gibi uyandırılmaya direniyor.
(*) NOT: Dün Yahudilerin yeni yılı bayramı başladı. Bütün Yahudi cemaatinin ve Yahudi okurlarımın yeni yıl bayramını kutluyor, mutluluk ve sağlıklar diliyorum. E.Ö.
Ertuğrul Özkök/Hürriyet
ODA TV davasının iddianamesini okudum.
Ama dosyaya konan telefon tapelerini okumadım.
Çünkü içim kaldırmadı.
Daha önce Beşiktaş Adliyesi’nde önüme 14 yıl önce yaptığım telefon konuşmaları konduğunda da aynı duyguya kapılmıştım. Kendi sesimi duymak istemedim.
Ne söylediğimi okumak da gelmedi içimden.
Dedim ya; içim kaldırmadı.
Yıllar önce radyolardan dinlediğim kendi sesimin keskin ve boğuk asidi hâlâ genzimi yakıyor.
Ne kendiminkini okumayı, ne başkasınınkini....
İçim kaldırmıyor...
Sıradan bir konuşmanın ne manalara çekilebileceği, nargile kafelerde, muhallebicilerde, rakı masalarında hangi iştahları açacağını çok iyi bildiğim için;
İçim kaldırmıyor.
Kusma duygusu yaratıyor bende...
* * *
Yine de kaçamıyorsunuz.
Geçen gün Sedat Ergin’in köşesinde okudum.
Nedim Şener bir arkadaşı ile konuşuyor. Sonunda “Bodrum’a hatunlarla gitmekten” söz ediyor.
Telefonu kapatıyor, o an o ihtimal aklına geliyor.
Yani telefonunu dinleyenlerin, dinledikten sonra yayanların, yayıldıktan sonra okuyanların, ağzı sulananların, bu sözleri ne manaya çekeceği...
Tekrar açıyor telefonu ve kayda geçirtiyor:
“Telefonu dinleyenler için arıyordum, ha hatunlar dedim yanlış anlamasınlar, yani eşlerimiz...”
* * *
Son zamanlarda, Türkiye’deki davaların “Kafkaesk” bir hal aldığı söyleniyor.
Çok doğru. Misal mı? Alın işte Nedim Şener’in ruh hali... Dinleyenden ricası var:
“Sevgili dinleyenim, ne olur,, yalvarıyorum, rica ediyorum, yanlış anlama. Hatun dediğim kişi, karım...”
* * *
Bu konuşmayı okuyunca aklıma takıldı.
Hemen bildiğim, tanıdığım psikiyatrları, psikologları arayıp sormak geldi içimden.
Neredeyse hepimiz, dinlendiğimizi bildiğimiz halde neden telefonla konuşmaya devam ediyoruz?
Bu nasıl bir duygudur ki, bunca korkuyu, bunca işkence ve insanlık dışı muameleyi bile bile konuşmaya devam ettiriyor bizleri...
Acaba cevabı şu mu:
Çünkü konuştuğumuz şeylerin suç olmadığına inanıyoruz.
Çünkü o alelade konuşmalardan ağır suçlar imal edilebileceğine asla ihtimal veremiyoruz.
Hepimizin içinde “Yok canım, bu kadarı da olur mu” diyen asgari bir adalet duygusu hâlâ var.
Bir de şu var...
Telefon, hepimizin en güçlü psikaytrı, en etkili müsekkini.
Patronumuza, karımıza, dostumuza mı kızdık? Birinin söylediğine mi alındık? Biraz alkışlanmaya, şımartılmaya mı ihtiyacımız var?
Yoksa biraz şımartmaya, ti’ye almaya mı...
Günün koşuşturmasından mı yorulduk? Haksızlıklar ta şuramıza mı geldi?
Yoksa, biraz sevgiye, aşka;
Biraz gizli kapaklı duygulara, küçük maceralara mı ihtiyacımız var.
24 saat tetikte bekleyen ruhumuz üç beş dakika da olsa tetiği mi düşürmek istiyor? O gerilmiş zembereği biraz gevşetmek, yakamızın ilmiğini açmak mı istiyoruz...
Biraz teneffüse, havayı, gökyüzü gibi içimize çekmeye mi hasretiz...
Heyhat... Bir kelime açık mı verdiniz; tetiğinizi bir saniye düşürdünüz mü; adaletin gölgesine sığınmış, kuytusunda pusu kurmuş bir ahlak muhafızları mangası 24 saat tetikte. Siz açık verdiyseniz, o açık saçık hale getirmeye amade...
* * *
Her şeye rağmen konuşmaya devam ediyoruz.
Çünkü insanız. Çünkü zaaflarımız var.
İyi ki de var...
Çünkü konuşmasak, her sabah yatağımızdan dev bir böceğe dönüşmüş halde uyanırdık.
Yani, bizi soktukları o Kafkaesk kafesi, her gün bizzat kendi elimizle imal etmiş olurduk.
O kafese sokulmayı reddettiğimiz için hâlâ konuşmaya devam ediyoruz.
Mertlik ne kadar bozulursa bozulsun; içimizdeki insan, her sabah bir böcek gibi uyandırılmaya direniyor.
(*) NOT: Dün Yahudilerin yeni yılı bayramı başladı. Bütün Yahudi cemaatinin ve Yahudi okurlarımın yeni yıl bayramını kutluyor, mutluluk ve sağlıklar diliyorum. E.Ö.
Ertuğrul Özkök/Hürriyet