MİLLİYET ÖKSÜZ KALDI VE BİR HAYLİ HIRPALANDI! CAN DÜNDAR MEDYARADAR'A KONUŞTU!
Yazıları, haberciliği ve belgeselleriyle her zaman büyük yankılar yaratan Can Dündar'la Medyaradar'ın usta röportajcısı Yüksel Şengül konuştu.
Yazıları, haberciliği ve belgeselleriyle her zaman büyük yankılar yaratan, ‘Mustafa’ filminden sonra pek çok kişi tarafından Atatürk düşmanı ilan edilen, en son ‘Aşka Veda’ kitabıyla ve Deniz Gezmiş belgeseliyle yeniden gündeme gelen Can Dündar’la Medyaradar’ın usta röportajcısı Yüksel Şengül konuştu.
YÜKSEL ŞENGÜL
Ankara’dan İstanbul’a gelen Can Dündar’ı Atatürk Havalimanı’nda karşıladık. Yolculuğun yorgunluğunu üzerinden atmasına fırsat vermeden de sohbetimizi gerçekleştirdik.
Öncelikle herkesin dilinde olan ‘Aşka Veda’ adlı kitabınızı tebrik ederiz. Ancak bilirsiniz, elini taşın altına koyanlar, yazanlar çizenler, toplum için çalışanlar, özellikle başarı yıldızı parlayanlar her zaman eleştirilir, hem de en sert şekilde. Kitabınız da çok eleştirildi. “Ne diye aşk konusunu seçti?” diyenler bile oldu. Sizi yaralayan ve sınırı aşan eleştiriler oldu mu?
Açıkçası beni yaralayan bir eleştiri olmadı. Zaten bu tam olarak bir roman da değil, şimdiye kadar yazdıklarımı derlediğim bir kitap oldu. İlk olarak şunu söyleyebilirim ki bu tür kitabı olan, televizyona çıkan, köşe yazısı yazan ya da sahnelerde yer alanların kaderidir bu. Kamuoyunun gözü önünde olan insanların alkışa olduğu kadar, eleştiriye de hazırlıklı ve tahammüllü olması gerekiyor. O yüzden bir işe girerken, haksız eleştiriler tabi ki insanı üzebilir. Ama bu konuda herkes beğenecek diye bir yaklaşım içinde olmadığım için bu süreçte çok yara almadım.
Belki de sizi çok hırpalıyorlar ama siz bunu belli etmiyorsunuz…
Doğru, sabırlıyım. Ama buna hırpalama değil de bir nevi kendimi kamçılamak diyelim. Ben eleştirileri pozitif olarak alıyorum. Sanırım bu şekilde tercüme edebiliriz (gülüyor).
“Ne diye aşk konusunu seçti?” diyenler oldu.
Onlar normal geliyor, çok şaşırmıyorum. Biraz tarihle ilgilenen herkes biliyor ki bu ülkede hak edenin dayak yemeden iş yapmasının gerçekten imkanı yok. Dolayısıyla böyle bir bilgiyle yola çıktığınızda hayat kolaylaşıyor.
Ahmet Hakan da köşesinde yazdı. Sizi klişeyi boyayıp satma ustası ilan etti. “En klişe konu, basmakalıp görüşler, ilk kez ifade ediliyormuş gibi yutturmuş” dedi. Köşenizden buna cevap verdiniz mi, verecek misiniz?
Ben ilke olarak bu tarz şeylere cevap vermiyorum. Daha doğrusu köşemi bu tarz polemiklere cevap vermek için kullanmıyorum. Böyle bir kararım var.
Ama onlar kullanıyor…
Bu herkesin kendi kararı, ben ilkelerime göre hareket ediyorum. Bize o köşeleri polemik yapmak için vermediklerini düşünüyorum. Yine de bu tarz polemiklerden hoşlanan insanlar çıkabilir. Ama bizim buna hakkımız olmadığını düşünüyorum. Bizim bu köşeleri kişisel husumetlerimiz, kıskançlıklarımız ve suçlamalarımız için kullanmamız çok yakışıksız kalıyor. Tabi ki kullananların kendi tercihleridir. Ben bunu yapmayı uygun bulmuyorum.
Ne güzel bir yaklaşım. Bu tarz bir yaklaşıma özellikle günümüzde basının çok ihtiyaç duyduğunu sanıyorum.
İnsanlar köşelerinden her türlü yazı yazabilirler. Temel olan bu yazıların içinde fikir barındırması. Bir fikrin olması.
“Siyasette ve yaşamda cesaretin yokluğunu nasıl özlüyorsak, aşktakini de öylesine özlüyoruz” demişsiniz. Peki, aşkın geleceği ne olacak, ümit var mı? Toplum olarak aşka bakışımızda neler değişti?
Kadın ve erkek, Türkiye’de asırlarca birbirinden uzakta tutuldu. İki cinsin karşı karşıya gelmesi ve birbirine açılabilmesi 150-200 yıllık bir olaydır. Yani daha yeni yeni birbirimizi tanıyoruz ve çok yoğun bir kısıtlama döneminden sonra aniden bir açılım gerçekleşti. Bütün o yıllar içinde birbirini göremeyen kadın ve erkek, aniden bütün bariyerler kalkınca birbirine kavuştu. Tarihsel açıdan baktığımızda, insanı ya da hayvanı bu kadar baskı altında tutar ve kafese koyarsanız, kısıtlamaları kaldırdığınızda bu defa inanılmaz bir zincirden boşalma hali yaşanır. Bence şu anda yaşanan biraz da bu, konuya iyimser bakmaya çalışıyorum, çünkü her zaman için umutvar şeklinde bakarım olaylara. Bunun geçici bir şey olduğunu düşünüyorum. Karşıt cinslerin birbirinden uzak tutulması ne kadar hastalıklı bir durumsa, aniden baraj kapaklarının kalkması hali de geçici bir durumdur. Görüntüde, özel hayatımızı sel bastı (gülüyoruz).
Aşka bakışınız nedir ve Can Dündar hayatında kaç kez aşık oldu?
Aslına bakarsanız kendimi bildiğimden beri aşkla yaşadığımı düşünüyorum. İşimi aşkla yaptım. Ödevlerimi, kompozisyonlarımı aşk sayesinde yazdım. Mektup yazmaktan, köşe yazısı yazmaya kadar her şeyi aşkla yaptım. Dolayısıyla aşk her zaman hayatımda var oldu. İnşallah bundan sonra da böyle olacak.
Siz aşık olduğunuzda nasıl değişiklikler yaşarsınız? İştahınız mı kesilir, içiniz mi daralır?
İyi yazarım (gülüyor).
O zaman Can Dündar her zaman aşık mı?
(Gülüyor). Bu büyük bir iltifat. Sağolun, teşekkür ederim. Ama aşkın bendeki tezahürü öyle, o yüzden de bence herkeste farklı bir değişim yaratıyor. Kimisinin iştahı kesilirken, kimininki artıyor. Kimisi eve kapanıyor, kimisi de eve girmek istemiyor. Bendeyse, bir çeşit üretim patlaması ortaya çıkıyor.
Kaleminizi canlandırıyor demek ki…
Bir anlamda öyle ve sevdiğim bir duygu…
Habertürk gazetesi sizinle ilgili olarak bir haber yapmıştı ve “Can, boğazdan gelir” diye bir başlık atmıştı. Bir genç hanımla sizi teknede görüntülemişlerdi. O dönem yaşadığınız bir aşk mıydı, kaçamak mıydı? Sizi izleyenler, yazılarınızı okuyanlar bunu merak etti. Nasıl bir cevap vermiştiniz, nasıl bir tepkiniz olmuştu?
İlk gün sitemli bir açıklama yapmıştım, ondan sonra bir daha bu konuda hiç konuşmadım. Beni bağışlarsanız, konuşmamaya da niyetliyim. Kendi kendime verdiğim bir söz var. Sadece o gün kendi sitemden bir açıklama yazdım ve ne olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu da ilk ve son açıklamam oldu. Bundan sonra bir daha bu konuda konuşmadım. Bunun sebebi de sevdiğim, saygı duyduğum insanları korumak amaçlı geliştirdiğim bir yaklaşımdır. Çok gizleyeceğim bir şey yok ama o gün yaptığım açıklama geçerliliğini koruyor.
Yani “O haberde yansıtıldığı gibi bir olay yaşanmadı” diyorsunuz, öyle mi?
Hayır, öyle bir şey de demiyorum. Yani o gün şunu söyledim; bu benim özel hayatımdır ve bununla ilgili hesabı da sevdiklerime veririm. Zaten bu konuyla ilgili hesabımı da vermem gerekenlere verdim. Açıklamam buydu ve onun ötesinde kendimi bu konuda açmayı çok doğru bulmuyorum.
Elbette, nasıl isterseniz Can Bey… Gelelim basınımızın, medyamızın durumuna. Sizden önce bu köşede yayınladığımız Rahmi Turan röportajında, kendisinin yaptığı bir tespit oldu. Rahmi Bey, “Basınımız Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar kötü durumda” dedi. Siz katılıyor musunuz kendisine?
Cumhuriyet tarihiyle kıyaslamak doğru olur mu bilmiyorum. Çünkü geçmişimizde tek partili bir dönem yaşadık ve o zamanlar basının soluk alamadığı anlar oldu. Bu anlamda belki fazla iddialı bir açıklama olabilir. Ama genel olarak, çok zor bir dönemden geçtiğimiz fikrine yüzde yüz katılıyorum.
Tek parti iktidarında herkesin aynı şeyi yazmak zorunda kaldığı bir dönem oldu. Günümüze bakınca Rahmi Bey’in (Turan) sonbaharda açacağı bir gazeteden bahsedebiliyoruz. Sonuçta onun farklı çizgide bir gazete çıkaracağını düşünecek olursak, böyle bir niteleme haksız olabilir. Çünkü böyle bir gazete çıkarılabilecek demek ki… İnşallah o kadar kötü bir ortamla hiç karşılaşmayız. Henüz basında topyekün teslim olma durumu yok ama çok ciddi emareler de var. Kötü bir dönemden geçtiğimiz kesin.
Biter mi bu dönem?
Elbette bitecek. Ama çok sancılı olacağı ve bize çok ağır yaralar aldıracağı da bir gerçek. İleride basın tarihi yazıldığında, Türk basını için kara bir leke, kara bir sayfa olarak anılacak bir dönemden geçiyoruz.
Pek çok arkadaşımızın işine son veriliyor, arkadaşlarımız yer değiştiriyor. Aslında basının içinde de büyük bir çalkantı var. Bu çalkantılar devam da ediyor. Bunlardan biri de Akif Beki’nin Milliyet’in başına geçeceği söylentileriydi ve gerçek oldu.
Medya sitelerini yakından izleyen herkes yazılıp çizilenleri gördü. İtiraf edeyim ki benim Akif Beki’yle kişisel bir sıkıntım yok. Aksine sohbetimiz ve muhabbetimiz vardır. Ancak yine de böyle bir şeyin olmasına çok ihtimal vermiyordum. Çünkü Milliyet muhalif çizgisiyle tanınan bir gazete ve o çizgide olması da gerekir…
“Milliyet, bundan sonra yandaş olur mu?” diye soranlar var…
O çizgide bir gazetenin başına bir dönem başbakanın yanında çalışmış birinin geleceğini tahmin etmiyordum.
Peki, şimdi ne olacak?
Erdoğan Demirören’in böyle bir şey olmayacağına dair bir açıklaması olmuş, söylenenleri yalanlamıştı. Ama şu andaki durum farklı bir gerçeği gösteriyor. Hep birlikte neler olacağını göreceğiz.
Erol Simavi de Hürriyet gazetesi Cağaloğlu’ndan taşındıktan sonra satılacağıyla ilgili çıkan haberlere “İnsan hürriyetini satar mı? Ben de Hürriyet’imi satmam” diye karşılık vermişti. Kısa süre sonra da satmıştı. Durum buna benziyor galiba.
Belki de insanlara açıklamalarını hatırlatmak zorundayız. Ama yapacak bir şey yok.
Akif Bey (Beki) geldi diye ayrılmayı düşünür müsünüz?
Türkiye’de muhalif çizgide yazı yazan gazeteciler için, seçeneklerin daraldığını kabul etmemiz gerekiyor. Bir de ne yazık ki bir gazetenin ya da televizyonun diğerinden çok az farkı kalmaya başladı.
Birbirine benzemeye mi başladılar diyorsunuz?
Evet, gazeteler benzeşmeye, tek bir çizgiye gelmeye başladı. Bu çok büyük bir tehlike. Bu tektipleşmeyle ilgili olarak, Başbakan’ın gazete patronları ve genel yayın yönetmenleriyle yaptığı toplantıda ciddi temellerin atıldığını düşünüyorum. Başbakan orada ne tür bir yayın yapılmasını istediğini dikte etti ve karşısında çok ciddi bir muhalefet görmedi. Tabi ki insanların karşısında bir Aydın Doğan örneği oldu. Gazetelerin başına neler gelebileceğini gösteren bir örnekti bu. Herkes yazısını yazarken iki kez, manşet atarken beş kez düşünmeye başladı. Bu da kaçınılmaz olarak birbirine benzeşen gazetelerin ortaya çıkmasına neden oldu. O yüzden de artık nerede yazdığınızdan ziyade, ne yazdığınızın önem taşımaya başladığını düşünüyorum.
Gazetenin adından çok içeriği öne çıkacak…
Aynen öyle, dikkat ederseniz okurlar, bir gazeteyi alıp okumak yerine internete girerek kendi yazarlarından oluşturdukları bir seçki hazırlıyor ve bunu takip ediyorlar. Şu ya da bu gazete diye düşünmüyorlar. Yazarlar üzerinden düşünülüyor, ki bu da yeni bir çağın habercisidir… Günümüzde ne yazdığınız önemli olurken, nerede yazdığınız giderek daha önemsiz olmaya başladı. Tabi ki bu yaklaşım gazeteler önemsiz anlamına gelmiyor. Mesela ben Milliyet’i çok beğeniyorum. Şu andaki gazeteler arasında en cesur yayıncılığı o yapıyor. Umarım buna yazık edilmez. Yine de özellikle son dönemlerde Milliyet öksüz kaldı, fırtınanın ortasında yalnız bırakıldı ve bir hayli hırpalandı. O yüzden Milliyet yazarları olarak şu sıralar bir toparlanma bekliyoruz.
Pek çok gazeteci “Gerekirse ben de Sözcü’de yazarım” diyor… Siz de bunu diyor musunuz?
Öyle bir şey demiyorum. Ben her yerde yazabileceğimizi ya da hiçbir yerde yazamayacağımızı düşünüyorum. Bu ne demek; artık yazı yazmak zorlaştı ve daha da zorlaşacak. Bu gidişle yazacak mecra bulamayacağız. Yer seçmek gibi bir lüksümüz olmayacak gibi görünüyor. Bütün kapıların kapanması tehlikesine hazır olmamız gerekiyor. Ben kişisel olarak buna hazırım. “Özgürlük medyası internet” deniliyor, inşallah bu iyimserlik gerçek olur. Ama kişisel olarak bu gidişatın, muhalif ses çıkarma, söz söyleme ve yazı çıkarma imkanları yönünden kötüye gittiğini düşünüyorum. Bu kıskacın giderek daha da daralacağını görmemek için saf olmak lazım.
NTV’deki ‘Canlı Gaste’ adlı programınız bitti mi, sona mı erdirildi? Gerçekten de çok güzel bir programdı…
Evet, gerçekten de çok seviyordum ‘Canlı Gaste’yi… Kanal yönetimi de çok beğeniyordu ve beni canlı ana habere taşıdılar. O aslında bir taltif olarak uygulamaya konuldu. Ama bana sorulsa, doğrusu ‘Canlı Gaste’yi tercih ederdim. Onlara da söyledim, “Keşke bu programa kıymasaydık” diye ama beni daha iyi bir yere getirdiklerini düşündüler. Aslında öyleydi de… Kanalın bütün ana haberini bana teslim ettiler ve ben de içim yanarak kabul ettim (gülüyoruz).
Bir açıklamanızda şöyle demişsiniz, “Yeni bir şey deneyen herkesin bu ülkede ağır bedel ödemeye hazır olması gerekiyor.” Can Dündar’ın bugüne kadar ödediği bedeller büyük mü oldu?
İçerde (hapiste) bu kadar gazeteci varken, benim bedel ödediğimi söylemem biraz şımarıklık olur. Elbette çok ağır bedel ödediğimi düşünmüyorum. Ağır saldırılar altında kaldım, işimden oldum, çok eleştirildim ama Türkiye gibi, canıyla bedel ödemiş ya da özgürlüklerinden mahrum kalmış gazetecilerin olduğu bir ülkede ağır bedelden söz etmem hakikaten yakışıksız olacak.
Ama siz de tehditler aldınız mutlaka. Belki zaman zaman can güvenliğiniz bile tehlikeye girmiştir.
Aslında yazı yazan herkes bence bir nebze tehdit altındadır. Hele ki kaleminizi biraz daha cesur oynatabiliyorsanız, tehdit işin bir parçası haline gelebilir. Bunu da göze almak lazım. Bu işe giren herkesin cesaretli olması lazım. Eskiden yetenek daha ön plandaydı, şimdi bu dönemde cesaret daha ön plana çıktı. Mesleğe girecek olanlara eskiden “Yeteneğiniz var mı?” diye sorardım, şimdi “Cesaretiniz var mı? Zor dönemde kalem oynatmaya, belki canına mal olacak konulara girmeye hazır mısın?’ diye soruyorum. Yetenek iyi kötü herkeste olmaya başladı ama cesaret giderek daha az insanda görülen bir özellik halini aldı.
Kendinizi her hangi bir saldırıya karşı yeterince koruyabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Öyle özel bir gayretim yok. Tarih bize gösteriyor ki ağır koruma altında yaşayan hiç kimsenin, şayet planlanan bir saldırı varsa, kurtulma gibi bir şansı olmadı.
“Yeter ki hedef olmayın” diyorsunuz…
Ama sonuçta yazdıklarınıza bakılınca hedef oluyorsunuz. Yazdığınız zaman hedefsiniz ve burada koruma önlemlerinin çok büyük caydırıcılık sağladığını düşünmüyorum. Korumayla birlikte yaşamak ayrı bir cendere. Emniyetin benimle ilgili çıkarmış olduğu bir koruma kararı var. Sağ olsunlar altı ayda bir onu yeniliyorlar, isterseniz koruma alabiliyorsunuz.
Siz neden koruma istemiyorsunuz?
Dediğim gibi, o da ayrı bir cendere. Hem başka bir insanın hayatını riske atmış olmanın verdiği psikolojik bir rahatsızlık da var.
Sizi koruyacak olan polisi mi düşünüyorsunuz?
Birincisi o, ikincisi de o polisle birlikte bir hayat sürmek bana göre değil. Hiç istemedim. Devletin verdiği bir imkan bu. Bir dönem tehditler çok yoğunlaşmıştı. O dönem emniyete çağırıp “Koruma vermek zorundayız” dediler. Sonrasında onu isteğe bağlı yaptık. Bir gün istersem eğer, sağ olsunlar gelip koruyacaklar.
Ama siz babasınız, aileniz, eşiniz var. Kendiniz ve sizi koruyacak polisin dışında onları da düşünmek zorundasınız…
Haklısınız, ama aileniz de bir noktadan sonra bu şekilde yaşamayı öğreniyor. Bu meslek de öyle bir meslek işte. Geçenlerde konuşma yapmak üzere bir iletişim fakültesine gittim. Hiçbir meslek grubu, üstatlarından ya da büyüklerinden bahsederken bizdeki kadar çok “Rahmetli” diye anmıyordur. Bir mimarın, mühendisin bu kelimeyi bizim kadar sık kullandığını düşünmüyorum. Biz ne yazık ki meslek büyüklerimizden “Vurulmuş insanlar” olarak ya da “Şu anda içerideler onlara selam gönderiyoruz” diye bahsediyoruz. Hangi meslek grubunda böyle bir şey var ki? Belki de o yüzden bu mesleği seçtiyseniz, bütün bunları göze alarak geliyorsunuz ve bunu eşinizin dostunuzun herkesin kabullenmesi gerekiyor.
Gazetecilik ve habercilik kimlikleriniz dışında belgesel ve filmler de çekiyorsunuz. Son olarak ‘Mustafa’ adlı filminizle de kimi ağır eleştirilere hedef oldunuz. Atatürk’ü alkolik ve korkak biri gibi gösterdiğiniz iddia edildi. Bu tarz eleştirileri bir yere not ediyor musunuz, bunları yazıyor musunuz?
Evet, yazıyorum. Bir not defterim var, oraya yazıyorum. Dahasını söyleyeyim, o anı defterini yayınlamayı düşünüyorum. ‘Mustafa’ filmi sırasında yaşadığım her şeyi baştan sona anlatmayı düşünüyorum. Neden bunu istiyorum, çünkü bu kişisel bir öykü olmaktan çıkıp, ulusal bir öykü haline geldi. Atatürk’e bakış açımız, onunla hesaplaşmamız, ona olan sevgimiz gibi başlıkları yeniden gözden geçirdik… Onu daha gerçekçi bir yere oturtmamız ve canlandırmamız gerektiği gibi konuları tartıştık… Bu yüzden de o süreç bana anlamlı geliyor.
Hakkınızda davalar da açıldı diye hatırlıyorum.
O süreçte konuyla ilgili 500 civarında makale yayınlandı. İnsanlarla bunları paylaşmak istiyorum. Gazetelerde yayınlanan makalelerde, inanılmaz bir tartışma oldu. Kimisi vahşi eleştiriler yöneltirken, kimisi de sağlıklı ve önemli tartışmalar yapabilmiş. İşin adli boyutunu, sokak boyutunu ve kendi başıma gelenleri, hakkımdaki iddianameyi ve yargılama sürecini de yazmak istiyorum.
Son olarak, ‘Delikanlım, İyi Bak Yıldızlara’ adlı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anlatan bir belgesel yaptınız. Gezmiş ve arkadaşlarının idamının 40. yılında yaptığınız bu belgesel nasıl tepkiler aldı?
Hayret edilecek bir şekilde kötü bir tepki almadım (gülüyor). Üstelik bu tarz tepkilere de hazırdım ve bekliyordum. Sonuçta belgesel kısa sürede hazırlandı ve bu yüzden içinde boşluklar olabilirdi. Ya da anlattığım konu hakkında eksik kalmış bir nokta tartışma yaratabilir diyordum ama işin sonunda çok iyi eleştiriler aldım. İlk gösterimi ODTÜ’de 150 kişilik bir gruba yaptım. Belgeseli izleyenlerin çoğu, Deniz Gezmiş’in arkadaşı ya da o hareketin önde gelen isimleriydi. Yani büyük bir sınava girer gibiydim o gün. Onlardan olumsuz bir eleştiri gelmedi.
Önemli bir sınav olmuş sizin için...
Evet, sonrasında da yaklaşık 20 bin kişiyle birlikte Ataşehir’deki Deniz Gezmiş Parkı’nda bu belgeseli izledim. Hayatımda ilk defa bir belgeselimi bu kadar geniş bir kitleyle izleme şansım oldu. Orada da izleyiciden iyi tepkiler aldım. Bu anlamda belki de bugüne kadar yaptığım çalışmalar içinde bu belgeselim en kazasız ve belasız atlattığım işlerimden biri oldu (gülüyoruz).
O zaman Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının belgeseli alkışlandığına göre, Rasim Ozan Kütahyalı’nın, “Sen de mi meczup oldun Can?” demesi sizin için pek bir şey ifade etmiyor, öyle mi?
Bunun kıymeti vardır elbette ama pek ciddiye almadım. Çünkü diğer eleştiriler benim için çok daha önemliydi. O hareketin önde gelen isimlerinin ne diyeceği ve ne düşüneceği çok daha önemliydi. Kütahyalı, zannediyorum benim televizyondaki bir konuşmamı tesadüfen görüp, çok dinlemeden bir şeyler yazmış. Tekrar dinlese yanıldığını anlayacaktır. Ayşenur Aslan’la yaptığım bir konuşmayı almış ve tamamen yanlış anlamış.
Deniz Gezmiş’in asıldığı gün ipin ucunda bir saate yakın can çekiştiği yazıldı, söylendi. Sizce bu özellikle yapılmış olabilir mi?
Çok tahmin etmiyorum. İnsanların ne kadar vahşileşebileceklerini artık biliyoruz ama o derece vahşileşeceklerine inanmak istemiyorum. Söylenen, darağacı ile urgan hazırlanırken Deniz’in uzun boyunun ve iri cüssesinin hesaba katılmadığı yönünde. Ama benim için önemli olan, 40 yıl sonra kamuoyunun onlar hakkında sadece merhamet değil aynı zamanda saygı duyan bir yaklaşım sergilemesi oldu. Kamuoyu onları unutmadı. Geçenlerde bir yerde bahsi geçti ve sonrasında bununla ilgili bir yazı da yazacağım. Geriye doğru baktığımızda o dönem doğan çocuklara kıyas kabul etmeyecek bir şekilde Deniz adı verilmiş. Evren adı veren neredeyse yok gibi. Hakikaten bunu araştırma imkanı veren bir site buldum ve durum gayet açık. Bu bile toplumun vefasını gösteren önemli bir örnek.
Siz Kenan Evren’in yargılanması gerektiğine inanıyor musunuz? Örnek bir dava ya da sonuç olması açısından mutlaka yargılanmalı mı?
Doğrusu ben genel bir bakış olarak darbelerin, özelde de Evren’in ve 12 Eylül’ün yargılanması gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonraki darbe heveslilerine gem vurabileceğine inanıyorum. Bir ikincisi, hiçbir suçun cezasız kalmayacağına dair bir kanı oluşturması açısından da önemli… Ancak bunun sembolik ve Evren’le sınırlı bir dava olması da bana biraz göz boyama duygusu veriyor.
En son Mehmet Ali Birand belgeseli hazırlığı içinde olduğunuzu duydum, doğru mu?
Mehmet Ali Birand’ın biyografisini yazıyorum. Onunla iki yaz önce Bodrum’da sohbet ederken yeni nesil gazeteci adaylarına meslekle ilgili tecrübelerini ve bilgilerini anlatacağı bir kitap yazması gerektiğini söyledim. O da “Bunu senin yazmanı çok isterim” dedi. Kendime bu işi yapmayı ustanın verdiği bir görev olarak kabul ettim ve çalışmalara başladım. Onunla aylar süren söyleşiler yaptık ama çıkacak kitap bir söyleşi kitabı değil, bu bilgilerden derlenmiş biyografik bir çalışma olacak. Ailesi, yakın dostları, çalışma arkadaşları, Aydın Doğan dahil patronlarıyla da görüştüm. Onlardan derlediğim bilgiler, izlenimler ve anılarla ortak bir kitap yapacağım. Elbette bir televizyoncu olarak röportajları kameraya da aldık. Oradan da bir belgesel çıkabilir ve çok hoş olabilir.
Ne zaman okuyacağız ve izleyeceğiz?
Kitabı sonbaharda çıkarmayı düşünüyorum. Şimdi onu yazmak için kabuğuma çekileceğim ve üç aylık bir süreçte de bitirmeyi düşünüyorum.
Sağlığı nasıl Mehmet Ali Birand’ın?
İyi, çok iyi görünüyor. Bence Mehmet Ali Birand, kanserle mücadele eden insanlar için çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Müthiş bir yaşam enerjisi ve azmi var. Bunlar da onu dik tutuyor, ayakta tutuyor. Ben o mücadeleyi önemsiyorum, meslek hayatının dışında çok önemli bir mücadele veriyor. Sadece hastalık anlamında değil, bu algıyla nasıl mücadele edeceği konusunda da örnek bir davranış sunuyor…
Üzerinizde de büyük emeği var. ‘32. Gün’ programında birlikte çalışmıştınız…
Evet, yedi sene birlikte çalıştık. Şu anda da, bir şey yapacağım zaman mutlaka ona danışırım.
19 Mayıs’taki stat yasağını nasıl yorumladınız?
O konuya stat yasağı olarak bakmadım. Bir takım bayramları askeri geçit mantığıyla kutlamak yerine onların sivilleşmesi gerektiğine inanıyorum ve bu anlamda hükümete katılıyorum. Bunun için hükümete teşekkür ettim ama yanlış anlaşıldı. Oysa ben bu teşekkürü, böyle bir yasağın insanların bayramlarına daha çok sahip çıkmasını sağladığı için etmiştim. Bayram elden gidiyor duygusuyla elimizde bayraklar sokakları doldurduk. Ne yazık ki bazı değerlerin kıymetini kaybetmeden anlamıyoruz. Orada önemli olan stat yasağı değil, çelenk koyma yasağıydı. Çünkü onun hiçbir anlamı yoktu. Bunun yasaklanması doğrudan kutlamaya bir müdahaleydi. Diğerinin anlaşılır bir tarafı var, kendilerince teorize etmişlerdi ama çelenk yasağına halen hiçbir anlam verilemedi. Hükümet bu tarz şeylerden pek hazzetmiyor, bu belli. Çünkü bu tarz şeylerin Atatürk’e bir tür övgü vesilesi olmasından rahatsızlık duyuyorlar. Yine de sonuçta bayramların sivilleşmesi ve halk tarafından sahiplenilmesi açısından önemli bir adım oldu.
Şırnak’ta sivillerin vurulmasıyla ilgili çıkışınızın ardından, medyanın sessizliğe gömülmesi sizi korkuttu mu?
Çok korkuttu. Ben tek kanal döneminde yetişmiş bir gazeteciyim ve o zamanlar TRT varken şöyle bir efsane dolaşırdı; “Yüzlerce kanal olacak ve müthiş bir özgürlük rüzgarı esecek”… Hatta Levent Kırca’nın skeçlerini hatırlıyorum. Askerler bir kanalı basıyor, birden bir başka kanal devreye giriyor, asker açılan kanalları bastıkça bir yenisi açılıyor. Hepimiz de buna inanıyorduk. Özgürlük dalgasıyla bin bir renk ve ses doğacaktı.
Ama geldiğimiz nokta çok farklı oldu, öyle mi?
Uludere örneği bize şunu gösterdi ki, tekrar tek kanala döndük. Kanal çok ama laf tek, aynı lafı söyleyen yüzlerce kanalımız oldu. Yani biz o bilgiyi alamadıktan sonra bu kadar kanala neden ihtiyaç vardı ki? Tek kanalla daha iyiydik, derli toplu oluyordu her şey. Bu daralmayı Uludere örneğinde çok daha iyi gördüm. O gün için yaşadığım ve gözümün önünden gitmeyecek bir sahne var. Bir televizyon kanalında konuktum ve karşımda bir sürü televizyon kanalı açıktı. Bu sahneyi hiç unutmayacağım ve yazacağım; Bütün Türk kanalları ve yabancı kanallar açıktı. Ancak sadece CNN İnternational’da Uludere haberi vardı. Bizimkiler böyle bir olay yokmuş gibiydi.
… Ve Can Dündar bu gördüğü manzaradan ürktü, korktu…
Böyle bir şey olabilir mi? Ülkende olmuş bir olayı sen CNN International’da görüyorsun. Çünkü hiçbirinde yok, hepsi de resmi açıklama bekliyor. Aslında o saat itibariyle Şırnak valisi bir açıklama yapmış ama onu vermek için Genelkurmayın ya da Başbakan’ın doğrulamasını bekliyorlar. Çok acıklı bir durum. Arada geçen o birkaç saat, bence Türk basınının verdiği en kötü sınavlardan biridir. O gün “İyi ki habercilik yapmıyorum” diye halime şükrettim.
Doğrusu öyle bir zamanlardayız ki, medyaya önemli rol düşüyor. Mesleğin onurunu mu savunacaklar, patronun çıkarını mı? Herkesin bir karar vermesi gerekiyor.
İktidara karşı sert eleştirileriniz oluyor. Mesela, “Bunlar muhalefetteyken ‘Adalet istiyoruz’ diye karşı çıktıkları her konuda çifte standart uygulamaktalar” demiştiniz. Üstelik partinin adını da ‘Adaletle Kandırma Partisi’ diye değiştirmiştiniz. Bu durumda, hakkınızda açılan dava, size gelen tehditler, istikbalinizle ilgili beklediğiniz felaketler var mı?
Bir nokta geliyor ve inceldiği yerden kopsun diyebiliyorsunuz. Bence öyle bir noktaydı ama son dönemde Başbakan’ın özellikle medyaya olan yaklaşımına bakınca, mesleği, hatta ülkeyi savunma durumuna geldiğimizi düşünüyorum. Başbakan’ın unutamadığım bir sözü var. Gazeteleri dükkana benzetti, biz yazarlar için “Bunları vitrine koymam, tek tek kulaklarından tutup atarım” demişti. Düşünün ki bunu, demokratik bir ülkenin başbakanı söylüyor. Bize dükkanda sakil bir şekilde duran vitrin mankeni muamelesi yapıyor. Böyle bir ortamda gazetecilik yapmaya çalışıyoruz. Toplumların böyle dönemleri olabilir. Medya sektöründe kalem oynatan, yöneticilik yapan ve sektöre sermayedar olarak giren insanların son derece dikkat etmeleri gerekiyor. Sonuçta Başbakan, Aydın Doğan örneği üzerinden “Sadakati ödüllendirir, muhalefeti cezalandırırım” şeklinde bir uyarıda bulundu. Böyle bir ortamda medya sektörüne giriyorsanız, bir şeyleri göze almanız gerekiyor.
Bahsettiklerim bugün için geçerlidir. 10 yıl sonra işler değiştiğinde, utanç duyacağımız bir şeyler yapmamamız gerekiyor. Hakikaten bence sınav günleri bunlar. 10 yıl sonra hepimizin sicili sizin burada yazdığınız gibi önümüze konulacak ve “10 yıl önce sen Uludere örneğinde şu yayını yapmıştın, şu gazeteyi bu hale sokmuştun, bu televizyondan böyle bir şey yaratmıştın” diye herkesin hesap vereceği bir dönem gelecek.
Bir de Mustafa Duyar olayı var. Afyon Cezaevi’nde öldürülmüştü. Kendisi Sabancı cinayetiyle ilgili sizinle konuşacaktı ve sizinle konuşamadı. Bu olay neydi, araştırdınız mı?
Bence o kapanmamış bir doysa ve çok yakında da açılacağını düşünüyorum. Adalet Bakanlığı o konuda inceleme yapıyor ve Mustafa Duyar’ın Afyon Cezaevi’nde öldürülmesinin bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Ben komplolara çok inanan biri değilim ama burada çok açık bir susturulma operasyonu var. Bir şeyler anlatmak istiyordu ve anlatacağı şeyler bana göre Sabancı cinayetini aydınlatabilecek kadar önemliydi. Tamda o günlerde susturulmuş olması, tesadüfle açıklanamayacak bir şey. Olayın perde arkasını aydınlatmanın çok da zor olmadığını düşünüyorum. Yetkililer belli, sorumlular belli. Cinayeti işleyenler neredeyse belli, sonuçta bir aydınlanma bekliyorum ve göreceksiniz bu da çok yakında olacak, gerçekler ortaya çıkacak.
Can Bey, Recep Tayyip Erdoğan belgeseli yapmayı düşündünüz mü hiç?
(Sohbetimizin tam bu noktasında, teypteki kasetimin süresi doluyor ve kapanıyor… Ben kaseti ters yüz ederken Can Dündar “Gördünüz mü Yüksel Bey, teyp bile böyle bir belgeseli yapmama karşı çıktı” diyerek gülüyor…)
Evet, şaka bir yana, yüzde yüz böyle bir belgesel yapılmalı ve çok da iyi olur. Ben böyle bir belgesel yapmayı çok isterim ama ülkemizde şöyle bir sıkıntı var. Bir belgesel ya o kişiyi övmek ya da yerden yere vurmak için yapılıyor. Övmek içinse o kişinin finanse ettiği bir iş yaparsınız, yermek içinse muhalifler destek verir. “Ben objektif bir iş yapacağım” dediğinizde de, ne bunu yapabilecek maddi imkanları ne de bunu yayınlayacak bir kanalı bulabilirsiniz.
Siz belgesellerinizi nasıl finans ediyorsunuz?
Deniz Gezmiş belgeseli, tamamen arkadaş dayanışmasıyla gerçekleşti. Kamera için ulaştırmadan bir arkadaşa rica ettim (gülüyor). Tanıdıklarıma yaptığım ricalar sonucunda tamamen imece usulüyle bir iş ortaya çıktı. Şimdi bu belgeselin DVD satışından gelecek gelirle de Mahir’in (Çayan) hikayesini anlatabilir miyiz diye düşünüyorum. Bence sadece Recep Bey’in (Tayyip Erdoğan) değil, Fetullah Gülen’in, Abdullah Öcalan’ın da belgeselleri yapılmalıydı. Şu anda Türkiye’de en çok tartışılan isimler bunlar ama haklarında yapılmış belgeseller yok. Çünkü insanlar, böyle bir belgesel yapılırsa, bunu o kişiden nemalanmak için yapıldığını düşünüyor. Ya da küfür etmek için… Ne yazık ki insanlar böyle bir belgeselin samimi olacağına inanmıyorlar. Böyle bir kıstırılmışlık içinde de samimi bir iş yapmak son derece güç bir hale geliyor. Düşünün ki “Pe… Ke… Ke” derseniz başka, “Pe… Ka… Ka” derseniz başka bir görüşe aitsiniz. Daha telaffuzundan başlayan bir sıkıntı çıkıyor ortaya.
Dilerim, yukarıda saydığınız isimlerle ilgili belgeseller yaparsınız…
Ben bir gün o noktaya geleceğimize yüzde yüz inanıyorum. TSK’nın ve PKK’nın elinde müthiş arşivler var. İyi bir belgeselcinin bu iki arşivi de damıtması ve tarafsız bir anlatım gütmesi gerekiyor. Bu, Ermeni soykırım iddiaları için de geçerli. Her iki taraf da kendi bakış açısıyla konuya yaklaşıyor, ama belli ki gerçek arada bir yerde. Bu yüzden iki tarafı da dinleyerek, iki arşivi de inceleyerek bir şeyler ortaya koymak güzel olur.
Sohbetimizin sonuna geldik. Yarınlar adına neler söylemek istersiniz. Konuştuklarımız ne yazık ki zaman zaman içimizi burktu, kararttı. Peki umut yok mu yüreğinizde demek istiyorum?
Umut elbette var. Ben hiç kötümser değilim, inanıyorum ki hiçbir toplum sonsuza dek kıstırılmış bir halde yaşamamış. Hiçbir medya, bu kadar baskı altında ilelebet kalmamış. Ve hiçbir iktidar da baskı yaparak ilelebet hüküm sürmemiş. En umutsuz anlarımda, tarih sayfalarına bakıp, onlardan ilham ve umut alırım. Dolayısıyla umutsuz olacak bir durum yok. Ama elbette mücadele etmemiz gerekiyor. Mühim olan mücadele verenlere yol açılmasıdır.
Can Bey, sorularımıza yürekten verdiğiniz cevaplarınız için şahsım ve Medyaradar okurları adına size teşekkür ediyorum. Yazılarınızı, belgesellerinizi, haberlerinizi izlemeye devam edeceğiz. Dilerim her zaman haklıdan ve gerçekten yana olursunuz…
YÜKSEL ŞENGÜL
Ankara’dan İstanbul’a gelen Can Dündar’ı Atatürk Havalimanı’nda karşıladık. Yolculuğun yorgunluğunu üzerinden atmasına fırsat vermeden de sohbetimizi gerçekleştirdik.
Öncelikle herkesin dilinde olan ‘Aşka Veda’ adlı kitabınızı tebrik ederiz. Ancak bilirsiniz, elini taşın altına koyanlar, yazanlar çizenler, toplum için çalışanlar, özellikle başarı yıldızı parlayanlar her zaman eleştirilir, hem de en sert şekilde. Kitabınız da çok eleştirildi. “Ne diye aşk konusunu seçti?” diyenler bile oldu. Sizi yaralayan ve sınırı aşan eleştiriler oldu mu?
Açıkçası beni yaralayan bir eleştiri olmadı. Zaten bu tam olarak bir roman da değil, şimdiye kadar yazdıklarımı derlediğim bir kitap oldu. İlk olarak şunu söyleyebilirim ki bu tür kitabı olan, televizyona çıkan, köşe yazısı yazan ya da sahnelerde yer alanların kaderidir bu. Kamuoyunun gözü önünde olan insanların alkışa olduğu kadar, eleştiriye de hazırlıklı ve tahammüllü olması gerekiyor. O yüzden bir işe girerken, haksız eleştiriler tabi ki insanı üzebilir. Ama bu konuda herkes beğenecek diye bir yaklaşım içinde olmadığım için bu süreçte çok yara almadım.
Belki de sizi çok hırpalıyorlar ama siz bunu belli etmiyorsunuz…
Doğru, sabırlıyım. Ama buna hırpalama değil de bir nevi kendimi kamçılamak diyelim. Ben eleştirileri pozitif olarak alıyorum. Sanırım bu şekilde tercüme edebiliriz (gülüyor).
“Ne diye aşk konusunu seçti?” diyenler oldu.
Onlar normal geliyor, çok şaşırmıyorum. Biraz tarihle ilgilenen herkes biliyor ki bu ülkede hak edenin dayak yemeden iş yapmasının gerçekten imkanı yok. Dolayısıyla böyle bir bilgiyle yola çıktığınızda hayat kolaylaşıyor.
Ahmet Hakan da köşesinde yazdı. Sizi klişeyi boyayıp satma ustası ilan etti. “En klişe konu, basmakalıp görüşler, ilk kez ifade ediliyormuş gibi yutturmuş” dedi. Köşenizden buna cevap verdiniz mi, verecek misiniz?
Ben ilke olarak bu tarz şeylere cevap vermiyorum. Daha doğrusu köşemi bu tarz polemiklere cevap vermek için kullanmıyorum. Böyle bir kararım var.
Ama onlar kullanıyor…
Bu herkesin kendi kararı, ben ilkelerime göre hareket ediyorum. Bize o köşeleri polemik yapmak için vermediklerini düşünüyorum. Yine de bu tarz polemiklerden hoşlanan insanlar çıkabilir. Ama bizim buna hakkımız olmadığını düşünüyorum. Bizim bu köşeleri kişisel husumetlerimiz, kıskançlıklarımız ve suçlamalarımız için kullanmamız çok yakışıksız kalıyor. Tabi ki kullananların kendi tercihleridir. Ben bunu yapmayı uygun bulmuyorum.
Ne güzel bir yaklaşım. Bu tarz bir yaklaşıma özellikle günümüzde basının çok ihtiyaç duyduğunu sanıyorum.
İnsanlar köşelerinden her türlü yazı yazabilirler. Temel olan bu yazıların içinde fikir barındırması. Bir fikrin olması.
“Siyasette ve yaşamda cesaretin yokluğunu nasıl özlüyorsak, aşktakini de öylesine özlüyoruz” demişsiniz. Peki, aşkın geleceği ne olacak, ümit var mı? Toplum olarak aşka bakışımızda neler değişti?
Kadın ve erkek, Türkiye’de asırlarca birbirinden uzakta tutuldu. İki cinsin karşı karşıya gelmesi ve birbirine açılabilmesi 150-200 yıllık bir olaydır. Yani daha yeni yeni birbirimizi tanıyoruz ve çok yoğun bir kısıtlama döneminden sonra aniden bir açılım gerçekleşti. Bütün o yıllar içinde birbirini göremeyen kadın ve erkek, aniden bütün bariyerler kalkınca birbirine kavuştu. Tarihsel açıdan baktığımızda, insanı ya da hayvanı bu kadar baskı altında tutar ve kafese koyarsanız, kısıtlamaları kaldırdığınızda bu defa inanılmaz bir zincirden boşalma hali yaşanır. Bence şu anda yaşanan biraz da bu, konuya iyimser bakmaya çalışıyorum, çünkü her zaman için umutvar şeklinde bakarım olaylara. Bunun geçici bir şey olduğunu düşünüyorum. Karşıt cinslerin birbirinden uzak tutulması ne kadar hastalıklı bir durumsa, aniden baraj kapaklarının kalkması hali de geçici bir durumdur. Görüntüde, özel hayatımızı sel bastı (gülüyoruz).
Aşka bakışınız nedir ve Can Dündar hayatında kaç kez aşık oldu?
Aslına bakarsanız kendimi bildiğimden beri aşkla yaşadığımı düşünüyorum. İşimi aşkla yaptım. Ödevlerimi, kompozisyonlarımı aşk sayesinde yazdım. Mektup yazmaktan, köşe yazısı yazmaya kadar her şeyi aşkla yaptım. Dolayısıyla aşk her zaman hayatımda var oldu. İnşallah bundan sonra da böyle olacak.
Siz aşık olduğunuzda nasıl değişiklikler yaşarsınız? İştahınız mı kesilir, içiniz mi daralır?
İyi yazarım (gülüyor).
O zaman Can Dündar her zaman aşık mı?
(Gülüyor). Bu büyük bir iltifat. Sağolun, teşekkür ederim. Ama aşkın bendeki tezahürü öyle, o yüzden de bence herkeste farklı bir değişim yaratıyor. Kimisinin iştahı kesilirken, kimininki artıyor. Kimisi eve kapanıyor, kimisi de eve girmek istemiyor. Bendeyse, bir çeşit üretim patlaması ortaya çıkıyor.
Kaleminizi canlandırıyor demek ki…
Bir anlamda öyle ve sevdiğim bir duygu…
Habertürk gazetesi sizinle ilgili olarak bir haber yapmıştı ve “Can, boğazdan gelir” diye bir başlık atmıştı. Bir genç hanımla sizi teknede görüntülemişlerdi. O dönem yaşadığınız bir aşk mıydı, kaçamak mıydı? Sizi izleyenler, yazılarınızı okuyanlar bunu merak etti. Nasıl bir cevap vermiştiniz, nasıl bir tepkiniz olmuştu?
İlk gün sitemli bir açıklama yapmıştım, ondan sonra bir daha bu konuda hiç konuşmadım. Beni bağışlarsanız, konuşmamaya da niyetliyim. Kendi kendime verdiğim bir söz var. Sadece o gün kendi sitemden bir açıklama yazdım ve ne olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu da ilk ve son açıklamam oldu. Bundan sonra bir daha bu konuda konuşmadım. Bunun sebebi de sevdiğim, saygı duyduğum insanları korumak amaçlı geliştirdiğim bir yaklaşımdır. Çok gizleyeceğim bir şey yok ama o gün yaptığım açıklama geçerliliğini koruyor.
Yani “O haberde yansıtıldığı gibi bir olay yaşanmadı” diyorsunuz, öyle mi?
Hayır, öyle bir şey de demiyorum. Yani o gün şunu söyledim; bu benim özel hayatımdır ve bununla ilgili hesabı da sevdiklerime veririm. Zaten bu konuyla ilgili hesabımı da vermem gerekenlere verdim. Açıklamam buydu ve onun ötesinde kendimi bu konuda açmayı çok doğru bulmuyorum.
Elbette, nasıl isterseniz Can Bey… Gelelim basınımızın, medyamızın durumuna. Sizden önce bu köşede yayınladığımız Rahmi Turan röportajında, kendisinin yaptığı bir tespit oldu. Rahmi Bey, “Basınımız Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar kötü durumda” dedi. Siz katılıyor musunuz kendisine?
Cumhuriyet tarihiyle kıyaslamak doğru olur mu bilmiyorum. Çünkü geçmişimizde tek partili bir dönem yaşadık ve o zamanlar basının soluk alamadığı anlar oldu. Bu anlamda belki fazla iddialı bir açıklama olabilir. Ama genel olarak, çok zor bir dönemden geçtiğimiz fikrine yüzde yüz katılıyorum.
Tek parti iktidarında herkesin aynı şeyi yazmak zorunda kaldığı bir dönem oldu. Günümüze bakınca Rahmi Bey’in (Turan) sonbaharda açacağı bir gazeteden bahsedebiliyoruz. Sonuçta onun farklı çizgide bir gazete çıkaracağını düşünecek olursak, böyle bir niteleme haksız olabilir. Çünkü böyle bir gazete çıkarılabilecek demek ki… İnşallah o kadar kötü bir ortamla hiç karşılaşmayız. Henüz basında topyekün teslim olma durumu yok ama çok ciddi emareler de var. Kötü bir dönemden geçtiğimiz kesin.
Biter mi bu dönem?
Elbette bitecek. Ama çok sancılı olacağı ve bize çok ağır yaralar aldıracağı da bir gerçek. İleride basın tarihi yazıldığında, Türk basını için kara bir leke, kara bir sayfa olarak anılacak bir dönemden geçiyoruz.
Pek çok arkadaşımızın işine son veriliyor, arkadaşlarımız yer değiştiriyor. Aslında basının içinde de büyük bir çalkantı var. Bu çalkantılar devam da ediyor. Bunlardan biri de Akif Beki’nin Milliyet’in başına geçeceği söylentileriydi ve gerçek oldu.
Medya sitelerini yakından izleyen herkes yazılıp çizilenleri gördü. İtiraf edeyim ki benim Akif Beki’yle kişisel bir sıkıntım yok. Aksine sohbetimiz ve muhabbetimiz vardır. Ancak yine de böyle bir şeyin olmasına çok ihtimal vermiyordum. Çünkü Milliyet muhalif çizgisiyle tanınan bir gazete ve o çizgide olması da gerekir…
“Milliyet, bundan sonra yandaş olur mu?” diye soranlar var…
O çizgide bir gazetenin başına bir dönem başbakanın yanında çalışmış birinin geleceğini tahmin etmiyordum.
Peki, şimdi ne olacak?
Erdoğan Demirören’in böyle bir şey olmayacağına dair bir açıklaması olmuş, söylenenleri yalanlamıştı. Ama şu andaki durum farklı bir gerçeği gösteriyor. Hep birlikte neler olacağını göreceğiz.
Erol Simavi de Hürriyet gazetesi Cağaloğlu’ndan taşındıktan sonra satılacağıyla ilgili çıkan haberlere “İnsan hürriyetini satar mı? Ben de Hürriyet’imi satmam” diye karşılık vermişti. Kısa süre sonra da satmıştı. Durum buna benziyor galiba.
Belki de insanlara açıklamalarını hatırlatmak zorundayız. Ama yapacak bir şey yok.
Akif Bey (Beki) geldi diye ayrılmayı düşünür müsünüz?
Türkiye’de muhalif çizgide yazı yazan gazeteciler için, seçeneklerin daraldığını kabul etmemiz gerekiyor. Bir de ne yazık ki bir gazetenin ya da televizyonun diğerinden çok az farkı kalmaya başladı.
Birbirine benzemeye mi başladılar diyorsunuz?
Evet, gazeteler benzeşmeye, tek bir çizgiye gelmeye başladı. Bu çok büyük bir tehlike. Bu tektipleşmeyle ilgili olarak, Başbakan’ın gazete patronları ve genel yayın yönetmenleriyle yaptığı toplantıda ciddi temellerin atıldığını düşünüyorum. Başbakan orada ne tür bir yayın yapılmasını istediğini dikte etti ve karşısında çok ciddi bir muhalefet görmedi. Tabi ki insanların karşısında bir Aydın Doğan örneği oldu. Gazetelerin başına neler gelebileceğini gösteren bir örnekti bu. Herkes yazısını yazarken iki kez, manşet atarken beş kez düşünmeye başladı. Bu da kaçınılmaz olarak birbirine benzeşen gazetelerin ortaya çıkmasına neden oldu. O yüzden de artık nerede yazdığınızdan ziyade, ne yazdığınızın önem taşımaya başladığını düşünüyorum.
Gazetenin adından çok içeriği öne çıkacak…
Aynen öyle, dikkat ederseniz okurlar, bir gazeteyi alıp okumak yerine internete girerek kendi yazarlarından oluşturdukları bir seçki hazırlıyor ve bunu takip ediyorlar. Şu ya da bu gazete diye düşünmüyorlar. Yazarlar üzerinden düşünülüyor, ki bu da yeni bir çağın habercisidir… Günümüzde ne yazdığınız önemli olurken, nerede yazdığınız giderek daha önemsiz olmaya başladı. Tabi ki bu yaklaşım gazeteler önemsiz anlamına gelmiyor. Mesela ben Milliyet’i çok beğeniyorum. Şu andaki gazeteler arasında en cesur yayıncılığı o yapıyor. Umarım buna yazık edilmez. Yine de özellikle son dönemlerde Milliyet öksüz kaldı, fırtınanın ortasında yalnız bırakıldı ve bir hayli hırpalandı. O yüzden Milliyet yazarları olarak şu sıralar bir toparlanma bekliyoruz.
Pek çok gazeteci “Gerekirse ben de Sözcü’de yazarım” diyor… Siz de bunu diyor musunuz?
Öyle bir şey demiyorum. Ben her yerde yazabileceğimizi ya da hiçbir yerde yazamayacağımızı düşünüyorum. Bu ne demek; artık yazı yazmak zorlaştı ve daha da zorlaşacak. Bu gidişle yazacak mecra bulamayacağız. Yer seçmek gibi bir lüksümüz olmayacak gibi görünüyor. Bütün kapıların kapanması tehlikesine hazır olmamız gerekiyor. Ben kişisel olarak buna hazırım. “Özgürlük medyası internet” deniliyor, inşallah bu iyimserlik gerçek olur. Ama kişisel olarak bu gidişatın, muhalif ses çıkarma, söz söyleme ve yazı çıkarma imkanları yönünden kötüye gittiğini düşünüyorum. Bu kıskacın giderek daha da daralacağını görmemek için saf olmak lazım.
NTV’deki ‘Canlı Gaste’ adlı programınız bitti mi, sona mı erdirildi? Gerçekten de çok güzel bir programdı…
Evet, gerçekten de çok seviyordum ‘Canlı Gaste’yi… Kanal yönetimi de çok beğeniyordu ve beni canlı ana habere taşıdılar. O aslında bir taltif olarak uygulamaya konuldu. Ama bana sorulsa, doğrusu ‘Canlı Gaste’yi tercih ederdim. Onlara da söyledim, “Keşke bu programa kıymasaydık” diye ama beni daha iyi bir yere getirdiklerini düşündüler. Aslında öyleydi de… Kanalın bütün ana haberini bana teslim ettiler ve ben de içim yanarak kabul ettim (gülüyoruz).
Bir açıklamanızda şöyle demişsiniz, “Yeni bir şey deneyen herkesin bu ülkede ağır bedel ödemeye hazır olması gerekiyor.” Can Dündar’ın bugüne kadar ödediği bedeller büyük mü oldu?
İçerde (hapiste) bu kadar gazeteci varken, benim bedel ödediğimi söylemem biraz şımarıklık olur. Elbette çok ağır bedel ödediğimi düşünmüyorum. Ağır saldırılar altında kaldım, işimden oldum, çok eleştirildim ama Türkiye gibi, canıyla bedel ödemiş ya da özgürlüklerinden mahrum kalmış gazetecilerin olduğu bir ülkede ağır bedelden söz etmem hakikaten yakışıksız olacak.
Ama siz de tehditler aldınız mutlaka. Belki zaman zaman can güvenliğiniz bile tehlikeye girmiştir.
Aslında yazı yazan herkes bence bir nebze tehdit altındadır. Hele ki kaleminizi biraz daha cesur oynatabiliyorsanız, tehdit işin bir parçası haline gelebilir. Bunu da göze almak lazım. Bu işe giren herkesin cesaretli olması lazım. Eskiden yetenek daha ön plandaydı, şimdi bu dönemde cesaret daha ön plana çıktı. Mesleğe girecek olanlara eskiden “Yeteneğiniz var mı?” diye sorardım, şimdi “Cesaretiniz var mı? Zor dönemde kalem oynatmaya, belki canına mal olacak konulara girmeye hazır mısın?’ diye soruyorum. Yetenek iyi kötü herkeste olmaya başladı ama cesaret giderek daha az insanda görülen bir özellik halini aldı.
Kendinizi her hangi bir saldırıya karşı yeterince koruyabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Öyle özel bir gayretim yok. Tarih bize gösteriyor ki ağır koruma altında yaşayan hiç kimsenin, şayet planlanan bir saldırı varsa, kurtulma gibi bir şansı olmadı.
“Yeter ki hedef olmayın” diyorsunuz…
Ama sonuçta yazdıklarınıza bakılınca hedef oluyorsunuz. Yazdığınız zaman hedefsiniz ve burada koruma önlemlerinin çok büyük caydırıcılık sağladığını düşünmüyorum. Korumayla birlikte yaşamak ayrı bir cendere. Emniyetin benimle ilgili çıkarmış olduğu bir koruma kararı var. Sağ olsunlar altı ayda bir onu yeniliyorlar, isterseniz koruma alabiliyorsunuz.
Siz neden koruma istemiyorsunuz?
Dediğim gibi, o da ayrı bir cendere. Hem başka bir insanın hayatını riske atmış olmanın verdiği psikolojik bir rahatsızlık da var.
Sizi koruyacak olan polisi mi düşünüyorsunuz?
Birincisi o, ikincisi de o polisle birlikte bir hayat sürmek bana göre değil. Hiç istemedim. Devletin verdiği bir imkan bu. Bir dönem tehditler çok yoğunlaşmıştı. O dönem emniyete çağırıp “Koruma vermek zorundayız” dediler. Sonrasında onu isteğe bağlı yaptık. Bir gün istersem eğer, sağ olsunlar gelip koruyacaklar.
Ama siz babasınız, aileniz, eşiniz var. Kendiniz ve sizi koruyacak polisin dışında onları da düşünmek zorundasınız…
Haklısınız, ama aileniz de bir noktadan sonra bu şekilde yaşamayı öğreniyor. Bu meslek de öyle bir meslek işte. Geçenlerde konuşma yapmak üzere bir iletişim fakültesine gittim. Hiçbir meslek grubu, üstatlarından ya da büyüklerinden bahsederken bizdeki kadar çok “Rahmetli” diye anmıyordur. Bir mimarın, mühendisin bu kelimeyi bizim kadar sık kullandığını düşünmüyorum. Biz ne yazık ki meslek büyüklerimizden “Vurulmuş insanlar” olarak ya da “Şu anda içerideler onlara selam gönderiyoruz” diye bahsediyoruz. Hangi meslek grubunda böyle bir şey var ki? Belki de o yüzden bu mesleği seçtiyseniz, bütün bunları göze alarak geliyorsunuz ve bunu eşinizin dostunuzun herkesin kabullenmesi gerekiyor.
Gazetecilik ve habercilik kimlikleriniz dışında belgesel ve filmler de çekiyorsunuz. Son olarak ‘Mustafa’ adlı filminizle de kimi ağır eleştirilere hedef oldunuz. Atatürk’ü alkolik ve korkak biri gibi gösterdiğiniz iddia edildi. Bu tarz eleştirileri bir yere not ediyor musunuz, bunları yazıyor musunuz?
Evet, yazıyorum. Bir not defterim var, oraya yazıyorum. Dahasını söyleyeyim, o anı defterini yayınlamayı düşünüyorum. ‘Mustafa’ filmi sırasında yaşadığım her şeyi baştan sona anlatmayı düşünüyorum. Neden bunu istiyorum, çünkü bu kişisel bir öykü olmaktan çıkıp, ulusal bir öykü haline geldi. Atatürk’e bakış açımız, onunla hesaplaşmamız, ona olan sevgimiz gibi başlıkları yeniden gözden geçirdik… Onu daha gerçekçi bir yere oturtmamız ve canlandırmamız gerektiği gibi konuları tartıştık… Bu yüzden de o süreç bana anlamlı geliyor.
Hakkınızda davalar da açıldı diye hatırlıyorum.
O süreçte konuyla ilgili 500 civarında makale yayınlandı. İnsanlarla bunları paylaşmak istiyorum. Gazetelerde yayınlanan makalelerde, inanılmaz bir tartışma oldu. Kimisi vahşi eleştiriler yöneltirken, kimisi de sağlıklı ve önemli tartışmalar yapabilmiş. İşin adli boyutunu, sokak boyutunu ve kendi başıma gelenleri, hakkımdaki iddianameyi ve yargılama sürecini de yazmak istiyorum.
Son olarak, ‘Delikanlım, İyi Bak Yıldızlara’ adlı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anlatan bir belgesel yaptınız. Gezmiş ve arkadaşlarının idamının 40. yılında yaptığınız bu belgesel nasıl tepkiler aldı?
Hayret edilecek bir şekilde kötü bir tepki almadım (gülüyor). Üstelik bu tarz tepkilere de hazırdım ve bekliyordum. Sonuçta belgesel kısa sürede hazırlandı ve bu yüzden içinde boşluklar olabilirdi. Ya da anlattığım konu hakkında eksik kalmış bir nokta tartışma yaratabilir diyordum ama işin sonunda çok iyi eleştiriler aldım. İlk gösterimi ODTÜ’de 150 kişilik bir gruba yaptım. Belgeseli izleyenlerin çoğu, Deniz Gezmiş’in arkadaşı ya da o hareketin önde gelen isimleriydi. Yani büyük bir sınava girer gibiydim o gün. Onlardan olumsuz bir eleştiri gelmedi.
Önemli bir sınav olmuş sizin için...
Evet, sonrasında da yaklaşık 20 bin kişiyle birlikte Ataşehir’deki Deniz Gezmiş Parkı’nda bu belgeseli izledim. Hayatımda ilk defa bir belgeselimi bu kadar geniş bir kitleyle izleme şansım oldu. Orada da izleyiciden iyi tepkiler aldım. Bu anlamda belki de bugüne kadar yaptığım çalışmalar içinde bu belgeselim en kazasız ve belasız atlattığım işlerimden biri oldu (gülüyoruz).
O zaman Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının belgeseli alkışlandığına göre, Rasim Ozan Kütahyalı’nın, “Sen de mi meczup oldun Can?” demesi sizin için pek bir şey ifade etmiyor, öyle mi?
Bunun kıymeti vardır elbette ama pek ciddiye almadım. Çünkü diğer eleştiriler benim için çok daha önemliydi. O hareketin önde gelen isimlerinin ne diyeceği ve ne düşüneceği çok daha önemliydi. Kütahyalı, zannediyorum benim televizyondaki bir konuşmamı tesadüfen görüp, çok dinlemeden bir şeyler yazmış. Tekrar dinlese yanıldığını anlayacaktır. Ayşenur Aslan’la yaptığım bir konuşmayı almış ve tamamen yanlış anlamış.
Deniz Gezmiş’in asıldığı gün ipin ucunda bir saate yakın can çekiştiği yazıldı, söylendi. Sizce bu özellikle yapılmış olabilir mi?
Çok tahmin etmiyorum. İnsanların ne kadar vahşileşebileceklerini artık biliyoruz ama o derece vahşileşeceklerine inanmak istemiyorum. Söylenen, darağacı ile urgan hazırlanırken Deniz’in uzun boyunun ve iri cüssesinin hesaba katılmadığı yönünde. Ama benim için önemli olan, 40 yıl sonra kamuoyunun onlar hakkında sadece merhamet değil aynı zamanda saygı duyan bir yaklaşım sergilemesi oldu. Kamuoyu onları unutmadı. Geçenlerde bir yerde bahsi geçti ve sonrasında bununla ilgili bir yazı da yazacağım. Geriye doğru baktığımızda o dönem doğan çocuklara kıyas kabul etmeyecek bir şekilde Deniz adı verilmiş. Evren adı veren neredeyse yok gibi. Hakikaten bunu araştırma imkanı veren bir site buldum ve durum gayet açık. Bu bile toplumun vefasını gösteren önemli bir örnek.
Siz Kenan Evren’in yargılanması gerektiğine inanıyor musunuz? Örnek bir dava ya da sonuç olması açısından mutlaka yargılanmalı mı?
Doğrusu ben genel bir bakış olarak darbelerin, özelde de Evren’in ve 12 Eylül’ün yargılanması gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonraki darbe heveslilerine gem vurabileceğine inanıyorum. Bir ikincisi, hiçbir suçun cezasız kalmayacağına dair bir kanı oluşturması açısından da önemli… Ancak bunun sembolik ve Evren’le sınırlı bir dava olması da bana biraz göz boyama duygusu veriyor.
En son Mehmet Ali Birand belgeseli hazırlığı içinde olduğunuzu duydum, doğru mu?
Mehmet Ali Birand’ın biyografisini yazıyorum. Onunla iki yaz önce Bodrum’da sohbet ederken yeni nesil gazeteci adaylarına meslekle ilgili tecrübelerini ve bilgilerini anlatacağı bir kitap yazması gerektiğini söyledim. O da “Bunu senin yazmanı çok isterim” dedi. Kendime bu işi yapmayı ustanın verdiği bir görev olarak kabul ettim ve çalışmalara başladım. Onunla aylar süren söyleşiler yaptık ama çıkacak kitap bir söyleşi kitabı değil, bu bilgilerden derlenmiş biyografik bir çalışma olacak. Ailesi, yakın dostları, çalışma arkadaşları, Aydın Doğan dahil patronlarıyla da görüştüm. Onlardan derlediğim bilgiler, izlenimler ve anılarla ortak bir kitap yapacağım. Elbette bir televizyoncu olarak röportajları kameraya da aldık. Oradan da bir belgesel çıkabilir ve çok hoş olabilir.
Ne zaman okuyacağız ve izleyeceğiz?
Kitabı sonbaharda çıkarmayı düşünüyorum. Şimdi onu yazmak için kabuğuma çekileceğim ve üç aylık bir süreçte de bitirmeyi düşünüyorum.
Sağlığı nasıl Mehmet Ali Birand’ın?
İyi, çok iyi görünüyor. Bence Mehmet Ali Birand, kanserle mücadele eden insanlar için çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Müthiş bir yaşam enerjisi ve azmi var. Bunlar da onu dik tutuyor, ayakta tutuyor. Ben o mücadeleyi önemsiyorum, meslek hayatının dışında çok önemli bir mücadele veriyor. Sadece hastalık anlamında değil, bu algıyla nasıl mücadele edeceği konusunda da örnek bir davranış sunuyor…
Üzerinizde de büyük emeği var. ‘32. Gün’ programında birlikte çalışmıştınız…
Evet, yedi sene birlikte çalıştık. Şu anda da, bir şey yapacağım zaman mutlaka ona danışırım.
19 Mayıs’taki stat yasağını nasıl yorumladınız?
O konuya stat yasağı olarak bakmadım. Bir takım bayramları askeri geçit mantığıyla kutlamak yerine onların sivilleşmesi gerektiğine inanıyorum ve bu anlamda hükümete katılıyorum. Bunun için hükümete teşekkür ettim ama yanlış anlaşıldı. Oysa ben bu teşekkürü, böyle bir yasağın insanların bayramlarına daha çok sahip çıkmasını sağladığı için etmiştim. Bayram elden gidiyor duygusuyla elimizde bayraklar sokakları doldurduk. Ne yazık ki bazı değerlerin kıymetini kaybetmeden anlamıyoruz. Orada önemli olan stat yasağı değil, çelenk koyma yasağıydı. Çünkü onun hiçbir anlamı yoktu. Bunun yasaklanması doğrudan kutlamaya bir müdahaleydi. Diğerinin anlaşılır bir tarafı var, kendilerince teorize etmişlerdi ama çelenk yasağına halen hiçbir anlam verilemedi. Hükümet bu tarz şeylerden pek hazzetmiyor, bu belli. Çünkü bu tarz şeylerin Atatürk’e bir tür övgü vesilesi olmasından rahatsızlık duyuyorlar. Yine de sonuçta bayramların sivilleşmesi ve halk tarafından sahiplenilmesi açısından önemli bir adım oldu.
Şırnak’ta sivillerin vurulmasıyla ilgili çıkışınızın ardından, medyanın sessizliğe gömülmesi sizi korkuttu mu?
Çok korkuttu. Ben tek kanal döneminde yetişmiş bir gazeteciyim ve o zamanlar TRT varken şöyle bir efsane dolaşırdı; “Yüzlerce kanal olacak ve müthiş bir özgürlük rüzgarı esecek”… Hatta Levent Kırca’nın skeçlerini hatırlıyorum. Askerler bir kanalı basıyor, birden bir başka kanal devreye giriyor, asker açılan kanalları bastıkça bir yenisi açılıyor. Hepimiz de buna inanıyorduk. Özgürlük dalgasıyla bin bir renk ve ses doğacaktı.
Ama geldiğimiz nokta çok farklı oldu, öyle mi?
Uludere örneği bize şunu gösterdi ki, tekrar tek kanala döndük. Kanal çok ama laf tek, aynı lafı söyleyen yüzlerce kanalımız oldu. Yani biz o bilgiyi alamadıktan sonra bu kadar kanala neden ihtiyaç vardı ki? Tek kanalla daha iyiydik, derli toplu oluyordu her şey. Bu daralmayı Uludere örneğinde çok daha iyi gördüm. O gün için yaşadığım ve gözümün önünden gitmeyecek bir sahne var. Bir televizyon kanalında konuktum ve karşımda bir sürü televizyon kanalı açıktı. Bu sahneyi hiç unutmayacağım ve yazacağım; Bütün Türk kanalları ve yabancı kanallar açıktı. Ancak sadece CNN İnternational’da Uludere haberi vardı. Bizimkiler böyle bir olay yokmuş gibiydi.
… Ve Can Dündar bu gördüğü manzaradan ürktü, korktu…
Böyle bir şey olabilir mi? Ülkende olmuş bir olayı sen CNN International’da görüyorsun. Çünkü hiçbirinde yok, hepsi de resmi açıklama bekliyor. Aslında o saat itibariyle Şırnak valisi bir açıklama yapmış ama onu vermek için Genelkurmayın ya da Başbakan’ın doğrulamasını bekliyorlar. Çok acıklı bir durum. Arada geçen o birkaç saat, bence Türk basınının verdiği en kötü sınavlardan biridir. O gün “İyi ki habercilik yapmıyorum” diye halime şükrettim.
Doğrusu öyle bir zamanlardayız ki, medyaya önemli rol düşüyor. Mesleğin onurunu mu savunacaklar, patronun çıkarını mı? Herkesin bir karar vermesi gerekiyor.
İktidara karşı sert eleştirileriniz oluyor. Mesela, “Bunlar muhalefetteyken ‘Adalet istiyoruz’ diye karşı çıktıkları her konuda çifte standart uygulamaktalar” demiştiniz. Üstelik partinin adını da ‘Adaletle Kandırma Partisi’ diye değiştirmiştiniz. Bu durumda, hakkınızda açılan dava, size gelen tehditler, istikbalinizle ilgili beklediğiniz felaketler var mı?
Bir nokta geliyor ve inceldiği yerden kopsun diyebiliyorsunuz. Bence öyle bir noktaydı ama son dönemde Başbakan’ın özellikle medyaya olan yaklaşımına bakınca, mesleği, hatta ülkeyi savunma durumuna geldiğimizi düşünüyorum. Başbakan’ın unutamadığım bir sözü var. Gazeteleri dükkana benzetti, biz yazarlar için “Bunları vitrine koymam, tek tek kulaklarından tutup atarım” demişti. Düşünün ki bunu, demokratik bir ülkenin başbakanı söylüyor. Bize dükkanda sakil bir şekilde duran vitrin mankeni muamelesi yapıyor. Böyle bir ortamda gazetecilik yapmaya çalışıyoruz. Toplumların böyle dönemleri olabilir. Medya sektöründe kalem oynatan, yöneticilik yapan ve sektöre sermayedar olarak giren insanların son derece dikkat etmeleri gerekiyor. Sonuçta Başbakan, Aydın Doğan örneği üzerinden “Sadakati ödüllendirir, muhalefeti cezalandırırım” şeklinde bir uyarıda bulundu. Böyle bir ortamda medya sektörüne giriyorsanız, bir şeyleri göze almanız gerekiyor.
Bahsettiklerim bugün için geçerlidir. 10 yıl sonra işler değiştiğinde, utanç duyacağımız bir şeyler yapmamamız gerekiyor. Hakikaten bence sınav günleri bunlar. 10 yıl sonra hepimizin sicili sizin burada yazdığınız gibi önümüze konulacak ve “10 yıl önce sen Uludere örneğinde şu yayını yapmıştın, şu gazeteyi bu hale sokmuştun, bu televizyondan böyle bir şey yaratmıştın” diye herkesin hesap vereceği bir dönem gelecek.
Bir de Mustafa Duyar olayı var. Afyon Cezaevi’nde öldürülmüştü. Kendisi Sabancı cinayetiyle ilgili sizinle konuşacaktı ve sizinle konuşamadı. Bu olay neydi, araştırdınız mı?
Bence o kapanmamış bir doysa ve çok yakında da açılacağını düşünüyorum. Adalet Bakanlığı o konuda inceleme yapıyor ve Mustafa Duyar’ın Afyon Cezaevi’nde öldürülmesinin bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Ben komplolara çok inanan biri değilim ama burada çok açık bir susturulma operasyonu var. Bir şeyler anlatmak istiyordu ve anlatacağı şeyler bana göre Sabancı cinayetini aydınlatabilecek kadar önemliydi. Tamda o günlerde susturulmuş olması, tesadüfle açıklanamayacak bir şey. Olayın perde arkasını aydınlatmanın çok da zor olmadığını düşünüyorum. Yetkililer belli, sorumlular belli. Cinayeti işleyenler neredeyse belli, sonuçta bir aydınlanma bekliyorum ve göreceksiniz bu da çok yakında olacak, gerçekler ortaya çıkacak.
Can Bey, Recep Tayyip Erdoğan belgeseli yapmayı düşündünüz mü hiç?
(Sohbetimizin tam bu noktasında, teypteki kasetimin süresi doluyor ve kapanıyor… Ben kaseti ters yüz ederken Can Dündar “Gördünüz mü Yüksel Bey, teyp bile böyle bir belgeseli yapmama karşı çıktı” diyerek gülüyor…)
Evet, şaka bir yana, yüzde yüz böyle bir belgesel yapılmalı ve çok da iyi olur. Ben böyle bir belgesel yapmayı çok isterim ama ülkemizde şöyle bir sıkıntı var. Bir belgesel ya o kişiyi övmek ya da yerden yere vurmak için yapılıyor. Övmek içinse o kişinin finanse ettiği bir iş yaparsınız, yermek içinse muhalifler destek verir. “Ben objektif bir iş yapacağım” dediğinizde de, ne bunu yapabilecek maddi imkanları ne de bunu yayınlayacak bir kanalı bulabilirsiniz.
Siz belgesellerinizi nasıl finans ediyorsunuz?
Deniz Gezmiş belgeseli, tamamen arkadaş dayanışmasıyla gerçekleşti. Kamera için ulaştırmadan bir arkadaşa rica ettim (gülüyor). Tanıdıklarıma yaptığım ricalar sonucunda tamamen imece usulüyle bir iş ortaya çıktı. Şimdi bu belgeselin DVD satışından gelecek gelirle de Mahir’in (Çayan) hikayesini anlatabilir miyiz diye düşünüyorum. Bence sadece Recep Bey’in (Tayyip Erdoğan) değil, Fetullah Gülen’in, Abdullah Öcalan’ın da belgeselleri yapılmalıydı. Şu anda Türkiye’de en çok tartışılan isimler bunlar ama haklarında yapılmış belgeseller yok. Çünkü insanlar, böyle bir belgesel yapılırsa, bunu o kişiden nemalanmak için yapıldığını düşünüyor. Ya da küfür etmek için… Ne yazık ki insanlar böyle bir belgeselin samimi olacağına inanmıyorlar. Böyle bir kıstırılmışlık içinde de samimi bir iş yapmak son derece güç bir hale geliyor. Düşünün ki “Pe… Ke… Ke” derseniz başka, “Pe… Ka… Ka” derseniz başka bir görüşe aitsiniz. Daha telaffuzundan başlayan bir sıkıntı çıkıyor ortaya.
Dilerim, yukarıda saydığınız isimlerle ilgili belgeseller yaparsınız…
Ben bir gün o noktaya geleceğimize yüzde yüz inanıyorum. TSK’nın ve PKK’nın elinde müthiş arşivler var. İyi bir belgeselcinin bu iki arşivi de damıtması ve tarafsız bir anlatım gütmesi gerekiyor. Bu, Ermeni soykırım iddiaları için de geçerli. Her iki taraf da kendi bakış açısıyla konuya yaklaşıyor, ama belli ki gerçek arada bir yerde. Bu yüzden iki tarafı da dinleyerek, iki arşivi de inceleyerek bir şeyler ortaya koymak güzel olur.
Sohbetimizin sonuna geldik. Yarınlar adına neler söylemek istersiniz. Konuştuklarımız ne yazık ki zaman zaman içimizi burktu, kararttı. Peki umut yok mu yüreğinizde demek istiyorum?
Umut elbette var. Ben hiç kötümser değilim, inanıyorum ki hiçbir toplum sonsuza dek kıstırılmış bir halde yaşamamış. Hiçbir medya, bu kadar baskı altında ilelebet kalmamış. Ve hiçbir iktidar da baskı yaparak ilelebet hüküm sürmemiş. En umutsuz anlarımda, tarih sayfalarına bakıp, onlardan ilham ve umut alırım. Dolayısıyla umutsuz olacak bir durum yok. Ama elbette mücadele etmemiz gerekiyor. Mühim olan mücadele verenlere yol açılmasıdır.
Can Bey, sorularımıza yürekten verdiğiniz cevaplarınız için şahsım ve Medyaradar okurları adına size teşekkür ediyorum. Yazılarınızı, belgesellerinizi, haberlerinizi izlemeye devam edeceğiz. Dilerim her zaman haklıdan ve gerçekten yana olursunuz…
Yabancının Türkiye’ye İlgisi Arttı, | İstanbul’un Finans Merkezi Olabilmesi İçin Yasa Çıktı |
İşte Yeni İstanbul | Kentsel Dönüşüme Vergi Ayarı |
Glow 3 Çekmeköy’de 223 Bin Lira! | Bankalar 2b’den Pay Alma Telaşında |
Dumankaya Lobi Çarşı’da 119 Bin Liraya! | Atlantis City’de 285 Bin Lira’ya 3+1 |
Bahçe’n Eryaman’da 60 Ay 0.97 Faiz | Crown Tower’da Son 40 Daire, 40 Ay 0 Faiz |
Riskli Evler İfşa Edilecek | Next Level’da 3.3 Milyon TL’ye Penthouse! |
Cami Yaptırana Vergi İndirimi | Newista Life 30 Aya 0 Faiz Uyguluyor |
TOKİ’den Proton Hızlandırıcı Tesisi | Aris Park Residence’da 999 TL Taksitle! |
İnşaat Süreci İnternetten Canlı İzlenebilecek | Japonya’dan Örnek Alınacak |
Marmara Evleri 3’de 1.2 Milyon TL’ye Dükkan! | Türk Şirketler Azerbaycan’ın Yeni Yüzünü İnşaa Ediyor |
Antep’te Kentsel Dönüşüm Çalışmaları | Japonya’dan Örnek Alınacak |
Etiler’den Altunizade’ye Teleferik Projesi | Tapu Dairesine Gitmeden Ödemenizin Yapın ! |
Exen İstanbul’da 84 Ay Vade! 3 Haziran Son Gün | 2 B Öncesi Rekor Satış |
Arista Bomonti’de Ofisler 6 Bin 375 Dolara! | Park Avenue’den Bina Aldı ABD’de Otelleri 3’lüyor |
Şehrizar’a Çevreci Çatı | Rings İstanbul’da 2+1 Daire 425 Bin Tl’ye! |
Keten İnşaat Nişantaşı’na Hayat Veriyor! | Sultan Konakları’nda 2+1daire 178 Bin Lira! |
Libya’da Türk Şirketlerinin Varlıklarına El Konuldu | Metropol İstanbul’da Formula 1heyecanı |
268 Rakımlı Tepede Tüm İstanbul Görecek | 216 Butik Çekmeköy’de 158 Binliraya! |