MUHTEŞEM YÜZYIL'A YASAK İSTEYENLER KERVANINA NATAŞA DA KATILDI!

Bu da nerden çıktı demeyin! Çünkü en az onların da bizim "milli ve manevi" değerlerle donanmış vatandaşlarımız kadar bu diziden rahatsız olması için nedenleri var...

Nataşa'dan mektuplar

Bence Hürrem Sultan yasaklansın

Sevgili Hakan,

Sizdeki sansür ve yasaklama uygulamalarını ve taleplerini duyunca, çok farklı yollardan geçmiş olsalar da, Türkiye’deki ve Rusya’daki demokrasi anlayışının ve iktidar-toplum ilişkisinin birbirine ne kadar benzediğini bir kez daha şaşırarak görüyorum.
Bizde de iktidar rahatsız olduğu zaman, birdenbire sanat ve kültür özgürlüğünün sonuna geliveriyoruz. Bir zamanlar televizyonda büyük ses çıkarmış olan ve siyasi liderleri hicveden “Kuklalar” adlı mizah programının nasıl yayından kaldırıldığını sanırım sen de hatırlarsın. O zaman da, halkın büyük ilgisini çekmesine ve yüksek reytinge sahip olmasına rağmen, aniden programı kınayan ve onu şikayet eden çok sayıda “iktidar yandaşı tepkili vatandaş” ortaya çıkıvermişti.
Şimdi sizdeki Muhteşem Yüzyıl tartışmalarını, aynı sahnenin burada ve bir kez daha sergilenmesi gibi algılıyorum.
Ama benim için ortada ciddi bir fark var bu sefer. Dizinin yayından kaldırılmasını talep eden “sorumlu ve tepkili vatandaşlar kervanı”na hiç utanıp sıkılmadan ben de katılıyorum. Evet, yanlış okumadın, ben de Muhteşem Yüzyıl’ın yasaklanmasından yanayım. Veya başlıktaki bir parça anlamsız görünen talebe uygun olarak, tümüyle dizinin olmasa da, dizideki Hürrem Sultan’ın yasaklanmasını, onun filmden çıkarılmasını istiyorum.
“Hoppala, bu da nereden çıktı?” ya da “Acaba Nataşa bunamaya mı başladı?” türü şaşkın sorularını duyar gibiyim.
O zaman açıklayayım.

* * *
Biliyorsun, Türkiye’de Rus kadınının yaşadığı serüven bugüne kadar hiç de kolay olmadı. Doğrusu günümüze kadar işin içinde uzak geçmiş yoktu. Bırakın Osmanlılar’ı, bizdeki 1917 Bolşevik Devrimi’nden kaçan Ruslar’ın Türkiye’de yaşadıkları bile pek hatırlanmazdı.
Akıllarda ve dillerde olan, 90’lı yıllardaki “Nataşa akını” ile çeşitli biçimlerde ve farklı yollarla buraya gelen eski Sovyet cumhuriyetleri vatandaşı kadınların, Türkiye’yi nasıl etkilediğiydi.

Hepsiyle ayrı ayrı uğraşmamak için toptan “Rus kadını” denilen bu garip ve tehlikeli kalabalık üzerine neler söylenmedi ki:
Türk erkeğini seksle mi tanıştırmadık?..
Türk ailesi açısından derin bir deprem mi yaratmadık?..
Bazı Türk kadınları açısından, kovulmamız için eylemler düzenlenen birer düşmana mı dönüşmedik?..
Fuhuşu canlandırarak genç kuşakların ahlakını mı bozmadık?..
Cinsel yolla bulaşan tüm hastalıkların kaynağı mı olmadık?..
Olduk oğlu olduk… Sonunda toptan “Nataşa” olduk…
Bu damgaları üzerimizden atana ve alnımızdan kazıyana kadar 10-15 yıl geçti. (Tabii, birçokları için hâlâ “tertemiz” olmadığımız kesin; ama en azından şu anda “düşman” gibi hedef tahtasına oturtulup neredeyse taşlanacağımız bir zamanda değiliz artık. Hiç olmazsa Türkiye’de yaşayan ve çoğu evli-barklı, çoluklu-çocuklu olanlarımız önemli ölçüde normal hayata döndü sayılır.)
Vee…

Birdenbire Muhteşem Yüzyıl başladı!..
Hürrem’la tanıştı Türkiye..
Eh, birazcık gecikmeyle (beş asır gibi bir zaman sonra), ama sonunda onu gördü ve tanıdı…
Ve dizinin her bir sahnesiyle birlikte, pek yakında önümüze konacak faturalar yavaş yavaş (belki de hızlı hızlı) hazırlanmaya başladı.

* * *

Düşünsenize…

O kadar “canlı ganimet”, köle ve cariye arasından sıyrılabilecek kadar akıllı, kurnaz, fettan, sinsi, sabırlı, acımasız…

Sıfatları daha epeyce çoğaltabiliriz.

Özeti, Hürrem çok farklıydı. Ki bizim toplumlarımızda yalnızca çok farklı olmak bile; sevilmemek, kıskanılmak, nefret edilmek ve düşman ilan edilmek için yeterli nedendir.

Ama Hürrem’de gerçekten bambaşka bir hava vardı. O hem Türk kadınlarını bir çırpıda safdışı ediyordu (ki tarihin değişik zamanlarında kullanılan bu tür cümleler, sayfalarca yazılacak çözümlemelerden bile daha fazla acı verebilir), hem de kendisiyle aynı konumda olan öteki yabancı kadınları (mesela, dizide ne kadar acı çektiğini gördüğümüz, ama ne aşkını, ne konumunu, ne de oğlu Mustafa’yı koruyabilen Mahidevran Sultan da Çerkez’di).

Bir tek Hürrem, Padişah’ı o kadar derinden etkileyerek kalbine girebilmişti. Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en etkili kadınları arasında adını ön sıraya yazdırmıştı. Pek çok tarihçiye göre “tek nikahlı padişah eşi” olmayı başarmıştı. Daha tanışma aşamasında başını kaldırarak küstahça ve işveyle Sultan Süleyman’ın gözlerine bakan da, ileriki yıllarda başı açık Saray’da dolaşan da oydu. Yabancı devlet adamlarıyla sohbet eden de, birkaç dil bilen de, şiir yazan da, birçok cami, hastane, medrese, düşkünler evi yaptıran da, Topkapı Sarayı’nın, Haliç’in, Galata’nın kaderiyle ilgilenen de oydu.

Ve haindi, acımasızdı, kindardı, entrika ustasıydı. En yakınındakileri yakıp kavuran bir ateş topuydu. Kendisine Saray’ın kapısını açan İbrahim’i, Sultan’a çocuk doğuran onlarca kadını, Sultan’ın çocuklarını, çıkarı için kızını çocuk yaşta evlendirdiği vezir Rüstem Paşa’yı ve daha pek çoklarını, bu arada kendi çocuklarını bile öldüren oydu.

Hürrem Sultan bir Rus’tu...

Aslında Rus değil, Ukraynalı’ydı. Ama “fark eder mi”?

Çeşitli dillerde Roxolena, Roxolana, Roxelane, Rossa, Ruziac, Roxolany, Roxelany, hatta Ruslana denilen bu kadın, o dönem Osmanlılar’a ait olan, bugünkü Batı Ukrayna’nın İvano-Frankov bölgesindeki Rohatin adlı küçük bir kasabada (şimdi orada bir heykeli vardır) yaşayan Ortodoks bir din adamının kızıydı. (Çıkarları için dinini terk ederek İslam’ı seçmesi de onun için yazılabilecek olumsuz sıfatlara ayrı bir zenginlik katar.) İsmi Anastasiya (veya kısaca Nastya) Lisovskaya (ya da yaygın deyişle Lisowska) olan bu kızın, taşıdığı iddia edilen “Polonya kanı” nedeniyle Aleksandra olarak da adlandırıldığı söylenir.
Ama isimler ve sıfatlar bir yana, sonuçta “bizim bildiğimiz Rus kadınıdır işte”…

* * *

Göz süzmesi, cilvesi, işvesi, şuh bakışı, “aşırı derecede ölçüsüz ve özgür kahkaları”, kıvrak dansı, padişah falan dinlemeyen özgüveni, nerede durup nerede geri çekileceğini bilecek aklı ve sabrı ile, iktidar sahibi erkeğin yanında kendi kadınsı güçsüzlüğünü nasıl büyük bir güce dönüştüreceğini çok iyi hisseden “örnek” bir Rus kadınıydı…

Ve kendine ait olan ya da olabilecek yüzlerce, binlerce kadını sevmeyen Sultan Süleyman, yalnızca ona aşık oldu. “Bir tek gülücüğü için Anadolu’yu, Şam’ı, Bağdat’ı, hatta İstanbul’u feda etmeye hazır olduğunu” bir tek ona söyledi.
Onun için yerlisi ve yabancısıyla, yediden yetmişe herkes asırlar boyunca onun isminden hem hayranlık, hem de korku ve nefretle söz etti. En başta da kadınlar…

Ona “köle” de dediler, “fahişe” de, “büyücü” de, “katil” de…

Ve “Rus” olduğunu hiçbir zaman unutmadılar.

Sağlığında her türlü yöntemle ülkesi Ukrayna’yı koruyarak Sultan Süleyman’ın Ruslar’la ve Lehler’le barış içinde yaşamasını sağlamıştı (bu arada Ruslar da, Kazan ve Astrahan hanlıklarını ele geçirip doğuya doğru yayılmışlardı). Kendi ölümünden sekiz yıl sonra tahta oturan “yarı Rus” oğlu İkinci Selim ise, “damarlarındaki kandan mıdır, nedir” sarhoş ve sefahat düşkünü bir sultandı ve neredeyse Osmanlılar’ın çöküşünü başlatan oydu.
Böyle bir “yılan”dı işte Hürrem Sultan…

Bugün (bugün olmasa bile – eğer dizi yasaklanmazsa - yarın) Türkiye’deki pek çok insan Rus kadınını bir kez daha değerlendirecek, “bu işin tarihini” de görmenin verdiği engin bilgilerle, korkarım birçok ahlaki, hatta belki siyasi faturayı bize, yani yanı başlarında olan Rus kadınlarına kesecektir.

Onun için dizinin olmasa da, dizideki Hürrem Sultan’ın yasaklanmasından yanayım.

Nataşa

Hakan Aksay/Birgün