''MİLLİYET DEĞİL HÜRRİYET BENDEN KURTULMAK İSTEMİŞTİ!'' UMUR TALU AHMET TULGAR'A KONUŞTU!

Gazete Habertürk köşe yazarı Umur Talu Türkiye medyasının en sıradışı isimlerinden ve yüz aklarından. Talu uzunca bir dönem beraber çalıştığı Ahmet Tulgar'a çarpıcı açıklamalar yaptı. İşte o röportaj...

"Milliyet değil Hürriyet benden kurtulmak istemişti"

"Karşımdaki bana vurmadı, patronunu suçladı"

"Çok okunayım çabası içinde değilim"

Bence Umur Talu Türkiye medyasının en sıradışı isimlerinden. Ama o herhalde medyanın kendi deyimi ile bu kadar ’yamulmamış’ olmasını, böylece kendisinin de iyi ama sıradan bir gazeteci olmasını tercih ederdi. Ama değil. Medya aynı medya yani.
Umur Talu ile uzunca bir dönem beraber çalıştık. Tanışacaklara tavsiyem: İlk izlenim yanıltmasın, bir gün onun haşarı yatılı okul çocuğu yüzünü ya da sol isyankar tavrını gördüğünüzde şaşırırsınız.
Umur Talu bu mesleğin yüz aklarındandır. Yeri geldiğinde bedelini öder ama bu mesleğin haysiyetini korumaktan geri durmaz.
Neyse övgüye son verelim burada. Yazıları ortada zaten. Meslek örgütlerinde yaptıkları da iyi kötü uygulanıyor kimilerince çalıştıkları yerlerde, alanlarda.
Evet, evet, Umur Talu, bir medya sitesindeki, Medyaradar’daki söyleşilerimin ilki olarak iyi bir seçimdi.



- Umur Abi, sen gazeteciliğin meslek etik ve ilkelerini her zaman gündemde tutan bir gazeteci oldun ama sanki son dönemde bu konuya daha sık dikkat çekiyorsun. Bunun nedeni gazetecilik alanında siyasi iktidar ve muhalefete endeksli olarak bir kamplaşma oluşmuş olması mı, gazeteciliğin şu dönemde her zamankinden hassas bir işlev edinmiş olması mı, yoksa giderek sende oluşan bir frustrasyon, bir umut kesme durumu mu?

Bence yamulma. Artık gazetecilikte olanı kamplaşma ya da herhangi bir dejenerasyon olarak tanımlayamayız. Bu bir yamulma. Bence her zaman önemli etik, ahlaki sorunların olduğu gazetecilik mesleği hiç bu kadar yamulmamıştı. Hiç bu kadar yamuk gazeteci olmamıştı meslekte.

- Sana bakanlar sanki hep sakin, biraz sinik, biraz sarkastik, sanki biraz içine kapalı, söyleyeceklerini yazılarında söyleyen birini görüyor. Ben seni yakından tanıdığım, seninle çalıştığım için bunun karakter özelliğin, tarzın olduğunu biliyorum. Ama tanımayanlar tam da gazetecilikteki bu sorunlar nedeniyle böyle içe kapalı olduğunu, hatta hevesini yitirmiş biri olduğunu, memnuniyetsiz olduğunu düşünebilir. Ne dersin?

Hayır. Aslında öyle görünsem de ben neşeli biriyimdir. Yazı işleri toplantılarında, muhabbetlerimizde öyle değil miydim? Evet, ilk bakışta böyle düşünenler olabilir. Mesleğimi de bu kadar süredir yaptığıma göre seviyorum. Ve değişeceği, iyiye gideceği konusunda umutluyum. Ben yatılı okulda okudum hep. Eğlenmeyi bilirim.

- Gazetecilikte bir ’hayat adamı’ tavrı muteberdir ya. İşte, çok gezen, sosyal ortamlarda çok görünen. Biraz belki Çetin Emeç ile yerleşen bir tavır. Hıncal Uluç’un gevrek kahkahalarında yansıyan.

Ben de bir hayat adamıyım. Ama belki onlar gibi tam tersine içe kapalı ortamlarda olmuyorum pek. Dışa kapalı ortamlarda yani. Ben sokaktayım. Halk ile iç içeyim. Belki de daha çok halkın içinde olduğum için böyleyim. Belki televizyonlara çıkmadığım için. Düşüncelerimi yazılarımda ortaya koyuyorum. Benim sosyal ortamım farklı herhalde.



- Pek öyle siyasetçi-gazeteci buluşmalarına da katılmıyorsun, değil mi?

Hayır. Hoşlanmıyorum bundan. Gazetecilerin iktidar sahipleri ile, iş çevreleriyle böyle ilişkiler içinde olmasından hoşlanmıyorum. Milliyet Gazetesi’nde yöneticilik yaptığımda, önce ekonomi şefliği, yazı işleri müdürlüğü, sonra yayın yönetmenliği yaptığım dönemlerde de ben böyleydim. Aydın Bey (Doğan) bundan ne kadar hoşlanıyordu, bilemem. Herhalde bu bir gazeteyi, o gazetenin patronunu zorlayan bir durumdur. Ama Aydın Bey bana bu konuda herhangi bir taleple gelmedi. Gelemeyeceğini biliyordu. İş çevreleri, siyasetçiler de bunun farkındaydı.

- Diğer taraftan ama, tam da bu, gazetenin bağımsızlığını sağlayan, belki tam da bu yüzden haberciliğini güçlendiren bir şey olmuştur. Milliyet senin yöneticilik dönemlerinde çok önemli haberlere imza attı.

Evet, çok önemli haberler yaptık. İktidarın yolsuzluklarına ilişkin çok önemli haberler bizde çıktı o dönemde. Ama böylesi bir tavır aslında Türkiye’de haberciliğe katkı yapan bir şey değil. Katkısı sınırlı. Çünkü Türkiye’de aslında haber gazetenin bağımsızlığına bakılarak değil, haber kaynağına yakınlığı ya da uzaklığına göre geliyor bir gazeteye.

- Ertuğrul Özkök genel yayın yönetmenliğini bıraktıktan sonra bir televizyon programında özellikle ekonomi sayfalarında olumsuz haberlere yer vermediklerini, ekonominin etkilenmemesi için belli haberleri sansür ettiklerini söyledi. Bunun için iktidardan bir teşekkür bekler gibiydi. Buna ne dersin?

Sırf o değil ki. Bu bile yanlış da, yani ne adına ekonomi zarar görecek? Tamam kendi anladığı ölçüde olsun. Ben de sistemi felç etmek istemem. Ama bu değil ki. Çıkarlarımız zarar görmesin diye konmayan haberler var. Ya da şöyle değil de böyle konulan haberler var. Ya da şantaj niyetiyle konulan haberler var. Veyahut manipülasyon niyetiyle. Yani bana sırf öyle ’ulvi nedenlerle biz haberle oynuyorduk’ anlayışı sakat geliyor. Ulvi bir şey için oynamıyorlar, ulvi bir şey için oynamak da geçerli bir neden değil. Yani neye göre ulvi? Mesela 2001 krizine giderken dünyanın en adi ekonomi haberleri sansürleri yapıldı. Sadece sansür değil, manipülasyonla geçirdi Hürriyet, Sabah, Milliyet. Ha, ne oldu peki? 2001 krizini engellediler mi? Tam tersine insanların zaten varolan, reel bir krize bilgisiz, hazırlıksız ve şok halinde yakalanmasına sebep oldular. Aldattılar ve çukura attılar insanları. Yani bu ihanet. Bunun ekonomiyle alakası yok. Yamandığınız bir iktidarı desteklemekle ilgisi var.

- Peki, son tahlilde gazeteci, demin ’sistemi felç etmek’ dedin, nerede durmalı, elinde doğru bir haber olduğunda?

Bence kamu yararına doğru bir haberde, kamu yararına haber kanaati oluşmuşsa, haberin yanında durmalı. Burada kimin zarar göreceği, yani bazen oralarda özel hayatın gizliliği çizgisi nerede başlayıp bitiyor, saptamak zor olur. "Türkiye’nin ihracatı zarar görecek." Yani siz domatesin hormonlu olduğunu buluyorsunuz ama Türkiye’nin ihracatı zarar görür diye yayımlamayacaksınız. Domatesin hormonlu olduğu birinci haberdir. İhracat zarar gördüğünde de bu ikinci haberdir. Yani burada gazetecinin duracağı yer belli. Gazeteci ihracat şirketinin basın müşaviri değil, bakanlık müsteşarı değil, hazinede çalışmıyor. Yapacağı iş bir haberin reelliğidir. Ama bazı durumlar olur ki, bir hastalıkla ilgili bir durum, salgınla ilgili bir durum, buralarda daha farklı muhasebeler yapılır. Yani orada da haberin verilmesindeki kamu yararı ile haberin o şekilde verilmesindeki kamu zararının muhasebesini yaparsınız. Ama her muhasebe gibi bu da sübjektiftir. O konuda da farklı düşünebiliriz en iyi niyetlerimizle bile.

- Milliyet Gazetesi ile Umur Talu adı çok özdeşleşmişti aslında. Ayrılmak zor olmadı mı?

Oldu tabii. Şöyle. Benim başladığım gazete değil Milliyet. Ama geldikten sonra ekonomi şefliği, yazı işleri müdürlüğü yaptım. Gittim. Hürriyet’te Erol Simavi’nin genel yayın yönetmenliği teklifini hiç kimseye söylemeden kulak ardı edip yine Milliyet’e, yine yazı işleri müdürü olarak döndüm. Genel yayın yönetmeni oldum. Bıraktım. Böyle böyle 16 yıl geçti. Hala severim Milliyet’i. O gruptaki onca eleştirime rağmen Milliyet’i kayırmaya bile çalışırım isim olarak. Zaten kovulduktan sonra da okurlara dağıttığım bir korsan yazı vardı, gazetede çıkmayan, söylediğim gibi duvarlardan kendimi kazıdım. Hiç bitmeyecek sanıyordum, üç duvarı kitapla doldurmuştum. Görmüşsündür sen o odayı.

- Milliyet’in senden kurtulmak istemesi biraz Milliyet’i Hürriyet adına teslim almak gibiydi. Öyle mi?

O zaman Milliyet’ten çok Hürriyet benden kurtulmak için çalışıyordu. O dönemle ilgili rivayet de muhtelif. İlk atılacaklar listesinde ben yoktum. İlk atılacaklar ile ilgili bir şeyler demeye hazırlanıyordum. Gidecekler ve vefasızlık edilecekti. Ne yaparım diye düşünüyordum bu adamlar yarın kovulduğunda. Onların kovulacağını tahmin ettiğim gün ama eylem olmamıştı, mahkemede olacağım için yazıyı yazmıştım ve o yazı çıktı, o yazı sonra benim kendim için yazdığım yazı zannedildi. Oysa ben onlar için yazmıştım. Türkiye’de başarının kriteri, neyin başarısızlık olduğu falan, ama orada sıkıntılı bir durum söz konusu, kitapçığın fırlatıldığı gün CNN Türk’te Yavuz Baydar beni yine korsan biçimde canlı yayına çıkardı, çünkü o sıradaki programlanma şöyleydi, Hüsamettin Özkan’ın istediği üzere, Mesut Yılmaz’ın istediği üzere Sezer’e çatılacak, hükümet kollanacak. Sabah ve Doğan Grubu’nda, zaten o zaman Sabah’ın süngüsü düşüktü, politika buydu, hatta NTV bile böyle yayınlar yapmıştı, ben canlı yayında medyanın sabahtan beri yalan söylediğini söyleyince, bence listeye birinci sıradan girdim, kovulacaklar listesine. Ya, o çok önemli değil, kovulursunuz, orada hazmedemediğim kendi kovulmam değil de, Turan Selçuk, Bedri Koraman ve Zeynep Oral’dır herhalde. Hatta simgesel olarak, sonra döndü ama Doğan Heper’in kovulmasıdır. Yani bu insanların gidişi kovulmayla olmaz Milliyet’ten. Benimki olur. Çünkü ben mücadele ediyordum, isyan ediyordum, RTÜK yasasına. Yani o grubun patronunun istediği bir şeye karşı gazetede, Medyakronik’te yazılar yazıyordum. Cemiyet’te, yönetimde mücadele ediyordum. Cumhurbaşkanı’nın vetosunu etkilediğim zannediliyordu ki aslında öyle bir şeyim yoktu. O dört insanı kovan müessese, yani emekli ederek, onurlandırarak, taçlandırarak gönderebilirsin bir gün, ama kovarak gönderen bir müessese kendi ruhunu kovmuştur. Oranın ruhu benden çok onlardır. Bu bir gazetenin hatırasını kovmaktır. Tabii ki dışarıdan gelen bir insan için o gazetenin bir hatırası yoktur. Ben dışarıdan geldiğimde Milliyet’e 26, 25 yaşında filandım sanıyorum. Tabii, dışarıdan epey bir şey yaparak gelmiştim ama gençtim, oraya ait oldum. Ama 40’lı yaşlarında, 50’li yaşlarında gelip de, hani her şeyi eraser yok ederek, bir şey yapmaya çalışanlar için farklı. Hele Milliyet’in Hürriyet’i satın almış olmasının kompleksini duyanlar açısından bambaşka bir şey. Milliyet’in hatırası, hafızası ya da ruhu diye bir şeyi niye dert etsin Ertuğrul Özkök ya da Mehmet Yılmaz, yani onları da suçlamıyorum. Benim anormal karşıladığım şu, Aydın Doğan’ın da yüzüne karşı söylediğim bir şey, buna güldüydü mesela, kovulmadan epeyce önce söylemiştim, dedim ki, "şöyle bir manzara var" dedim, yönetimde değildim artık, sadece yazı yazıyordum, "Fatih Bizansı fethediyor, öyle ya da böyle fethediyor, Osmanlı İmparatoru Konstantin oluyor." Tamam mı? Milliyet, Hürriyet’i satın alıyor, ama Hürriyet’in başındaki adam patrondan sonraki adam. Buna kendi de güldüydü. Yamuk olan buydu yani. Çünkü daha da vahim bir noktaya geldik. Milliyet’in haber merkezinin Hürriyet’ten yönetilmesi. Bu bizlerin kovulmasından da vahim bir sömürgeleştirme.



- Son dönemlerde o sırada Hürriyet, Milliyet’in içinde olanlardan da haberdar oluyordu, değil mi?

Meraklıydılar herhalde meraklıydılar.

- Sen o son geceyi hiç konuşmadın. Yani Yalçın Doğan ile görevden alındığınız günden önceki geceyi?

Hangisi o gece?

- Hani şurada başlayıp (Söyleşiyi Taksim Meydanı’na yakın bir kafede yapıyoruz.) büfelerin önünde süren.

Hayır. Daha aşağıda başladı. Beraberdik, evet.

- Evet. Yazı işleri müdürleri sonra. Ekonomi müdürü. Muhabbet aşağıda başlamıştı. Sonra böyle yukarı doğru geldik.

Evet. Motorlar ile filan. Ama o kovulduğumuz gün değildi. Yalçın Doğan’ın genel yayın yönetmenliğinden alındığı gündü. Murat Demirel-Nail Keçeli fotoğrafının konulup Yalçın’ın da çıkartılma baskılarına direndiği gündü ve Milliyet yazı işlerinin iki gün önce Rauf Tamer haberi atıldığında yaşadığı ezik ruh halinden mutlu bir şekilde sıyrıldığı gündü.

- Hepimiz fotoğrafın yayımlanmasına destek vermiş, sonra grup halinde bunu kutlamaya Beyoğlu’na gelmiştik. Müthiş bir geceydi. O gece sen de bir yatılı okul çocuğu gibiydin dediğin gibi.

Biraz ayıp etmiştim aslında. Karşıma da bunun ayıp olduğunu bana söyleyecek biri çıkmadı. Bir insanı, sabahı 3’ü müydü?

- Üç civarı.

Bir insanı gece 3’te arayıp taciz ediyorsunuz, benim yaptığım ayıp bir şeydi, Özkök’ü o saatte arıyorum habire ve karşımdaki adam bana diklenmiyor, "ne yapayım şekerim, ben de bu patronun ne yaptığını anlayamıyorum" diyor. Tamam mı? Ben orada çöktüm yani, ikinci defa çöktüm. Çünkü benim beklediğim karşımda da bana "sabahın köründe beni niye rahatsız ediyorsun" diye bir tavır bekliyordum. Çünkü benim yaptığım ayıptı, rahatsızlık verici bir şeydi. Ama işte biraz gerilimle, biraz içkiyle haddini aşmış bir şeydi ama karşıda had yoktu. Karşımdaki bana vurmadı, patronunu suçladı. Garip bir şey, ben bunu bugün bile anlamış değilim, bu nasıl bir karakter olabiliyor. Yani bilmiyorum.

- Ama işte kovuluyorsun, bırakıyorsun. Gazetelerden gazetelere gidiyorsun. Yine de bir kurum olarak bir Umur Talu medyada hala işte.

Çok emin değilim. Ben mesela üniversiteye gidiyorum. Çocukların yarısı tanımıyor. Hayatında bir kere bile okumamış. Onlara "kimi tanıyorsun?" diye sorduğumda televizyonda gördüklerini sayıyorlar. Bir soru sordu bir çocuk, ama çok da düzgün bir çocuk, ortalamanın üstünde okuduklarıyla filan, "Sizi hiç tanımıyorum" dedi, "buraya geleceksiniz diye biraz hayatınızı okudum" dedi, oradan çıkardığı özet "eğilip bükülmemişsiniz" gibi bir şey oldu, sonra yazmış ekşi sözlüğe, çünkü "bu ekşi sözlük yazarı" dediler. Yazdığı şey, eğer çıkardığı sonuç oysa beni mutlu eder. O bugüne kadar beni hiç tanımamıştı, yani benim de böyle bir derdim yok, onun da kabahati yok. Ben çok okunayım, doğru mu değil mi bilmiyorum, televizyona çıkayım, sansasyon yaratayım, kısa yazayım gibi bir çaba içinde değilim.

- Diğer taraftan monoblokmuş, yekpareymiş gibi görünen kurumların içindeki çelişkileri de sen yazdın. Mesela şu astsubaylar meselesi.

Evet, enteresan. Türkiye’de sahiden, ben beş yıldır yazıyorum bunu bu şekilde ve çok şaşırıyorum, Türkiye’de "ben cumhuriyetçiyim" diyen bir adamın buraya bakıp cumhuriyetçiliği bir daha düşünmesi lazım, hadi onlar orduyu çok seviyorlar, içinde insanların acı çekmediğini sanıyorlar ama demokratları da anlamıyorum mesela, burada sadece ordunun sistem içindeki konumundan ötürü bir demokrasi sorunu yok, insanın ordu içindeki pozisyonundan ötürü de bir demokrasi sorunu söz konusu. Onlar da hiç bakmıyorlar oraya. Tarif edilen cumhuriyetle ilgisi yok bunun. Ama bunun şundan da farkı yok, modern işyerlerinde köle gibi çalıştırılan, şık şık, öğleyin ellerinde yemek fişleriyle iyi bir yerde yemek yemeye çalışan ama tamamen insanlıktan çıkarılmaya dönük muamele yapılan, işte servis araçlarına tıkılan, en güzel yılları böyle hedef manyağı, birbirlerini ezme güdüleriyle tarumar edilmiş bir sürü genç, tersane işçileri başka türlü. Madencinin birinin başörtülü yakını bağırıyordu geçen hafta, "köle gibi çalıştırdılar" diye. Bu terimleri niye böyle kullanıyor insanlar? Bu bence bugün Türkiye’deki en önemli sorun. Ben soldan biriyim. Ve soldan biri olarak bir astsubayın, bir uzman çavuşun kendi durumuna kendisinin baktığı gibi bakmıyorum. Zaten onlarla Türkiye’nin her durumuna da aynı bakmıyorum. Bazıları milliyetçi. Ama onların durumuna benim bakışımı onlar anladı. Birçoğu anladı en azından. Yani şunu anladılar: Bunun sadece kendi sorunları olmadığını, tersane işçisinin de, banka çalışanının, özel güvenlikçinin, belki polisin, TEKEL işçisinin, aradaki ortaklıkları görmeye başladılar. Ben de ne yapabilirim? Bu kötü bir şey değil gibi geliyor bana, vicdani açıdan önemli geliyor. Bir de medya eleştirisi nedir? Aynı zamanda kendimize dair bir özeleştiridir. Orduda ciddi bir özeleştiri başladığının, bunları eleştiren subayların da olduğunun farkındayım. Ciddi bir gazetecilik gibi geldi bana, dünyada da örneği olmayan bir şey. Çünkü dünyada hiçbir gazetecinin elinde binlerce asker tanıklığı yoktur herhalde. Bir tek bana nasip oldu.

- Sonra örgütlendiler, değil mi? Eylemler yaptılar.

Evet, bir sürü eylem yaptılar. Bazıları sonuç veriyor, bazıları vermiyor ama bir şey oldu yani. Bu geldi Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi sorununa bağlandı. Oraya bağlandı. Bu ayrıca iktidar olanların güçsüzler üstünde nasıl ittifak yapabildiklerini kanıtlıyor. Bazen Meclis’te, bazen büyük medyanın bu kadar ordu pohpohlarken bu alttaki insanlara hiç değer vermeyişinde. Ordunun demokratikleşmesinde, ordunun içinde demokrasi kültürünün gelişmesinde ciddi bir rolü olduğunu düşünüyorum.



- Pro-kontra Ergenekon kamplaşmasını nasıl değerlendiriyorsun medyadaki?

İki uçta da şu iki tip insan olacaktır. Hukuk orduda suç olduğunu kanıtlasa bile bu suçu savunabilecek insanlar a, b, buna inanmayacaklar. İki, hukuk ordunun suçsuz olduğunu kanıtlasa bile bunun suç olduğuna inanacak ve bunu söyleyecek insanlar. Bu arada gri bir alan var, bireysel hak ihlalleri, ondan sonra yalan bir suçlamayla birçok insanın canının yakılabilecek olması. Ama bunlar bu ülkede ilk kez olan şeyler değil. Türkiye’nin cumhuriyetçileri bunu bugün keşfediyorlar. Ergenekon davası adı terör olup, bu kadar çarpıcı olup, içinde işkence geçmeyen tek dava tarihteki. Yani daha bir işkence şikayeti olmadı bu kadar keskin bir çatışma olmasına rağmen. Oysa bu ülkede yıllardır adı terör olan her dava işkence ile beraber yürüdü. Bir kere böyle bir terakki var. İkincisi buna rağmen şunu da biliyoruz yani, affedersin, bu ülkede darbe, bu ülkede pusu, bu ülkede derin devlet, bu ülkede gladio, kontrgerilla faaliyeti hiç olmadı mı? Şimdi bu eldeki belgeler hukukla ilgili. Hukuk dediğimizde de gelip memleketin hukukuna çarpıyoruz. O da iktidarın hukuku ile derin devletin artık ya da rejimin hukuku söz konusu. Çok ilginç tabii. Şimdi Danıştay meselesi. İlk şey zannedildi, şimdi "hayır öyle olmadı, böyle oldu" diye iddianame ile başka bir iddia gündemde, tamam kimi yetkililer duygusal olabilirler bir arkadaşlarını anarken, ama öyle ya da böyle delillerle yürüyen, kendine göre delillerle yürüyen bir sürece ilişkin, tamam yorum yapabilirsin de, ama nasıl ters yönde bir açıklama yaparsın?

- Sol’un tavrını nasıl değerlendiriyorsun bu süreçte? Hem bu davaya ilişkin hem Ak Parti’nin uygulamalarına ilişkin?

Sol’un bir kısmında hem yürüyüp hem çiklet çiğneyememe durumu söz konusu. Yani iktidardan hoşlanmamakla, yapılan bazı iyi şeyleri ıskalamak. Yani, şimdi ABD ve İsrail, İran’ı bombalamasın kampanyası yürütüyorsun ve bu iktidar da Brezilya ile birlikte, yani o aşık olunan Lula ile birlikte bir inisiyatifle bir şey yapıyor, ben yapsam farklı yaparım, sen yapsan farklı yaparsın ama bir şey yapıyor. Şimdi bunu görmezden gelmek, Batı’daki ezberleri bozacak bir inisiyatifi görmezden gelmek, şimdi bu ayıp bir şey, ayıp bir şey. Ya da 1 Mayıs’ta meydanı tamam icazetle veriyor, ama verdi yani, bir sene önce dövdü, tamam, ama şimdi verdi. İnayet, bir lütuf gibi düşünme elbette, bunun için insanlar öldü, dayak yedi, mücadele etti, bağırdı, işini kaybetti, bu bir mücadele, ama mücadele sonunda kazandığın bir şeyin de kazandığın bir şey olduğunu bil. Aynı şekilde, yani iktidardan hoşlanmamakla darbeden de hoşlanmamak arasında bir şey yok ki, bir tezat yok ki. Bu ülkede ilk ezilenler de bu insanlar olmadı, en çok ezilenler de bunlar olmadı. Bir yığın haksızlık oluyordur, eminim, bunlar nasıl delilleri koymak zorundaysa, haksızlığı bilenler de haykırmak durumunda. Buna hiçbir itirazım yok. Kuddusi Okkır öldüğünde bu bir insanın canını götüren bir haksızlıktır ve isyan edilmelidir. Ama bir tek Kuddusi Okkır ölmedi, anlatabiliyor muyum, bütün bu yazarların desteklediği cezaevi operasyonları daha beter yani, bizzatihi öldürme operasyonuydu, üstelik biraz daha konuşulursa, onun öyle lokal olarak cezaevinde operasyon olmadığını da anlayacağız belki, onun bilinçli bir şey olduğunu da kavramaya başlayacağız. Ama sırf bu değil, bir türlü yazılamayan iddianameler bugünün meselesi değil sadece. Tutukluluğun bir ceza gibi uzaması bugünün meselesi değil. Yıllarca tutuklu kalan ve tutukluyken öldürülen insanlar oldu. Öyleyse genel prensiplerle konuşmakta yarar olur. Tabii ki özel bir takım haksızlıklar da var. Ama aynı zamanda tahlil de yapmak gerekir. Nedir bu ordunun içindeki, bu ordunun içindeki yapı nedir? Neden bu darbe tasavvurları olduysa oldu ve neden gerçekleşmedi? Ama şu da samimi değil, 12 Eylül’ün generalini, tamam şimdi geçici 15’inci madde kalktı ama kimse gidip yargılamaz bu saatten sonra, ama sen onu Çankaya’da ağırlıyorsun Abdullah Gül olarak. Muhtıra vermiş 27 Nisan’da, o arkadaşa hiçbir yaptırım uygulamıyorsun, Fener tribününde şak şak yapıyor, yani dolayısıya burada da bir samimiyetsizlik söz konusu. Sol demokratlık meselesinde yerini liberallere kaptırdı. Sınıf meselesi bir kez daha ortaya çıktı TEKEL direnişinde ama orada sorunlu durum. Kimileri bunu Ak Parti karşıtlığı olarak ele aldı, kimileri medyada işten atılan arkadaşlarını görmeyip bu konuyu haberlerine taşıdı. Gazetecilik ortamında sendikaya dair bir kelime yazmamış olanlar, büyük işletmelerdeki sendika sorunundan hiç bahsetmemiş olanlar, onlar da oraya üşüştü. Ama yine de önemliydi TEKEL direnişi.

- 1 Mayıs’ın çok satan gazetelere yansıyışını nasıl karşıladın?

Zafer kazanmış gibi değil mi? Olsun ama bir şeyin normalleşmesi, hayatın içinde yer alması güzel. Bir dahaki sefere sistemle mücadele için önüne başka bir hedef koyarsın. Ama tabii bütün hedef Taksim’e çıkmak idiyse, Taksim’de söyleyeceğiniz lafları da bundan sonra daha iyi düşünmeniz lazım, Taksim’de toplanıldıktan sonra da, ben 77 1 Mayıs’ı için de onu söyledim, yan yana durup da omuz omuza duramayan insanlar, belki yan yana durup omuz omuza durabilmenin yolu birlikte siyaset yapabilmekten geçiyor. Belki farklı bir siyasi oluşum, farklı bir siyasi parti, siyasi mücadele tasavvurlarından geçiyor. Birey ya da küçük gruplar olarak kendimizi 1 Mayıs’a atıp bir ayin gibi, bir hac ziyareti gibi, tamam bu sefer öyle oldu ama bir dahaki sefere bir şeyler olmalı.

RÖPORTAJ: AHMET TULGAR

FOTOĞRAFLAR: CELAL YILDIZ