Nihal Olçok yaşadığı acıyı anlattı: Ben ayakta gömülüyüm, sadece başım dışarıda!
15 Temmuz darbe girişimi gecesi eşi Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip Olçok'u kaybeden Nihal Olçok yaşadığı tarifsiz acıyı anlattı.
AK Parti'nin reklamcısı Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip Olçok, 15 Temmuz gecesi İstanbul'da şehit düştüler. Aynı gece hem eşini hem de oğlunu kara toprağa veren Nihal Olçok aylar sonra yaşadığı acıyı anlattı.
Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a konuşan Nihal Olçok, hislerini "Beni de onlarla birlikte gömdüler. İkisinin arasına. Hem de ayakta. Fark bu. Ben aynı toprağın koynunda, ikisinin arasında, ayakta gömülüyüm, sadece başım dışarıda…" diye anlattı.
Bunları anlatan Nihal Olçok, zeki, açık sözlü, lafını esirgemeyen, kimseye müdanası olmayan, samimi ve bilgili bir kadın.
Nihal Olçok'un açıklamalarının detayları şöyle:
"Acı en güçlü duyguymuş! Acı, başka hiçbir duyguya yer bırakmıyormuş. Acı varken, başka hiçbir şey hissedemiyorsunuz ve sanıyorsunuz ki bu hiç bitmeyecek. Ama ilginçtir, Rabbülalemin bizi yaratırken, içeriye, böyle minik minik doktorlar da koymuş tedavi edici…
Bir müddet sonra, o bizi acıtan yaralar hem fizyolojik hem de manevi olarak kapanmaya kodlanmış. Fakat şöyle bir şey oluyor: Acıdan sonra yeni bir duyguyla tanışıyorsunuz. Ve sanıyorsunuz ki, bu yeni tanıştığınız duygu da zamanla, acı gibi hafifleyecek. Ama işte o olmuyor! O duygu, ömür boyu sizinle birlikte yaşıyor…
Hasret… Hasrete çare yok! Gitmiyorlar ki gelsinler…
BİRDEN UYANDIN VE...
Mesela geçenlerde Uludağ'a gittik çocuklarla. Ben sabah uyandım. Yan yana odalarda kalıyorduk, yüksek sesle çocuklara seslendim, "Günaydııın. Hadi abinizi uyandırın da kahvaltıya inelim…"
Beynimin bana bir oyunuydu, bir anlığına her şey normalmiş gibi geldi. Sanki Abdullah'ım hayattaymış gibi. Çocuklarımın yüzünün ifadesi değişti, nasıl acıya büründü anlatamam, koşarak odadan çıktılar… "Yiyor musun, içiyor musun?" kısmına gelince, evet tabii, hayat bir şekilde devam ediyor. Ama hani 'afiyetle yemek' diye bir şey vardır ya… O kalmadı...
- Evet, kalmadı. 'Afiyetle yemek' çok güzel bir duadır, temennidir. Benim afiyetim gitti. Gelir mi?
Bilmiyorum ama gelse iyi olur. Çünkü iki tane daha kıymetlim var…
HAMİŞ: Soyadları Olçok, ama Nihal, eşine Olçak diye hitap ediyor.
AÇIKLAMASI YOK SADECE TESLİMİYET VAR
Tabii ki Olçak'ı da ayırmak mümkün değil. Birisi sebebi zuhur, baba, o çocukların dünyaya gelmesine vesile olan kişi yani. Öbürü de, o zuhurun sonucu. Abdullah, bir sürü ilki yaşadığım, bana bir sürü ilki tattıran ve öğreten çocuk. Benim annelik öğretmenim Abdullah… Açıklaması yok. Sadece teslimiyet var…
Baktığınız yerle alakalı bir şey. Abdullah hiç olmayabilirdi. Abdullah diye tanımlanmış bir varlık olmayabilirdi bu dünyada. Çok şükür ki oldu ve benim oğlum oldu. 17 sene onu gördüm, tanıdım. Kokladım, sevdim. Bana onunla gelen bir sürü hediye oldu. Bana kattığı müthiş zenginlikler oldu. Birlikte büyüdük biz Abdullah'ımla. Onu kucağıma aldığımda 19 yaşındaydım. Çok güzel bir 17 yıl yaşadım. Ama artık Abdullah yok. Allah onu aldı...
ASLA NEDEN BENİM BAŞIMA GELDİ DEMEDİM
Olması gereken buydu, oldu. Bu kadar. Allah'ın bir paşa gönlü var. O paşa gönlü, böyle olmasını arzu etti. Ve biz, bu sırrı ilahiyi bilmiyoruz. Bir gün öğreneceğiz belki. O zamana kadar her şey olması gerektiği içindir. Herkes vazifesini yapıyor. "Neden benim başıma geldi" asla demedim. Demem de! Ben Abdullah'a ve Olçak'a gittiğim zaman da, hep aynı şeyi söylüyorum. Diyorum ki, "Size minnettardım ama bundan sonra minnetimi nasıl ödeyeceğim bilmiyorum!"
Benim olduğunuz, beni sevdiğiniz ve beni seçtiğiniz için size çok çok minnettarım. Artık yoksunuz ama yokluğunuz da bir lütuf! Çünkü cennet, şehadet! Bakın Abdullah 17 yaşındaydı. 17 yaşında yaşanan, yaşanabilecek bir sürü şey vardı ve onları yaşamadı…
AŞIK OLMAK GİBİ Mİ?
-Yok, âşık oldu! Bunu ondan duyduğum için çok çok mutluyum. Aşkı o kadar güzel tarif etti ki. Birlikte yemek yiyorduk ve dedi ki, "Karnımda kelebekler uçuyor. Ama sonra kramp giriyor. Hep onu düşünmek istiyorum. Nedir bu duygu?" "Aşk" dedim. Sonradan o kıza teşekkür ettim. Oğluma bu duyguyu tattırdığı için. Aşkı bilerek gitti yani. Bu dünyadaki en kıymetli duygu aşk. Aşkı yaşamayan ziyandadır. Âşık olmak için geldik biz bu dünyaya!
MEZARLIĞA GECELERİ GİDİYORUM
Diyorum işte, her şey olması gerektiği gibi olduğu için böyle. Ha bir takım şeyler var hayatımda. En önemlisi de dua. Sonra çocuklarım var, Şamil ve Emir o kadar kıymetli ki benim için. Ve tabii geceler var…
Yaklaşık 4 buçuk ay oldu gündüz hiç gitmiyorum kabristana. Bütün mezarlıklarda artık kamera sistemi var, güvenli de. Bunu öğrendikten sonra gece gitmeye başladım…
Üstelik tek başıma gidiyorum. Artık orada birileri var beni tanıyan, Abdullah'la Olçak var. Bu arada muhteşem oldu mezarlıklar. Ders bile çalıştığım oluyor. Gidiyorum onların yanında ders notlarımı çıkarıyorum. Çok huzurlu hissediyorum kendimi orada…
GEÇEN 9 AY NELER YAŞADI?
İlk önce neye tutunuyorsanız, inanın hep yardım oradan geliyor. Ben o akşam, bu haberi aldığım anda Allah'a sığındım. İlk yaptığım şey, Kuran'ı elime alıp, çok yüksek sesle ve hiç durmadan, yorulana kadar okumaktı. 9 ay boyunca da hep devam ettim. Onları besleyebileceğim ve onlara ikram edebileceğim tek şey bu…
Şamil ve Emir'e kahvaltıda bir şeyler yediriyorum artık Abdullah'a ve Olçak'a ancak böyle kahvaltı hazırlayabilirim. Aynı şekilde diğer öğünleri de…
EROL BEY HERKESİNDİ AMA OLÇAK SADECE BENİMDİ
Çocuklar Olçak'la dışarıdaydılar. Baba ve üç oğlu. Ben de arkadaşlarımla Üsküdar Salacak'taydım. Abdullah telefon açtı, "Anne eve gitsen iyi olacak. Ortalık biraz karışmış!" "Tamam" dedim, "Burada da bir hareketlenme var!" Arkadaşlarımı evlerine bıraktım, ben eve geçtim…
İÇİM SIKILMADI TERSİNE...
Tam tersine, muhteşem, hiç bilmediğim ve hâlâ tanımlayamadığım bir genişlik vardı. Önce içim büyüdü sanki…Önce içim büyüdü, içim genişledi, "İnşirah" denir buna. Rabbim, inşirah verdi. İçimi rahatlattı, ondan sonra yükü verdi…
İnsanın 'sadrı' vardır. Önce o sadır açıldı sanki. Yük sonra içeriye girdi. Yoksa taşınabilecek bir şey değil! İnsanın akıl sağlığıyla yönetebileceği bir durum da değil. Sonra Şamil ve Emir eve geldi. "Abim, babamla gidiyor" dediler. Ben, balkondan Abdullah'a seslendim. Babasıyla arabaya bindiğini gördüm. Abdullah'la birbirimize el salladık. Olçak da camdan şöyle bir baktı, iki parmağıyla, "Hadi eyvallah" işareti yaptı. O kadar.
Ve arabaya binip Kısıklı'ya gittiler…
Tayyip Erdoğan'ın dava arkadaşı olması bir yana, inanılmaz bir vatan sevgisi vardı Olçak'ın…
NEDEN EROL DEĞİL DE OLÇAK DİYOR?
Çünkü biz beraber de çalıştık. İlk tanıştığımızda Erol Bey'di. Sonra hiç Erol Bey ya da Erol olmadı. Erol Bey herkesindi ama Olçak sadece benimdi…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, en yakın dostlarından Olçok'un cenazesinde, gözyaşlarını tutamadı.
SON KONUŞMAM OLDU
İki tane arkadaşım bendeydi. Onlar da Kuran okuyorlardı, ben telefonlara cevap veriyordum. Yavaş yavaş FETÖ ayaklanması olduğuna dair duyumlar almaya başladık. Tabii beni arayıp, "Erol Abi ne diyor, ne yapalım?" diye soruyorlardı. Tayyip Bey, henüz televizyonlara çıkmamıştı, çağrı yapmamıştı. Ben herkese aynı şeyi söylüyordum. "Bakın bu bir provokasyon olabilir. Sakin olun. Yapmanız gereken tek şey sakin olmak!" diyordum.
Eşimi aradım ama telefonu sürekli meşguldü. Abdullah'la konuştum iki defa. "Kısıklı'ya geçiyoruz anne" dedi. Sonra bir daha aradı. "Kısıklı'ya geçemiyoruz, Üsküdar'a geçiyoruz!" Ondan sonra da bir daha konuşamadım…
DARBECİLERİ İKNA ETMEYE Mİ GİTMİŞTİ?
Tabii ki. Erol Olçak minik devdi. O, sözleriyle ülkenin iradesine yön verebilen bir adamdı…Söz sihirdir ve Olçak sihirlidir. O, kelimelerin iyi niyetine o kadar inanıyordu ki…
HER ŞEYİN YOLUNDA GİTMEDİĞİNİ NASIL ANLADI?
Bir mesaj geldi kardeşimden. "Eniştem sanırım rahatsızlanmış. Kalp krizi veya tansiyonu yükselmiş, hastaneye götürmüşler!" O anda ayağa kalktım, kapıya yürüdüm. Çocuklar, "Biz de geleceğiz!" dediler. "Herkes evde kalıyor!" dedim. Örtümü bağladım. Dışarısı gerçekten çok kötüydü artık. Abdullah'ın telefonu cevap vermiyordu. Çalıyor çalıyor, açılmıyordu. İçimden de, "Bana durumu açıklamamak için telefonuna bile cevap vermiyor!" dedim. O kadar oğluma bir şey olabileceği aklıma gelmiyor. Ama Olçak için endişeliydim…
Tam o sırada, ben kapıdan çıkmak üzereyken, biri asla yapılmaması gereken bir şeyi yaptı…
Çocuklarımı aradı. Ve dedi ki, "Babanızla abiniz vurulmuş, doğru mu?" Bunu, çocuklarıma soran da yetişkin bir kadın! Emir, inanılmaz bir reaksiyon gösterdi. Onu sakinleştirmeye çalıştım. Sonra hızımı alamadım, o kadını aradım. "Bu evde ben varım" dedim! "Ben yetişkinim. Siz, kafayı mı yediniz! Niye oğlumu arıyorsunuz?" "Telefonunuz meşguldü!" dedi. Arama kardeşim o zaman! Niye arıyorsun? Neyi teyit edeceksin? Bak, sizin için hayat devam ediyor. Şimdi ben ve çocuklarım kaldık. Bu mu teyit etmek istediğin? Anlatamayacağım kadar sinirlendim…
Sonra bir arkadaşımla arabaya bindim. Olçak ve Abdullah'ı bulma ümidiyle hastaneye doğru yola çıktım. Çocuklar da burada başka bir arkadaşımla kaldı. Bu iki arkadaşım da, ömrümün sonuna kadar, bana ne yaparlarsa yapsınlar, onlarla ne yaşarsam yaşayayım, bende kredileri sonsuz olacak iki kişi. Tabii yol boyu telefonlar çalmaya devam ediyor, Numune'ye gidiyoruz. Yollar kapalı, gecenin yarımı ama gidiyoruz…
Bağıra bağıra aynı anda dua okuyorum. "Yarabbi çıktığım yolu bana hayreyle!" diyorum. Hastanenin önüne gelince nasıl olduysa hemen park yeri buldum. O gece, o hastanede çalışan herkesi, tek tek bulup, teşekkür edip, helallik almak isterim. Çünkü gerçekten inanılır gibi değildi oranın hali. Tarifi mümkün değil. Kanın kokusu vardı, yanmış et kokusu vardı. Kanın sesi varmış! Duydum ben o gece! Yerler kan içindeydi, doktorlar, hemşireler kayıyordu düşünebiliyor musunuz?
Ben Acil'de nerdeyse her odaya girdim ve hep aynı şekilde bağırıyordum:
"Abdullah, Olçak! Nerdesiniz?" Sonra orada bağdaş kurdum yere oturdum. Kendi kendime sayıklar gibiyim, "Onları bulmadan çıkmayacağım!" diyordum. Çok aradım ama bulamadım. Meğer onlar, üstünde "Yalnızca personel girebilir!" yazısı olan bir kapının arkasındalarmış. Ben o kapının önüne kadar gittim ama içeri girmedim. Hastaneye ex gelmişler ve oraya konmuşlar…
HALA İDRAK EDEMİYORUM
Ben hâlâ etmiyorum. Sanki uzakta bir yerdeler. Hani annen baban gurbette olur ya…
Ama birine üzülürken, öbürü varmış gibi üzülüyorum. Ona anlatıyorum. "Olçak biliyor musun, Abdullah'ı çok özledim, şöyle oldu böyle oldu. Emir şunu yaptı, Şamil böyle oldu!" diyorum. Abdullah'la konuşurken de, ona babasını anlatıyorum. İkisinden biri varmış gibi. İkisinin birden yokluğunu taşımaya yüreğim yetmez!
OLÇAK, ABDULLAH'I UZAKLAŞTIRMAK İSTEMİŞ AMA NE MÜMKÜN
O akşamı kendi durumunda değerlendirmemiz gerekir. Evet, bu normalde böyledir de ama o anda Abdullah'a söz geçirebilir miydi? "Baba, benim yerim senin yanın!" demiş bir çocuktan söz ediyoruz. O anın tanıklarının anlattığı şey, Olçak Abdullah'ı uzaklaştırmaya çabalamış. Eliyle sürekli, "Sen gelme! Kızlara sahip çık, kadınlara sahip çık!" demiş. Ama işte nafile…
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a konuşan Nihal Olçok, hislerini "Beni de onlarla birlikte gömdüler. İkisinin arasına. Hem de ayakta. Fark bu. Ben aynı toprağın koynunda, ikisinin arasında, ayakta gömülüyüm, sadece başım dışarıda…" diye anlattı.
Bunları anlatan Nihal Olçok, zeki, açık sözlü, lafını esirgemeyen, kimseye müdanası olmayan, samimi ve bilgili bir kadın.
Nihal Olçok'un açıklamalarının detayları şöyle:
"Acı en güçlü duyguymuş! Acı, başka hiçbir duyguya yer bırakmıyormuş. Acı varken, başka hiçbir şey hissedemiyorsunuz ve sanıyorsunuz ki bu hiç bitmeyecek. Ama ilginçtir, Rabbülalemin bizi yaratırken, içeriye, böyle minik minik doktorlar da koymuş tedavi edici…
Bir müddet sonra, o bizi acıtan yaralar hem fizyolojik hem de manevi olarak kapanmaya kodlanmış. Fakat şöyle bir şey oluyor: Acıdan sonra yeni bir duyguyla tanışıyorsunuz. Ve sanıyorsunuz ki, bu yeni tanıştığınız duygu da zamanla, acı gibi hafifleyecek. Ama işte o olmuyor! O duygu, ömür boyu sizinle birlikte yaşıyor…
Hasret… Hasrete çare yok! Gitmiyorlar ki gelsinler…
BİRDEN UYANDIN VE...
Mesela geçenlerde Uludağ'a gittik çocuklarla. Ben sabah uyandım. Yan yana odalarda kalıyorduk, yüksek sesle çocuklara seslendim, "Günaydııın. Hadi abinizi uyandırın da kahvaltıya inelim…"
Beynimin bana bir oyunuydu, bir anlığına her şey normalmiş gibi geldi. Sanki Abdullah'ım hayattaymış gibi. Çocuklarımın yüzünün ifadesi değişti, nasıl acıya büründü anlatamam, koşarak odadan çıktılar… "Yiyor musun, içiyor musun?" kısmına gelince, evet tabii, hayat bir şekilde devam ediyor. Ama hani 'afiyetle yemek' diye bir şey vardır ya… O kalmadı...
- Evet, kalmadı. 'Afiyetle yemek' çok güzel bir duadır, temennidir. Benim afiyetim gitti. Gelir mi?
Bilmiyorum ama gelse iyi olur. Çünkü iki tane daha kıymetlim var…
HAMİŞ: Soyadları Olçok, ama Nihal, eşine Olçak diye hitap ediyor.
AÇIKLAMASI YOK SADECE TESLİMİYET VAR
Tabii ki Olçak'ı da ayırmak mümkün değil. Birisi sebebi zuhur, baba, o çocukların dünyaya gelmesine vesile olan kişi yani. Öbürü de, o zuhurun sonucu. Abdullah, bir sürü ilki yaşadığım, bana bir sürü ilki tattıran ve öğreten çocuk. Benim annelik öğretmenim Abdullah… Açıklaması yok. Sadece teslimiyet var…
Baktığınız yerle alakalı bir şey. Abdullah hiç olmayabilirdi. Abdullah diye tanımlanmış bir varlık olmayabilirdi bu dünyada. Çok şükür ki oldu ve benim oğlum oldu. 17 sene onu gördüm, tanıdım. Kokladım, sevdim. Bana onunla gelen bir sürü hediye oldu. Bana kattığı müthiş zenginlikler oldu. Birlikte büyüdük biz Abdullah'ımla. Onu kucağıma aldığımda 19 yaşındaydım. Çok güzel bir 17 yıl yaşadım. Ama artık Abdullah yok. Allah onu aldı...
ASLA NEDEN BENİM BAŞIMA GELDİ DEMEDİM
Olması gereken buydu, oldu. Bu kadar. Allah'ın bir paşa gönlü var. O paşa gönlü, böyle olmasını arzu etti. Ve biz, bu sırrı ilahiyi bilmiyoruz. Bir gün öğreneceğiz belki. O zamana kadar her şey olması gerektiği içindir. Herkes vazifesini yapıyor. "Neden benim başıma geldi" asla demedim. Demem de! Ben Abdullah'a ve Olçak'a gittiğim zaman da, hep aynı şeyi söylüyorum. Diyorum ki, "Size minnettardım ama bundan sonra minnetimi nasıl ödeyeceğim bilmiyorum!"
Benim olduğunuz, beni sevdiğiniz ve beni seçtiğiniz için size çok çok minnettarım. Artık yoksunuz ama yokluğunuz da bir lütuf! Çünkü cennet, şehadet! Bakın Abdullah 17 yaşındaydı. 17 yaşında yaşanan, yaşanabilecek bir sürü şey vardı ve onları yaşamadı…
AŞIK OLMAK GİBİ Mİ?
-Yok, âşık oldu! Bunu ondan duyduğum için çok çok mutluyum. Aşkı o kadar güzel tarif etti ki. Birlikte yemek yiyorduk ve dedi ki, "Karnımda kelebekler uçuyor. Ama sonra kramp giriyor. Hep onu düşünmek istiyorum. Nedir bu duygu?" "Aşk" dedim. Sonradan o kıza teşekkür ettim. Oğluma bu duyguyu tattırdığı için. Aşkı bilerek gitti yani. Bu dünyadaki en kıymetli duygu aşk. Aşkı yaşamayan ziyandadır. Âşık olmak için geldik biz bu dünyaya!
MEZARLIĞA GECELERİ GİDİYORUM
Diyorum işte, her şey olması gerektiği gibi olduğu için böyle. Ha bir takım şeyler var hayatımda. En önemlisi de dua. Sonra çocuklarım var, Şamil ve Emir o kadar kıymetli ki benim için. Ve tabii geceler var…
Yaklaşık 4 buçuk ay oldu gündüz hiç gitmiyorum kabristana. Bütün mezarlıklarda artık kamera sistemi var, güvenli de. Bunu öğrendikten sonra gece gitmeye başladım…
Üstelik tek başıma gidiyorum. Artık orada birileri var beni tanıyan, Abdullah'la Olçak var. Bu arada muhteşem oldu mezarlıklar. Ders bile çalıştığım oluyor. Gidiyorum onların yanında ders notlarımı çıkarıyorum. Çok huzurlu hissediyorum kendimi orada…
GEÇEN 9 AY NELER YAŞADI?
İlk önce neye tutunuyorsanız, inanın hep yardım oradan geliyor. Ben o akşam, bu haberi aldığım anda Allah'a sığındım. İlk yaptığım şey, Kuran'ı elime alıp, çok yüksek sesle ve hiç durmadan, yorulana kadar okumaktı. 9 ay boyunca da hep devam ettim. Onları besleyebileceğim ve onlara ikram edebileceğim tek şey bu…
Şamil ve Emir'e kahvaltıda bir şeyler yediriyorum artık Abdullah'a ve Olçak'a ancak böyle kahvaltı hazırlayabilirim. Aynı şekilde diğer öğünleri de…
EROL BEY HERKESİNDİ AMA OLÇAK SADECE BENİMDİ
Çocuklar Olçak'la dışarıdaydılar. Baba ve üç oğlu. Ben de arkadaşlarımla Üsküdar Salacak'taydım. Abdullah telefon açtı, "Anne eve gitsen iyi olacak. Ortalık biraz karışmış!" "Tamam" dedim, "Burada da bir hareketlenme var!" Arkadaşlarımı evlerine bıraktım, ben eve geçtim…
İÇİM SIKILMADI TERSİNE...
Tam tersine, muhteşem, hiç bilmediğim ve hâlâ tanımlayamadığım bir genişlik vardı. Önce içim büyüdü sanki…Önce içim büyüdü, içim genişledi, "İnşirah" denir buna. Rabbim, inşirah verdi. İçimi rahatlattı, ondan sonra yükü verdi…
İnsanın 'sadrı' vardır. Önce o sadır açıldı sanki. Yük sonra içeriye girdi. Yoksa taşınabilecek bir şey değil! İnsanın akıl sağlığıyla yönetebileceği bir durum da değil. Sonra Şamil ve Emir eve geldi. "Abim, babamla gidiyor" dediler. Ben, balkondan Abdullah'a seslendim. Babasıyla arabaya bindiğini gördüm. Abdullah'la birbirimize el salladık. Olçak da camdan şöyle bir baktı, iki parmağıyla, "Hadi eyvallah" işareti yaptı. O kadar.
Ve arabaya binip Kısıklı'ya gittiler…
Tayyip Erdoğan'ın dava arkadaşı olması bir yana, inanılmaz bir vatan sevgisi vardı Olçak'ın…
NEDEN EROL DEĞİL DE OLÇAK DİYOR?
Çünkü biz beraber de çalıştık. İlk tanıştığımızda Erol Bey'di. Sonra hiç Erol Bey ya da Erol olmadı. Erol Bey herkesindi ama Olçak sadece benimdi…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, en yakın dostlarından Olçok'un cenazesinde, gözyaşlarını tutamadı.
SON KONUŞMAM OLDU
İki tane arkadaşım bendeydi. Onlar da Kuran okuyorlardı, ben telefonlara cevap veriyordum. Yavaş yavaş FETÖ ayaklanması olduğuna dair duyumlar almaya başladık. Tabii beni arayıp, "Erol Abi ne diyor, ne yapalım?" diye soruyorlardı. Tayyip Bey, henüz televizyonlara çıkmamıştı, çağrı yapmamıştı. Ben herkese aynı şeyi söylüyordum. "Bakın bu bir provokasyon olabilir. Sakin olun. Yapmanız gereken tek şey sakin olmak!" diyordum.
Eşimi aradım ama telefonu sürekli meşguldü. Abdullah'la konuştum iki defa. "Kısıklı'ya geçiyoruz anne" dedi. Sonra bir daha aradı. "Kısıklı'ya geçemiyoruz, Üsküdar'a geçiyoruz!" Ondan sonra da bir daha konuşamadım…
DARBECİLERİ İKNA ETMEYE Mİ GİTMİŞTİ?
Tabii ki. Erol Olçak minik devdi. O, sözleriyle ülkenin iradesine yön verebilen bir adamdı…Söz sihirdir ve Olçak sihirlidir. O, kelimelerin iyi niyetine o kadar inanıyordu ki…
HER ŞEYİN YOLUNDA GİTMEDİĞİNİ NASIL ANLADI?
Bir mesaj geldi kardeşimden. "Eniştem sanırım rahatsızlanmış. Kalp krizi veya tansiyonu yükselmiş, hastaneye götürmüşler!" O anda ayağa kalktım, kapıya yürüdüm. Çocuklar, "Biz de geleceğiz!" dediler. "Herkes evde kalıyor!" dedim. Örtümü bağladım. Dışarısı gerçekten çok kötüydü artık. Abdullah'ın telefonu cevap vermiyordu. Çalıyor çalıyor, açılmıyordu. İçimden de, "Bana durumu açıklamamak için telefonuna bile cevap vermiyor!" dedim. O kadar oğluma bir şey olabileceği aklıma gelmiyor. Ama Olçak için endişeliydim…
Tam o sırada, ben kapıdan çıkmak üzereyken, biri asla yapılmaması gereken bir şeyi yaptı…
Çocuklarımı aradı. Ve dedi ki, "Babanızla abiniz vurulmuş, doğru mu?" Bunu, çocuklarıma soran da yetişkin bir kadın! Emir, inanılmaz bir reaksiyon gösterdi. Onu sakinleştirmeye çalıştım. Sonra hızımı alamadım, o kadını aradım. "Bu evde ben varım" dedim! "Ben yetişkinim. Siz, kafayı mı yediniz! Niye oğlumu arıyorsunuz?" "Telefonunuz meşguldü!" dedi. Arama kardeşim o zaman! Niye arıyorsun? Neyi teyit edeceksin? Bak, sizin için hayat devam ediyor. Şimdi ben ve çocuklarım kaldık. Bu mu teyit etmek istediğin? Anlatamayacağım kadar sinirlendim…
Sonra bir arkadaşımla arabaya bindim. Olçak ve Abdullah'ı bulma ümidiyle hastaneye doğru yola çıktım. Çocuklar da burada başka bir arkadaşımla kaldı. Bu iki arkadaşım da, ömrümün sonuna kadar, bana ne yaparlarsa yapsınlar, onlarla ne yaşarsam yaşayayım, bende kredileri sonsuz olacak iki kişi. Tabii yol boyu telefonlar çalmaya devam ediyor, Numune'ye gidiyoruz. Yollar kapalı, gecenin yarımı ama gidiyoruz…
Bağıra bağıra aynı anda dua okuyorum. "Yarabbi çıktığım yolu bana hayreyle!" diyorum. Hastanenin önüne gelince nasıl olduysa hemen park yeri buldum. O gece, o hastanede çalışan herkesi, tek tek bulup, teşekkür edip, helallik almak isterim. Çünkü gerçekten inanılır gibi değildi oranın hali. Tarifi mümkün değil. Kanın kokusu vardı, yanmış et kokusu vardı. Kanın sesi varmış! Duydum ben o gece! Yerler kan içindeydi, doktorlar, hemşireler kayıyordu düşünebiliyor musunuz?
Ben Acil'de nerdeyse her odaya girdim ve hep aynı şekilde bağırıyordum:
"Abdullah, Olçak! Nerdesiniz?" Sonra orada bağdaş kurdum yere oturdum. Kendi kendime sayıklar gibiyim, "Onları bulmadan çıkmayacağım!" diyordum. Çok aradım ama bulamadım. Meğer onlar, üstünde "Yalnızca personel girebilir!" yazısı olan bir kapının arkasındalarmış. Ben o kapının önüne kadar gittim ama içeri girmedim. Hastaneye ex gelmişler ve oraya konmuşlar…
HALA İDRAK EDEMİYORUM
Ben hâlâ etmiyorum. Sanki uzakta bir yerdeler. Hani annen baban gurbette olur ya…
Ama birine üzülürken, öbürü varmış gibi üzülüyorum. Ona anlatıyorum. "Olçak biliyor musun, Abdullah'ı çok özledim, şöyle oldu böyle oldu. Emir şunu yaptı, Şamil böyle oldu!" diyorum. Abdullah'la konuşurken de, ona babasını anlatıyorum. İkisinden biri varmış gibi. İkisinin birden yokluğunu taşımaya yüreğim yetmez!
OLÇAK, ABDULLAH'I UZAKLAŞTIRMAK İSTEMİŞ AMA NE MÜMKÜN
O akşamı kendi durumunda değerlendirmemiz gerekir. Evet, bu normalde böyledir de ama o anda Abdullah'a söz geçirebilir miydi? "Baba, benim yerim senin yanın!" demiş bir çocuktan söz ediyoruz. O anın tanıklarının anlattığı şey, Olçak Abdullah'ı uzaklaştırmaya çabalamış. Eliyle sürekli, "Sen gelme! Kızlara sahip çık, kadınlara sahip çık!" demiş. Ama işte nafile…
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ