"NE ETLİYE NE SÜTLÜYE KARIŞIYORSUNUZ,HİÇ RENK VERMİYORSUNUZ" DENİLİNCE RUŞEN ÇAKIR KENDİNİ NASIL SAVUNDU?..
Okuyucuları Vatan yazarı Ruşen Çakır'a 'niye renk vermiyorsun? Ne etliye karışıyorsunuz ne sütlüye' diye sordu! Bakın Çakır kendini nasıl savundu...
Türk İslamcılığının en ilginç ve özgün hareketlerinden olan İbda'ya bağlı bir grup genç bir zamanlar "Taraf" adında bir dergi çıkarırdı. "Taraf olmayan bertaraf olur" sloganını Türkiye'de yaygınlaştıran İbdacılar işi o noktaya götürmüşlerdi ki Birinci Körfez Krizi sırasında "Sen oradan biz buradan" pankartıyla Saddam Hüseyin'e açık destek vermişlerdi. Sonuçta taraf olup bertaraf oldular.
Halbuki Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninde siyasi konulara duyarlı insanların herhangi bir gelişmede taraflarını belirlemelerinin epey zorlaştığı günlerden geçiyorduk. O gün Baba Bush ile Saddam Hüseyin arasında sıkışıp kalmıştık; yıllar sonra Saddam yine vardı ama babasının yerini oğlu aldı. 11 Eylül saldırıları da bir başka derin yarılma yarattı. Haklı nedenlerle Amerikan imparatorluğundan nefret eden belki de milyonlarca insan, taşıdığı bütün sembolik anlamlara rağmen sivilleri hedef alan bu saldırıları kınasın mı, alkışlasın mı, şaşırdı.
Son yıllarda hayatımız bu türden gerilimlerle geçiyor. Alın size İran'ın nükleer programı: Sırf Washington'a kafa tutuyor diye Ahmedinecad'ı sevmemiz isteniyor. Lübnan'da İsrail'e kök söktürdüğü için Hizbullah göklere çıkarılıyor. Son olarak, İsrail'in saldırganlığını mahkum etmenin yanında Hamas'ı da eleştirmeye kalkanlara hemen ayar veriliyor. Hamas'ın (ve bir dizi başka örgütün) en çok sivillere zarar veren intihar eylemlerine anlayışla yaklaşmamız bekleniyor.
Eski bir tartışma
Geçtiğimiz günlerde İsrail Dışişleri Bakanı Livni, tüm dünyaya "Ya bizdensiniz ya onlardan" diye meydan okudu. Tıpkı 11 Eylül sonrası Bush'un; her vesileyle bin Ladin ve Eymen el Zevahiri'nin yaptığı gibi. Sahiden bu kavgalarda, savaşlarda bir tarafı tutmamız şart mıdır?
Bir aydının herhangi bir davaya kendini adamasının doğru olup olmadığı çok eski zamanlardan gelen bir tartışmadır. Büyük Fransız düşünür Jean-Paul Sartre'ın Cezayir direnişine verdiği destek bu tartışmada bir dönüm noktası olmuştur. Sartre gibi olumlu örneklerin yanı sıra İtalyan faşizmi, Alman nazizmi gibi hareketlere angaje oldukları için hep nefretle anılan aydınların da bulunduğunu hatırlamak şart. Bir de değişik ülkelerde komünist partilerine girip aradıklarını asla bulamayanlar, özellikle İspanya İç Savaşı'nda büyük hayal kırıklığı yaşayan gönüllüler var.
Bazı ilkeler
Herkesin kendinden sorumlu olduğuna inandığım için kendi pozisyonumu izah etmeye ve son günlerde bazı okurlardan gelen "Yazılarınız hep nötr düzeyde. Ne etliye karışıyorsunuz ne sütlüye. Hiç renk vermiyorsunuz" türü eleştirileri bir ölçüde cevaplandırmaya çalışayım.
Değişik vesilelerle yazdım ve söyledim: Kendimi bildim bileli solcuyum ve bu dünyayı böyle terk etmeye kararlıyım. İlk solcu olduğum 1970 ortalarında iş çok kolaydı: Birkaç kavram ve birkaç sloganla idare edebiliyordunuz. Yaşadığımız postmodern çağdaysa solcu olmak ve kalmak epey zorlaştı. Körfez Krizi zamanında İstanbul'da sohbet ettiğim Le Monde Diplomatique dergisinin editörü Alain Gresh "Dünya çapında bir savaş yaşanıyor ve ben ilk defa, en yakınımdaki insanların bile hangi tarafı tuttuğunu kestiremiyorum" diyerek biz solcuların içine düştüğü ve o günden beri süregelen kriz halini çok iyi özetlemişti.
Bu tür krizlerden alnımın akıyla çıkabilmek için kendime bazı ilkeler belirledim. Bunlar:
1) Tavır almadan önce anlamaya çalışmak;
2) Çatışan tarafların herbirinin haklı ve haksız oldukları yönleri ayrıştırmaya çalışmak;
3) Asla "düşmanımın düşmanı dostumdur" dememek;
4) Kimseyi mutlak bir şekilde desteklememek;
5) "Araç amacı belirler" diye düşünmek. Örneğin hiçbir "haklı dava"nın masum sivillerin katlini meşrulaştırabileceğine inanmamak;
6) Çatışan aktörlere (siyasetçiler, örgütler, devletler) mesafeli, her zaman her çatışmanın asıl mağlubu olan halklara yakın olmak;
7) Hep mazlumun yanında, hep zalimin karşısında olmak.
Taraf olup olmama tartışmasını Türkiye içi gerilim konularına (laiklik, Ergenekon, Kürt sorunu...) taşıyarak sürdürmek istiyorum.
Ruşen Çakır/Vatan
Halbuki Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninde siyasi konulara duyarlı insanların herhangi bir gelişmede taraflarını belirlemelerinin epey zorlaştığı günlerden geçiyorduk. O gün Baba Bush ile Saddam Hüseyin arasında sıkışıp kalmıştık; yıllar sonra Saddam yine vardı ama babasının yerini oğlu aldı. 11 Eylül saldırıları da bir başka derin yarılma yarattı. Haklı nedenlerle Amerikan imparatorluğundan nefret eden belki de milyonlarca insan, taşıdığı bütün sembolik anlamlara rağmen sivilleri hedef alan bu saldırıları kınasın mı, alkışlasın mı, şaşırdı.
Son yıllarda hayatımız bu türden gerilimlerle geçiyor. Alın size İran'ın nükleer programı: Sırf Washington'a kafa tutuyor diye Ahmedinecad'ı sevmemiz isteniyor. Lübnan'da İsrail'e kök söktürdüğü için Hizbullah göklere çıkarılıyor. Son olarak, İsrail'in saldırganlığını mahkum etmenin yanında Hamas'ı da eleştirmeye kalkanlara hemen ayar veriliyor. Hamas'ın (ve bir dizi başka örgütün) en çok sivillere zarar veren intihar eylemlerine anlayışla yaklaşmamız bekleniyor.
Eski bir tartışma
Geçtiğimiz günlerde İsrail Dışişleri Bakanı Livni, tüm dünyaya "Ya bizdensiniz ya onlardan" diye meydan okudu. Tıpkı 11 Eylül sonrası Bush'un; her vesileyle bin Ladin ve Eymen el Zevahiri'nin yaptığı gibi. Sahiden bu kavgalarda, savaşlarda bir tarafı tutmamız şart mıdır?
Bir aydının herhangi bir davaya kendini adamasının doğru olup olmadığı çok eski zamanlardan gelen bir tartışmadır. Büyük Fransız düşünür Jean-Paul Sartre'ın Cezayir direnişine verdiği destek bu tartışmada bir dönüm noktası olmuştur. Sartre gibi olumlu örneklerin yanı sıra İtalyan faşizmi, Alman nazizmi gibi hareketlere angaje oldukları için hep nefretle anılan aydınların da bulunduğunu hatırlamak şart. Bir de değişik ülkelerde komünist partilerine girip aradıklarını asla bulamayanlar, özellikle İspanya İç Savaşı'nda büyük hayal kırıklığı yaşayan gönüllüler var.
Bazı ilkeler
Herkesin kendinden sorumlu olduğuna inandığım için kendi pozisyonumu izah etmeye ve son günlerde bazı okurlardan gelen "Yazılarınız hep nötr düzeyde. Ne etliye karışıyorsunuz ne sütlüye. Hiç renk vermiyorsunuz" türü eleştirileri bir ölçüde cevaplandırmaya çalışayım.
Değişik vesilelerle yazdım ve söyledim: Kendimi bildim bileli solcuyum ve bu dünyayı böyle terk etmeye kararlıyım. İlk solcu olduğum 1970 ortalarında iş çok kolaydı: Birkaç kavram ve birkaç sloganla idare edebiliyordunuz. Yaşadığımız postmodern çağdaysa solcu olmak ve kalmak epey zorlaştı. Körfez Krizi zamanında İstanbul'da sohbet ettiğim Le Monde Diplomatique dergisinin editörü Alain Gresh "Dünya çapında bir savaş yaşanıyor ve ben ilk defa, en yakınımdaki insanların bile hangi tarafı tuttuğunu kestiremiyorum" diyerek biz solcuların içine düştüğü ve o günden beri süregelen kriz halini çok iyi özetlemişti.
Bu tür krizlerden alnımın akıyla çıkabilmek için kendime bazı ilkeler belirledim. Bunlar:
1) Tavır almadan önce anlamaya çalışmak;
2) Çatışan tarafların herbirinin haklı ve haksız oldukları yönleri ayrıştırmaya çalışmak;
3) Asla "düşmanımın düşmanı dostumdur" dememek;
4) Kimseyi mutlak bir şekilde desteklememek;
5) "Araç amacı belirler" diye düşünmek. Örneğin hiçbir "haklı dava"nın masum sivillerin katlini meşrulaştırabileceğine inanmamak;
6) Çatışan aktörlere (siyasetçiler, örgütler, devletler) mesafeli, her zaman her çatışmanın asıl mağlubu olan halklara yakın olmak;
7) Hep mazlumun yanında, hep zalimin karşısında olmak.
Taraf olup olmama tartışmasını Türkiye içi gerilim konularına (laiklik, Ergenekon, Kürt sorunu...) taşıyarak sürdürmek istiyorum.
Ruşen Çakır/Vatan
changeTarget(document.getElementById("news_content"))