MUSTAFA BALBAY'DAN KARA MİZAH ÖRNEĞİ!

"Ancak Ergenekon iddianamesi sadece uzun, anlaşılmaz, birbiriyle çelişen cümlelerden ibaret değildi."

Balbay’dan kara mizah

“Allah’ın değirmenleri geç ama iyi öğütür” söylemini “yargının değirmenleri geç olsa da iyi öğütür” söylemine dönüştürmek temennimin ışığında -hukuka ve yargıya olan inancımı koruyarak- Mustafa Balbay’ın son kitabından (*) şu satırları yansıtıyorum:

GRADO OLMUŞ GLADYO
İddianamenin diliyle ilgili söylenecek çok şey var. Türkiye’de genel olarak “hukuk dili” tartışmalıdır.
Ancak Ergenekon iddianamesi sadece uzun, anlaşılmaz, birbiriyle çelişen cümlelerden ibaret değildi.
Kimi kritik sözcükler öyle farklı şekilde konulmuş ki, anlam tamamen değişiyor.
Örneğin iddianamenin 952. sayfasında benim gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız’la yaptığım bir telefon görüşmesine yer verilmiş. Konuşma bir gazetenin genel yayın yönetmeniyle Ankara temsilcisi arasındaki olağan bir diyalog. İçinde soru işareti yaratacak bir şey de yok.
Konuşmanın bir yerinde aynen şu tümce var:
“Ben onun son olayla birlikte gladyosu düştü, bilmiyorum sen ne diyorsun...”
Gladyo?
İlk okuduğumda, bir an duraladım, neden demiş olabilirim?
Konuşmayı deşifre edenler “grado” sözcüğünde küçük bir değişiklik yapmış ve “gladyo” olmuş.

SOL ELLE YAZI YAZMAYI ÖĞRENDİM
Yalnızlaştırmaya benzer başka bir örnek bilgisayar hakkıydı. Nâzım Hikmet’e 1940’larda o dönemin en ileri yazım olanağı olarak daktilo verilmiş.
Bize verilmedi.
Gerçekse şu:
Hapishanede bilgisayar odası var.
Bu olanak bir gün önceden dilekçe vererek ve oda uygunsa size sağlanıyor. Uygunluğun ölçüsü şu: Aynı odada bir başka Ergenekon sanığı bulunamaz. Oda mesai saatlerinde; 9.30-12.30, 13.30-16.30 arası açık.
Bu kitabı elle yazdım. Çalışırken elim yoruluyordu ama beynim “tam kıvamdayım, haydi devam et” diyordu. Sonunda yavaş da olsa sol elimle de yazmaya başladım.
Bu zulüm değil midir?

DREYFUS OLDU DEYYUS
Yazılarımı hapishane yönetimine mektup olarak veriyorum, ortalama 6-7 günde ulaşıyor.
Gardiyanlardan biri yazıyı ertesi gün geri getirdi. Sayfaları sallayıp haberleşme gözünden seslendi:
“Mustafa Bey bu yazıda sorun var diyorlar.”
Şaşırdım. Düzenli mektup-yazı göndermeye başlayalı bir ay olmuştu. Rayına oturduğunu düşünmüştüm.

Yazı tamamen 19. yüzyılın sonunda 20. yüzyılın başına uzanan Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un yargılanmasıyla ilgiliydi. Herhangi bir gönderme de yoktu.
Yazı ana hatlarıyla şöyleydi:
Fransız ordusunda yüzbaşı olarak görev yapan Alfred Dreyfus, kendisine özünün ne olduğu tam olarak açıklanmayan gizli belgeler nedeniyle tutuklanır, yargılanır. Vatan haini ilan edilir. Yargılama sırasında gazetelerin önemli bir bölümü kararını çoktan vermiştir; Dreyfus suçlu!
Ve Dreyfus hüküm giyer.
Etkili ve cesur bir köşe yazarı davaya farklı açıdan bakar:
Emile Zola...
Yahudi kökenli olduğu için ayrıca hedef tahtasına konan Dreyfus’un mahkûmiyetini haksız bulan Zola, 13 Ocak 1898’de “Suçluyorum” başlıklı bir yazı kaleme alır. Yazının yayımlanmasından sonra Fransız basını allak bullak olur.
Yorumcu kardeşlerimiz “ama usulüne uygun değil” diyenlere de çıkışıyorlar:
“Ufak tefek usul hataları olabilir. Onlara takılıp kalmamak lazım...”
Oysa usul esasın kapısıdır. Yanlış kapıdan doğru yere gidilir mi?
İşte böyle bir tartışma ortamındayız. Dreyfus davası, Zola gibi “önce hukuk” diyenlerin artması ve sorumlu noktada bulunanların önyargılardan sıyrılmasıyla yön değiştirdi. Dreyfus aklandı. Rütbelerini geri aldı. Onuruyla, şerefiyle görevinin başına döndü.
Gazetecisinden hukukçusuna, siyasetçisinden aydınına kadar herkesin “önce hukuk” diyeceği günlere...
Yazı buydu...
Yazının ana fikri ne yazık ki ülkemizde uzun süre daha gündemde kalacak...

EMİLE ZOLA OLUR MU PİRZOLA?
- Bu yazının neresinde sorun var?
“Mustafa Bey ben sizin televizyon konuşmalarınızı da izlerdim...”
- Eyvallah... Yazının diyorum...
“Siz kelimelerle de çok oynuyorsunuz. Bazen bölüyorsunuz, farklı anlamlar çıkarıyorsunuz. Bazen çok bilinen bir kelimeyi farklı bir anlam çağrıştıracak şekilde söylüyorsunuz...”
- Bu yazıda öyle bir şey yoktu...
“Dreyfus demişsiniz...”
- Evet, Dreyfus’un başına gelenlerle ilgili bir yazı.
“Dreyfus diye biri var yani...”
- Tabii var. Yazdığım gibi adamı gizli belge bulundurmuşsun, casusluk yapmışsn diye suçlamışlar. Sonunda beraat etmiş...
“Mustafa Bey siz Dreyfus demekle birilerine deyyus demek istemiş olamayasınız...”
Şaşırdım. Tamam ben de kelimelerden çağırışımlar çıkartırım ama, bu kadarını düşünmemiştim.
Sonuç olarak gardiyan da görevini yapıyordu. Yazılarımı mektup şeklinde hapishane yönetimine veriyordum. Suç unsuru taşıyan bir yazıyı “görülmüştür” damgası vurup göndermezlerdi.
Sonunda anlaştık, Dreyfus’un varlığını arkadaş da kabul etti.
Gardiyan gittikten sonra bir Dreyfus’u bir Emila Zola’yı düşündüm. Yıllar önce “Emile Zola mı Pirzola mı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Toplumun zenginlik algısını eleştirip, “Emile Zola mı Pirzola mı diye sorsak tabii ki pirzola kazanır” demiştim.
Emile Zola’dan pirzola çağrışımı çıkarmıştım ama, Dreyfus’tan deyyus zor çıkarırdım.
Zavallı Dreyfus hâlâ haksızlığa uğramaya devam ediyordu...
Üç eski kuvvet komutanının dosyaları “Ergenekon ile bağlantısı olmadığı” gerekçesiyle Ankara’ya gönderildi.
Bunun, Balbay’ın dosyasının da kuvvet komutanlarıyla birleştirilmesinin ve tahliyesinin işareti olabileceğini düşünüyorum.

......................
(*) Mustafa Balbay; Silivri Toplama Kampı-ZULÜMHANE; Cumhuriyet kitapları 2010

Güneri CİVAOĞLU / MİLLİYET