MİLLİ GAZETE'NİN MANŞETLERİNİ ERBAKAN MI ATIYORDU?

Star gazetesinin başarılı röportajcısı Fadime Özkan sordu, 20 yıl boyunca Milli Gazete'nin genel yayın yönetmenliğini yapan Ekrem Kızıltaş cevapladı.

MİLLİ GAZETE’Yİ 20 YIL YÖNETEN VE BİR ERBAKAN BİYOGRAFİSİ HAZIRLAYAN EKREM KIZILTAŞ

Kızıltaş: Hoca, Türkiye’nin sanayileşmesi için attığı her adımda çelme yedi, siyasete mecburen girdi ve önü burada da kesildi. Onun sisteme her toslayışı bize bu ülkede işlerin aslında nasıl döndüğünü gösteriyordu.
1984’ten itibaren 20 yıl boyunca Milli Gazete’nin genel yayın yönetmenliğini yapan, haliyle Milli Görüş fikriyatının gelişimini, 28 Şubat dönemi dahil Erbakan’ın siyasi hayatını çok yakından takip eden önemli bir isim Ekrem Kızıltaş. Hoca’yı iyi tanıyan, anlayan ve muhabbet duyanlardan biri ve “Erbakan Hoca’yı anlamak ve izlemek isteyenlerin, onun hakkında kapsamlı bir bilgiye sahip olabilmeleri temennisi ile” bir kitap yayınladı geçen hafta, daha dumanı üstünde. Bu, onun ilk kitabı. Kitabın adı “Herkesin Hocası Erbakan”, yayıncısı Hayat Yayınları.

Numan Kurtulmuş’un Saadet Partisi’nden ayrılıp Has Parti’yi kurmasıyla birlikte Ekrem Kızıltaş da Milli Gazete’den ayrıldı ve yeni kurulan Yeni Söz gazetesinin başına geçti. Ama gazetenin ömrü kısa oldu. Şu an dinlenen ve yola nasıl devam edeceğine karar vermeye çalışıyor.

Ekrem Kızıltaş ile kitaptan hareketle Erbakan üzerine uzun ve kapsamlı bir söyleşi yaptık ve şu soruların cevaplarını aradık.

Necmettin Erbakan çok zeki ve başarılı bir bilim adamı iken ne diye akademiyi terk edip siyasete geçti?

Türkiye’nin ilk motorunu yapan Erbakan kimler tarafından nasıl engellendi?

Sürekli birilerinin ayağına basan ve itelenen Erbakan’a neden hiç suikast girişimi olmadı?

Milli Görüş fikriyatı nasıl oluştu, neyi önerdi, nasıl bir işlev gördü?

Erbakan İran İslam devriminin etkisiyle radikalize olan gençleri nasıl bir sondan gidişattan korudu?

Dindarları Refah Partisi ile sisteme entegre etmeyi nasıl başardı?

Varlığı ve savunduklarıyla Türkiye’yi Cezayir gibi yapmakla itham edilmişti ama o aslında ne yapmıştı?

Hükümet olduktan sonra, 28 Şubat’tan önce ne yaptı ne oldu da bu kadar büyük bir koalisyonunun ortak prodüksiyonuyla, şeriat geliyor tantanalarıyla iktidardan indirildi?

Suçu kusuru günahı neydi? Rövanş almak istedi mi? Hakkındaki iddiaların ne kadarı doğru, , ona ithaf edilen kötü sözlerin hangileri ona ait?

Kendi çizgisinden, talebeleri arasından iki ayrı siyasi partinin çıkmasının nedeni ne? Hoca nerede “hata” yaptı? Biz ders anlatırken arka pencereden kaçıp top oynamışlar diye eleştirdiği eski öğrencileri ve icraatları hakkında ne düşünüyor?

Hoca uzlaşmasız ve siyaseten de “küçük olsun benim olsun” diyen biri mi? Kendi partisinin üzerine neden kapandı, partisini aile partisi haline nasıl getirdi?

Milli Görüş’ün gazetesi olan Milli Gazete’nin manşetlerini Erbakan mı atıyordu?

Soruların cevapları röportajda…

....


Bu kadar süre takip ettiğiniz biriydi, Necmettin Erbakan nasıl bir insandı?

Kestirmeden söylemek gerekirse, Erbakan Türkiye’yi dönüştüren ya da en azından ülkemizdeki en ciddi dönüşüm süreçlerinden birisini başlatan insandı. Sanırım önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde tarih kitaplarında değilse bile siyasi tarih kitaplarında ifade edilecek gerçek bence budur. Onunla kısa süre görüşenlerin bile ilk söyledikleri gibi: Çok kibar, nazik, iyi giyinen, prezantabl dedikleri biriydi. Kişilik olarak Prof. Dr. Necmettin Erbakan dediğinizde aklıma ilk gelen şudur: Pazarlık yapmayan, daima doğru olanı yapmaya çalışan, aksi ispat edilmedikçe doğru olduğuna inandığı şeyin gerçekleşmesi için dur durak bilmeden çalışan biri. Talebeliğinden akademiye iş ve siyaset hayatından vefatına kadar bu böyleydi. Hoca’nın hayatı ilginç ayrıntılarla doludur.

35 YAŞINDA BAKANLAR KURULU’NDA

Mesela?

Mesela 1961’de parlamento’ya gidiyor ve bakanlar kuruluna bir buçuk saat boyunca orada brifing veriyor. 35 yaşında ve İTÜ Motorlar Kürsüsü Öğretim üyesi, Türkiye’nin de en geç doçenti… İnandığı şey şu: Türkiye sanayileşmelidir, bunun için gerekli tüm imkânlar var. Kendisi bunu biliyor yapmış çünkü. 1956’da Pancar Motor’u kurmuş. “Yapabiliriz diyoruz ve dahası biz otomobil de kamyon, otobüs ve iş makineleri de yapabiliriz” diyor. Bu, onun bu yönde gösterdiği çabalardan sadece biri.

Zekasıyla onu tanıyan herkesi etkilemiş biri Erbakan. Bunun da farkında. Son röportajında da benim zekâmı ölçmeye makineler dayanmaz demişti… Çok başarılı bir akademisyenken neden siyaseti seçiyor Erbakan? Ne oluyor da akademide kalıp makineler motorlar icatlar yapacakken siyasete, söze dayalı icraata geçmeye karar veriyor?

İşte Erbakan tam da bu. Teknik üniversiteyi bitirdiği günün ertesi günü akademisyen oluyor çünkü harika bir öğrenci. Akademide hep bir motor yapma gayreti var. Ardından Almanya yılları geliyor. O Deutz fabrikalarında tank motorlarını geliştirme, aşırı sıcak, aşırı soğuk her şartta kullanılabilecek motorların araştırma işinde baş mühendis olarak çalışırken Türkiye ufacık tepecik, birkaç beygir gücündeki motorlarını dahi oraya sipariş ediyor.

AKADEMİYİ MOTOR İÇİN TERK ETTİ

Bu da onun ağırına gidiyor herhalde?

Evet, biz bunu Türkiye’de yapabiliriz diyor. Üniversitenin imkânlarını falan biliyor ama üniversitede kaç öğrenciye anlatırsanız anlatın neticede o bilginin dört duvar arasında kaldığını da biliyor. Bunun hayata geçmesi için Gümüş Motor’u kurmayı kafasına koyuyor. Bunun için iki risk var. 1) Motor devleriyle 2) Türkiye’de motor yapılmasını istemeyen güçlerle boğuşacak. Spesifik olarak bununla mı alakalı bilmem ama Gümüş Motor’a niyet edilmesiyle fabrikanın kurulması arasındaki sürede öyle bir devalüasyon var ki, Türk lirası yüzde 273 değer kaybediyor. Gümüş Motorun yürümemesi için hem Odalar Birliği’nin hem o dönem sanayi bakanlığının engellemeleri oluyor. Aslında imal edilecek olan da önü sonu 12 beygir gücünde bir su motoru.

Motorun gücü ya da niteliği değil herhalde orada birilerinin canını sıkan, özgüven kazanılması.

Mutlaka. Keşke hatıralarını yazmış olsaydı. Hoca önce Gümüş Motor’u kuruyor sonra da ona engel çıkaran Odalar Birliğine giriyor. Yükseliyor ve en sonunda Odalar Birliği başkanı oluyor fakat üç ay sonra polis marifetiyle oradan uzaklaştırılıyor. Dolayısıyla Erbakan akademiden motor yapmak için ayrılıyor. Gümüş Motor, Odalar Birliğince engellenince de oraya giriyor. Oradan da dönemin başbakanı Demirel tarafından uzaklaştırılınca “demek ki” diyor, “birçok şeyin düğümü siyasette”. Mutlaka başka unsurlar etkiler de var ama ana çizgi, ana akış bu.

İCRAAT İÇİN SİYASET

Ama siyasette de kolay kabul gördüğünü, el üstünde tutulduğunu pek söylemeyiz…

Siyasette de benzer bir tutumla karşılaşıyor, evet. Önce Adalet Partisi’ne başvuruyor ama kaale bile alınmıyor. O da bağımsız olarak Konya’dan aday oluyor. Dalga geçiyorlar onunla kim tanır seni diye. Ama olağanüstü bir seçim dönemi yaşanıyor. Üstat Necip Fazıl, Mehmet Şevket Eygi gibi Hocayı tanıyan kimi isimler ve Aydınlar Ocağı gibi kimi sivil toplum yapılarının mensupları Konya’ya gelip onun için çalışıyorlar. Öyle ki Hoca tek başına üç milletvekili çıkartmaya yetecek kadar oy alıyor.

MİLLİ GÖRÜŞ NASIL DOĞDU?

Milli Görüş çizgisi, siyaseti nasıl oluşuyor?

50’li 60lı yıllar için milliyetçi muhafazakâr çevreler diye bir tanımı kullanıyoruz çünkü o dönemde din ayrıca ve başat bir olgu değil, milliyetçilik ve muhafazakârlığın içinde bir şey. Süreç içinde bu kavramlar artık yetersiz kalıyor. Gerek tercüme kitapların etkisi, gerekse içerde 50’de DP iktidarı, 60’da özgürlüklerin genişlemesi gibi etkilerle anlama kavrama değerlendirme imkânları genişledikçe Milli Görüş fikriyatı da oluşuyor.

Milliyetçiliği de içeriyor mu peki?

Buradaki millilik daha çok ümmeti vurgulayan bir şey… Bu ülkede yaşayan insanların değerlerini önemseyen bir çizgi. Başlangıçta Ahlak ve maneviyat ile ağır sanayiyi önceliyor, temel sloganlar bunlardı. Ama tabii Milli Görüş adı asıl olarak 80 sonrasında Refah Partisi ile öne çıktı.

RADİKAL İSLAMCILIĞI ETKİSİZLEŞTİRDİ

1979 İran devriminin etkisiyle Türkiye’de de radikalize olan genç İslamcıları, dindar çevreleri Erbakan o çizgiden daha muhafazakâr bir çizgiye mi çekti? Ve Refah Partisi ile de sistem içi hale mi getirdi?

İran Devrimi heyecan verici bir gelişmeydi mutlaka. Ama İran İran’dı ve burası da Türkiye. Erbakan hareketi gençleri muhafazakârlaştırdı demek yerine İran devriminin ülkemizdeki gençlik üzerindeki muhtemel olumsuz etkilerine mani oldu diyebiliriz. Şu manada: 70’li yıllarda Milli Türk Talebe Birliği’ndeydim. Birileri o dönemde sağcı ve solcu gençleri birbirine karşı kullanıyordu. Silahlar belli yerlerden geliyordu ve o gençler birbirlerini öldürüyorlardı. Bunu tezgâhlayanlar, İslamcı ya da dindar kesimin gençlerini de emin olun, olayların içine çekebilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ben MTTB’de olduğum dönemde bu türden çok sayıda olaya şahit oldum ve de şahit olanı dinledim.

KİMSEYİ KAVGAYA KARIŞTIRMADI

Örnekler misiniz, nasıl oluyordu?

Mesela adam geliyor diyor ki, gençler siz niye ezilesiniz ki size silah temin edelim. Sureti haktan görünüyor. Hatta bu dönemle alakalı anlatılan ilginç bir anekdot vardır. Şöyle: Adam geliyor silah lazım size diyor. Evet deniyor ona. Adamların ağızlarının suları akıyor tabiri caizse ve biz mi getirelim siz bulabilir misiniz diye soruyorlar, böylece gençlerin silah temin edeceği kaynağı da öğrenecekleri için. Bizimkiler de “Buluruz biz, Mahmutpaşa bunlarla dolu” diyor. Biraz sonra anlaşılıyor ki Mahmutpaşa’da bulunabilecek şeylerin satıldığı yerler Hac Malzemesi satılan yerler ve silah olarak bahsedilenler de tespih ve takke. (gülüyor) Erbakan hoca Allah-ü alem, bunları bildiği için Müslüman camianın kavgaya karışmaması için elinden geleni yaptı, kimseyi kavgaya karıştırmadı. Birilerinin hesabını boşa çıkardı.

Nasıl yaptı bunu, sert bir dönemdi sonuçta ve öylesi bir iklimde gençleri tutmak zordur, gençlere karşı kullandığı argüman neydi?

Temel argümanı sabırdı. O dönem Akıncılar vardı. MTTB vardı. Tepe noktada Erbakan vardı ve onun sözleri gençleri bağlardı. Ve Milli Görüş fikriyatında zaten gençlerin tüm sorularının cevapları vardı.

TÜRKİYE’NİN CEZAYİR OLMASINI ERBAKAN ÖNLEDİ

“Memleketin nasıl kurtulacağı”nın cevabı da var mıydı?

Vardı, emperyalizme karşı nasıl mücadele edersiniz, işsizliği nasıl önlersiniz, ekonomiyi nasıl kalkındırırsınız, maneviyatı nasıl düzeltebilirsiniz gibi sorulabilecek tüm muhtemel soruların cevapları vardı. Dolayısıyla bir kendine güven vardı. Kavga ise kendine güvenmeyenlerin başvurduğu bir şeydir. Akıncıların en tepesinde nihayetinde Erbakan vardı ve efendim şurada şöyle bir olay olmuş müdahale etsek dendiğinde “Hayır asla kavga yok” diyordu, “silah asla olmayacak” diyordu. Bunun en çarpıcı örneği de şu: “Cezayir biliyorsunuz 1991-92’de çok kanlı bir süreç yaşadı. Cezayir İslami kurtuluş Cephesi (FIS) liderlerinden Abbas Medeni 90’ların ortalarında Türkiye’ye geldiğinde şöyle demişti: Allah Erbakan Hoca’dan razı olsun çünkü Türkiye’de ve İslam aleminde ama özellikle Türkiye’de kendisine bakan ciddi sayıda bir kitleyi olaylara kavgalara bulaştırmama ferasetini gösterdi. Biz yapamadık o yaptı. Biz çok şey kaybettik”.

HEP UFKA BAKARAK YÜRÜDÜ

Peki. Türkiye siyasetine dönelim, sondan başlayalım. Pişmanlığı neydi Erbakan’ın? Ya da herhangi bir şeyden pişman olmuş mudur? Milli Görüş çizgisinde yetişmiş, yanında bulunmuş olanlar yanından ayrılıp iki ayrı parti kurdular. Gerçi hep haşin oldu onlara karşı ama, hiç “keşke şöyle yapmasaydım da böyle olmasaydı” dememiş midir?

Fadime Hanım, benim tanıdığım hoca ufukta bir yere bakıyordu. Siz onun baktığı yeri göremiyorsunuz ama o görüyor, bu arada da yürüyor. Düşüyor kalkıyor, çelme takılıyor önemsemiyor, yoluna devam ediyor. Ekonomi bakanı oluyor, Başbakan, Başbakan yardımcısı oluyor, partisi kapatılıyor, oralı olmuyor, o oraya doğru yürüyor. İnsani zaafları olmuş olabilir kızmıştır, üzülmüştür vesaire ama bence Erbakan Hoca ufka bakarak yürüdü hep. Düşünün mesela 28 Şubat sürecinde olanları. Birileri sürekli üzerinize geliyor falan ama sonrasında sizinle birlikte aynı yapıdayken ayrılanlar iktidar oluyor, biri başbakan, biri cumhurbaşkanı oluyor. Bir hayıflanmak yazıklanmak olabilir ama eninde sonunda şöyle bir şey de olabilir: Ya Elhamdülillah 50’lerde başlattık biz bu değişimi. Bu çocukları gençleri bir yerlerden ben topladım, yanımda yetiştiler. Bu çocuklar, burunlarını bulundukları köyden, kasabadan çıkarmaya cesaret edemeyen insanların çocukları. Ama elhamdülillah bugün hepsi bir yerde”. Dolayısıyla Hoca’da böyle bir rahatlık vardı. Sık sık söylerdi: “Milli Görüşçüler kendinizi hor görmeyin. Eşi tesettürlü ve kendisi de namazında niyazında cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar sizin eseriniz” derdi.

ÇOK ŞEY İSTEDİ, AZA KANAAT ETTİ

Ama hep azımsayarak, hafif alaysı konuşuyor, “çoluk çocuk onlar, biz ders verirken arka pencereden atlayıp futbola kaçmış onlar” diyordu...

Bu vardı ama şu da vardı. Erbakan Hoca’ya mesela, bu yaşa gelmişsin çekil gençlere devret gibi bir yaklaşım da vardı ama bence hiç kimse hayatı boyu titizlikle yapa geldiği bir işi yüzde yüz itminanla kimseye devredemez. İnsani bir şey bu, ego değil. Hoca çok şey istiyor fakat aza da kanaat ediyordu. Müthiş bir şey bu. Bazen kızdığını sandığınız anda bıyık altından güldüğünü görüyordunuz.

AK Partiyi kuranlara kızmasının, kırılmasının, onların başarılarını azımsamasının altında hali hazırda siyasi rakip olmaları da vardı mutlaka, ne dersiniz, partisi iddiası aktifti çünkü hala?

Seçim meydanlarında, kürsülerde Saadet Partisi genel başkanı olarak söylediği birçok şey vardır, eyvallah ama karşılaştıklarında görüştüklerinde ise en ufak bir kırgınlık yoktur. Hakikaten çok kibardı. Belki çok kızıyor olsa da bunu ona hissettirmemek gibi bir özelliği vardı. Bir de o konuşmalar muhtemelen mübalağa sigasıyla söylenmiş sözlerdi. Ayrıca şu da var tabi. Saadet Partisi, Erbakan siyasi arenada olmasaydı, AK Parti’nin işi bu kadar kolay olmayabilirdi. Çünkü böylece AK Parti’ye yönelik o standart eleştiriler iddialar biraz da olsa açıkta kalıyordu. Yahu sizin o dediğiniz zaten burada, demek de mümkün oluyordu.

SAADET PARTİSİ PARATONER GİBİ

Saadet Partisi bir tür paratoner görevi görüyordu yani…

Aynen. Bu arzu edilen, hesap edilen bir şeydi demek istemiyorum ama fiilen böyle bir şey yaşadık. 2002’den vefatına kadarki sürede evet Hoca bu sözleri söylemiştir ama ben şunu da biliyorum. Hoca AK Parti’nin atmayı düşündüğü her kritik adımda, yasa değişikliği, anayasa değişikliği gibi adımlarda kurmaylarıyla birlikte geç saatlere kadar çalışır, ana muhalefet partisi gibi çalışır, eleştiri ve önerilerle raporlar hazırlar lojistik destek sunardı.

“BABA” ERBAKAN VE “OĞULLARI”

Evveli de olmakla birlikte, “arka pencereden kaçanların elinde” ülke, 2002’den bu yana bir yerden bir yere geldi. Hocanın partisini kapatanların, kalbini kıranların daha doğrusu o zihniyetin ve sistemin şu anda “beli kırılıyor”, Türkiye demokratikleşiyor. Ergenekon, çeteler, kamunun parasını iç eden bankacılık sistemi vesaire gibi “kan emici vampirler” için son kaçınılmaz. Ayrıca ülke gelişiyor, artık kendi uçağını tankını yapıyor. Bunlar Hoca’nın da hayaliydi! Bu onu nasıl etkiliyordu?

Bu durumda iki Erbakan’dan bahsetmemiz gerekiyor belki de. 1) Saadet Partisi adına konuşan Erbakan 2) Değişik zaman ve mekânlarda konuşan Erbakan. Hocanın kafasındaki pek çok şeyin bu iktidar tarafından yapıldığını biliyoruz. Yapılanı hiçbir zaman yeterli görmemek, hep daha fazlasını talep etmek Hoca’nın temel vasıflarından birisiydi. Ama satır aralarında söylediklerine bakınca, her bir kelimesine dikkat eden Erbakan’ın sehven söyleme ihtimali olmayan cümleleri var. Mesela “ne münasebet, Milli Görüş’ün çöktüğünü nerden çıkartıyorsunuz, genişliyor, büyüyor” demişti. 2007’de AK Partinin aldığı yüzde 47’ye Saadetin aldığı oyları eklemiş ve Milli Görüş’ün yüzde 50’lerin üstüne çıktığını söylemiştir. Ya da Davutoğlu’nun politik açılımlarıyla ilgili, zaman zaman eleştiren azımsayan ama satır aralarında da onu takdir eden bir şey vardır. Babalar özellikle erkek çocuklar söz konusu olduğunda onlar şımarmasın diye başka türlü konuşurlar. Bir de –ne kadar öyle bilemem ama- kamuoyu huzurunda AK Parti rahatlasın, diye de öyle konuşuyordu belki.

ERBAKAN VE ERGENEKON

Ergenekon sürecinde epey tutuk davrandı Hoca, pek ses etmedi, neden?

Ben Hocanın geçmişten beri olayların arka planlarını da iyi bildiği, 28 Şubat’ı da yapan o yapının Türkiye’de esas olarak neye hizmet ettiğini çok bildiği iyi için olayları biraz daha tetkik etmek için öyle davrandığını sanıyorum. Hepimiz biliyoruz ki 28 Şubat’ta görünürde ideoloji vardı ama arka planda bankaların batırılmasının da içinde olduğu ekonomik başka sebepler de vardı ve bu nedenle yüz küsur milyar dolarlık faturayı Türkiye’de yaşayan bizler ödemek zorunda kaldık.

Referandum sürecinde de mesela Numan Kurtulmuş tutumunu evet olarak açıkladı ama Saadet Partisi çok flu kaldı. Niye? Bizim bilmediğimiz neyi biliyorsunuz?

Fazla bir şey değil… Siyasi karşıtlık nedeniyle sanırım bunlar anayasayı değiştirebilecekken kısmi değişikliğe gidiliyor, bizi ufak tefek şeylerle oyalıyorlar, dediler.

KOPMALAR OLMASIN DİYE ÇOK UĞRAŞTI

Önce AK Parti sonra Has Parti, Erbakan’ın temel direği olduğu o bünyeden ayrılarak ve kendilerini o yapıya göre değilleyerek var ettiler. Evet, Erbakan hep ileri bakmıştır ve ileri bakmak kendini görememektir aynı zamanda ama yine de Erbakan hiç durup bakmamış mıdır kendine? Hiç “neden” dememiş midir?

Büyük ihtimalle demiştir. AK Parti de, Has Parti de birer netice. Ben iki süreci de yakinen yaşadım. 98’den itibaren Refah’ın kapatılması Fazilet’in kurulmasından itibaren parti içinde yenilikçiler ve gelenekçiler vardı. Yenilikçilerin ayrılmaması için Erbakan ve yakınındakiler azami gayret gösterdiler. Erbakan Hoca’da vefa duygusu çok yüksektir. Kimseyi itmemeye gayret ederdi ama şartlar bazen başka neticeler getiriyor. AK Parti de Has Parti de benzer süreçlerden sonra oldu. Has Parti’de Hoca’nın çevresindekiler ve yaşananlar sonrasında artık Numan Beyin sabredemeyeceği bir noktaya gelinmiş idi. Tahmin ediyorum ve biliyorum ki Hoca o zaman da netice bu olmasın diye çaba sarf etmiştir. Olaylı iftar mesela çok talihsiz ve çirkin bir şey olmuştur.

ASANSÖRDEKİ “GERÇEK ERBAKAN” DEĞİLDİ

Bir fotoğraf: Erbakan Hoca son parti kongresinde salona yaşlılığı ve sağlığının el vermemesi nedeniyle asansörle geliyor. Hoca o salona onur konuğu, kurucu başkan sıfatıyla değil genel başkan adayı olarak geliyor. Ve kazanıyor. Bu fotoğraf da bize kendi doğrusu dışında hiçbir doğru tanımayan, herkesi yaftalayan ve siyaseten “küçük olsun benim olsun” der gibi partisinin üstüne kapanan ve partiyi aile partisine dönüştüren Erbakan’a dair başka şeyler söylüyor...

Erbakan hoca esasen ömrü boyunca akışı, siyasetini çevresiyle konuşarak belirleyen biridir. Çok tanık olmuşumdur. Ama bu dedikleriniz Hocanın 80 küsur yaşındaki olaylar. Yaş geçmiş, her şeye muttali olamıyorsunuz, sağlık sorunlarınız var, eşinizi, hayatınızın en sağlam limanını kaybetmişsiniz, belki birçok şey size eksik ya da fazla anlatılmıştır… Bence Numan Bey meselesinde pek çok şey böyle yaşanmıştır. Kongreye dair o fotoğraf Hoca’yı doğru yansıtmıyor. Hoca bir işin mükemmel yapılmasını ve hemen yapılmasını isterdi, o yüzden işi bir başkasına teslim etmekte zorlandığı için çıkmıştır o fotoğraf. Hayat bir süreklilik arz eder ama fotoğraflar birer andan ibarettir. Bir şey anlatayım. 94’te Milli Gazete’ye yeni baskı makineleri aldık, montajı belki haftalar alacak. Hoca makinelerin geldiği gün aradı, sordu, yarın baskıyı onunla mı yapıyorsun, diye. Müthiş sabırsızdı.

MİLLİ GAZETE’NİN MANŞETLERİNİ HOCA MI ATIYORDU?

Milli Gazete’de manşetleri Erbakan Hoca mı atıyordu?

Nerde o günler. (gülüyor)

Nasıl bir çalışma biçiminiz vardı?

Fadime Hanım, İsmet Özel’in bir sözü vardı; Milli Gazete Türkiye’nin en demokratik gazetesidir, diye. Doğruydu, kendi dönemim için söylüyorum en azından. Ben 1984’te Milli Gazete’ye geldim, kısa dönem istihbarat şefliği yaptım, ardından yazı işleri müdürü oldum yani genel yayın müdürü. Erbakan Hoca 12 Eylül sebebiyle yasaklıydı. 87’de yasaklar kalktı, partinin genel başkanı oldu ve ondan sonra gazetenin yapısında dolaylı olarak patron o oldu, en tepede o vardı. Birileri zannederdi ki hoca her gün arar, manşet verir. Yok öyle bir şey. Çünkü Hoca zaten 24 saati dolu biriydi. Bir gazete de 24 saati dolduran bir süreçte hazırlanır.

SÖYLEDİKLERİNİ NOT ALIR, GAZETEDE KULLANIRDIK

Siz onun yerine mi çıkarımda bulunuyordunuz peki?

Hayır. Olaylara bakış ve değerlendirmede kendimize göre kriterlerimiz parametrelerimiz vardı. Hocanın konuşmalarını dinliyorsunuz, tavırlarına, hangi konuda ne söylediğine bakıyorsunuz. O yüzden örtüşüyordu. Sonuç olarak gazete Milli Görüş’ün gazetesi. 87’de Ortadoğu’da görevli bir büyükelçiyle konuşuyoruz, üst düzey gazete yöneticilerinin olduğu bir ortamda onlara değil bana özel alaka göstererek “gazetenizi ciddiyetle takip ediyoruz ve çok da faydalanıyoruz” dedi. Bu adam bana bunu niye dedi diye düşünürken buldum. Milli Gazete herhangi bir sermaye grubunun ticari hesaplarla çıkardığı bir gazete değil. Bir siyasi hareketin yan unsuru olarak, bu ülkeyi önemseyen, seven, bu ülkenin sıradan insanlarından oluşan bir kadronun hesapsız kitapsız garezsiz çıkardığı bir gazete. Dolayısıyla Türkiye ve dünya meselelerine bakışı da çok içten ve hesapsız. Demek ki dedim, bu gazete Türkiye’nin modunu veren bir gazete.

Bizim yaptığımız da bu idi. Tamamen hasbi bir şekilde doğru olduğuna inandığınız şeyleri dile getiriyorduk. Ama seçim dönemleri gibi dönemlerde Hoca ile görüştüğümüz olurdu, söylediklerini not alır, gerekli şekillerde kullanırdık. Hep şunu söylerdi Hoca, Allah rahmet eylesin: Ekrem siz, -biz üç kişiydik- çok büyük hatalar yapılabilecek bir yerdesiniz ama Allah razı olsun, büyük hatalar yapmadınız, derdi. Çünkü biz bir şey yazdığımız zaman ilzam ediliyor, partinin ya da camianın görüşüymüş gibi de görülüyor.

“EKREM, GAZETE NEDEN AZ SATIYOR?”

Büyük hata değilse de neye kızardı mesela?

Öyle onun kızgınlığını celbedecek bir şey yaşamadık, Allah’tan o Ankara’da biz İstanbul’daydık. Ama buluşurduk zaman zaman. Gazetenin az satılmasından dolayı üzülürdü. Başbakan olduğu dönemdi zannediyorum, kızdığı bir şeydi: “Ekrem, bir buçuk milyon insan bu gazete çok satsın diye çalışıyor” demişti bana. Ben de söylenmesi gerektiğini düşündüğüm için “Hocam bir buçuk milyon insan gazete satsın diye çalışacağına hiç değilse yüzde 10’u gazeteyi alsa, zaten meselemiz kalmayacak” demiştim.

MİLLİ GAZETE GAZETEDİR

Milli Gazete için gazete değil bülten denirdi…

Ben buna katılmıyorum çünkü Türkiye’de yayınlanan gazetelerin birçoğu eski dönemde özellikle, kendilerinin de sahibi olan holdingin menfaatlerini önceleyen ve iç-dış gelişmelere o noktayı nazardan bakardı. Bu açıdan baktığınızda Milli Gazete dışındaki gazeteler bültendi belki de, holdinglerin bülteni. Mesela: AB Türkiye için önemli bir meseleydi. 1995’te AB’ye girme kararının verildiği o dönemde bir medya grubu buna sürekli muhalefet etti. Büyük bir gruptu.

DOĞAN GRUBU GAZETELERİ HOLDİNG BÜLTENİDİR

Söyleyin, herkes bilsin.

Koç grubuna yakın gazetelerdi, Doğan grubu. Sonra bir gecede 180 derece tavır değiştirip alkışlamaya başladılar. Ben de ne olup bittiğini araştırdım. İkinci el otomobillerin Türkiye’ye girmesine on sene sınırlama getirildiği için razı olmuşlardı gümrük birliğine girmemize. Dün kendine zararı olacak diye kızıyordun, bugün alkışlıyorsun, e millet için doğrusu ne, gazetesin sen? Dolayısıyla Milli Gazete -eksik gedik bunları kabul ediyorum tabi ama- en azından yapabildiği kadarıyla kimseyi kızdırmak ya da memnun etmek için değil kendisini var eden, bu milletin içinden çıkmış hasbi bir kadronun, doğru olduğuna inandıklarını savunan, yanlış olduğuna inandığı şeyleri eleştiren bir gazeteydi. Bültenlik vasfı da izafe edilemez çünkü her gazete siyasidir ve bir partiye ağırlık vererek bunu yapar, Milli Gazete bunu açıktan yaptığı için göze batıyordu ama bülten vasfı izafe edilemez hayır.

ONU YENGE HANIM GİYDİRİRDİ

Rahmetli giyim kuşamına düşkündü, pahalı markalara düşkündü. Ama siyasetinin de, kişiliğinin de temel belirleyeni din. Din lükse mesafelidir. O bunu nasıl bağdaştırıyordu?

Pahalı şeyler değildi aslında. Kravatları belli bir markadandı. Ama onlar da, kıyafetlerinin çoğu da hediyeydi. Ayrıca Cenabı Hak verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever, bir hadisi şerif bu. İsrafla güzel ve özenli giyinmeyi ayırt etmemiz gerekiyor bence. Hoca da israfı sevmeyen biriydi. Özenli güzel giyinirdi, bildiğim kadarıyla Yenge Hanım giydirirdi.

DİNDAR BİRİ OLMASAYDI, EL ÜSTÜNDE TUTARLARDI

Türkiye Erbakan hocayı hakkıyla değerlendirebildi mi sizce?

Hayır. Hoca belki dindar biri değil de birilerinin istediği türden biri olsaydı kaydı hayat şartıyla onu başbakan yaparlardı. Erbakan Hoca bize bu ülkede neyin ne olduğunu anlattı. 50’li yıllarda fabrika kurmaya çalışıyor. Ve o süreçte bu ülkede sanayi gelişsin ülke kalkınsın diye uğraşması gereken Odalar Birliği ile Sanayi Bakanlığı’nın bilakis buna engel olmaya çalışmasına tanık oluyor. Bunu yaşıyor. Onun Odalar Birliği süreci çok ilginçtir. Sanayinin Anadolu’ya yayılması için uğraşması, burada yapılabilecek pek çok şeyin ısrarla dışarıdan ithal edilmesini önlemeye çalışması. Mesela İstanbul Belediyesinin yurt dışından getireceği 500 otobüsle alakalı olarak, biz o paraya bir otobüs fabrikası kurar otobüsleri de bedavaya getirebiliriz, diyor. Hep bu tür mücadeleleri var ve ona hep mani olunuyor.

Aslında Hoca çevresindekilere ve aslında bize, hepimize, bu ülkede çarkların nasıl döndüğünü gösteriyor. 28 Şubat öncesine kadar Milli Güvenlik Kurulu hangimizin gündemindeydi ki. E var, ayda bir toplanır, bir şeyler der, diye bakardık MGK’ya.

ERBAKAN’IN ÜLKEYE EN BÜYÜK İYİLİĞİ

MGK’nın aslında önemli bir toplantı olduğunun anlaşılması o toplantılara giren bir hükümetin nihayet ülke yönetimine el koymak istemesi; kamu parasını çaldırmayacak bir düzen getirmesi ve 28 Şubat MGK’sının da bu kadar uzun sürmesinin nedeni aslında ilk kez bir hükümetin askerlerin dayatmalarına itiraz etmesi miydi yani?

Tabi çünkü orada durum tersine döndü. O hükümetin itirazı da ideolojik falan değil bu ülkenin varlıklarına el koymaya çalışan birilerine itiraz etmesiydi. Hoca mesela Danıştay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin bu ülkede aslında ne olduğunu da açık etmiştir. Geçmek zorunda olduğumuz bir nehir olduğunu düşünün. Hoca oraya herkesten önce girerek nehrin nerelerinin derin, nerelerinde akıntının yüksek olduğunu gösterdi. Ve belki bugün yaşanmakta olan ıslah ameliyeleri için de Hocanın yaşadıkları birer işaret fişeğiydi.

SORUNLU ALANLARA İLK O TOSLADI

Yani Hoca, bugün mevzuatın, sistemin dokunulan, değiştirilen sorunlu noktalarına ilk toslayan siyasi midir?

Evet. Bugün değiştirilen hemen hemen şeye ilk toslayandı. Bu sayede oraların röntgeni çekildi. Şimdi o işaretli noktalar AYM’yi, Danıştay’ı, HSYK’yı gördük. Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasında AYM, MNP’yi kapatmasına mani olacak bir kanun maddesini kendi kendine müracaatla iptal ediyor. Tıpkı Refah Partisi davasında olduğu gibi.

Şimdi görüyoruz ki o yapı aslında çok da çetin imiş. Hem uluslararası konjonktür buna çok uygun olmasına, hem Türkiye’de sivil bilinç ve irade bu kadar güçlenmesine rağmen yaşanan değişime karşı büyük bir direnç sergileniyor. Ve biliyoruz ki o yapı kendisine dokunan, karşısına çıkan, itiraz eden, sorgulayan kişilerin gözünün yaşına bakmıyor. Çok sayıda siyasi cinayet işlendi geçmişte. Erbakan da o yapıya sık sık toslayarak görünmez duvarları görünür kılan bir isim olmasına rağmen bildiğim kadarıyla suikast teşebbüsüne falan maruz kalmadı –çok şükür. Bu nasıl açıklanabilir?

Ama şunu unutmayın. Prof. Erbakan Türkiye’nin bir vatandaşı ve ona yönelecek bir şeyin bir takım mekanizmaları harekete geçireceği umulur, izin verilmez. Men Dakka duka olayı yani… Zaten buna gerek de yok, partileri kapatılıyor, sürekli önü kesiliyor. Kamu malı konusunda tarihin en hassas başbakanı olmasına rağmen, kayıp trilyon davasıyla muhatap kılındı mesela…

28 ŞUBAT’TAN ÖNCE MİLLETVEKİLLERİNE DEDİ Kİ:

28 Şubat döneminde aslında ne olduğu artık iyice ortaya çıktı, herkesçe biliniyor, kimse üstünü örtemiyor. Olan şuydu: Devlet teslim alınmış, ülkede bankacılık düzeni tam bir soygun düzeni şeklini almıştı. Devlet kamu parasını bankalara yatırıyor sonra kendi parasını bankalardan yüksek faizle tekrar satın alıyordu! Erbakan, başbakan olur olmaz bu sistemi iptal eden bir havuz sistemi kurdu ve hızla birilerinin hışmına uğradı. Sahnelenen şeyse şuydu: Refah Partisi yüzünden ülke “uçurumun kıyısındaydı”, şeriat gelmek üzereydi, Erbakan resmi konutta şeyhlere hocalara iftar vermişti, Müslüm Gündüz-Fadime Şahin-Ali Kalkancı “dindar görünüyorlardı ama çok da iğrençtiler”, Kudüs gecesinde neler neler söylenmişti, zaten Hoca ve adamları da demokrasiyi kullanıyordu vesaire vesaire.

Şimdi soru şu: Necmettin Erbakan, Refah Partisi 1994’te belediyeleri aldığı günden bu yana en çok eleştirildiği, gözetlendiği, didiklendiği konu irtica mevzu iken, hep bu gerekçeyle iteleniyorken, bunu en iyi kendisi biliyorken, memleket için başka öncelikleri var iken, ne diye bir siyasetçi olarak sorumlu davranmamıştır da fincancı katırlarını ürkütmüştür? Neden “inadına gibi” davranarak onu bulunduğu alandan itelemek için fırsat bekleyenlere koz vermiştir?

Bence koz vermedi. 95’te Hoca milletvekillerini topluyor ve onlara “Ülke yangın yeri. Mühim çok meselemiz var ama öncelikli işimiz yangını söndürmek. O yüzden bir sıkıntınız olursa ormana gidecek, gerekirse orada bağırıp çağırarak, derdinizi ağaçlara anlatacaksınız. Kamuoyu önünde bizi sıkıntıya sokacak, eleştirilmemize, birilerinin üzerimize gelmesine yol açacak hiçbir şey yapmayacaksınız” diyor. Birincisi bu. İkincisi şu: Bir başkan varmış. Sürekli olarak kendisine aleyhtar olan medya mensuplarına bir ders vermek istiyor. Medya mensuplarını göl kenarına topluyor. Kalkıyor suyun üzerinde yürüyor ve bakalım şimdi aleyhime ne yazabileceksiniz diyor. Ertesi gün manşetler şöyle: “Başkan yüzme bilmiyor”. Bunun gibi birileri sizde özellikle eleştirecek bir şey arıyorsa bir iki tane de olsa bulabilir. Ben Sincan’daki Kudüs Gecesi kasetlerini getirttim, çözdürttüm inceledim. Uzman sanık olduğum için biraz anlarım bu işten. Hiç bir şey yoktu. Sincan gecesi zaten yapıldığının ertesi günü değil tam üç gün sonra meşhur oldu zaten. Birileri malzeme arıyordu, onu buldular.

Ya Başbakanlıkta şeyhlere iftar?

Muhtemelen Hoca iftara kimlerin geleceğini bile bilmiyordu. Dönemin bakanlarından biri ve Diyanet İşleri Başkanı beraberce hazırlamışlar. Mesela sonradan Recai Kutan’a bu husus sorulduğunda, “Başbakan Müslümanlar için kutsal bir ayda önde gelen din alimlerine iftar vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Yahudilerin kutsal bir gününde ülkedeki önde gelen Yahudi din adamlarına yemek verseydi onların kıyafetlerini bahane ederek onu eleştirecek miydiniz?” demişti. Meselenin izahı bu soruda gizli bence, Müslümanlar söz konusu olunca atış serbest oluyor yani.

RÖVANŞ ALMAK İSTEDİ Mİ?

O niyetler ve medyanın gayreti malum da, bu kadar tecrübeli bir siyasetçiyken olacakları kestiremiyor mu?

Hayır kestirilemiyor. Tahmin edilse en azından tedbir alınır. Kudüs gecesi mesela Türkiye’de yıllarca yapılır her yerde yapılır. Sincan’daki o sene malzeme edildi.

Kanlı mı olacak kansız mı söylemi var mesela Hoca’nın. Rektörler başörtülü kızlara selam duracak, sözü var. Bunlar nedir? Bir tür rövanş duygusu, durumu mu bunlar?

Hayır. Hoca da rövanşist bir şey yoktur. Rektörler selam duracak sözü, patates dini vesaire… Söylendi diye yıllardır aktarılır ama böyle bir söz yoktur. Bunlar kaziyeyi meşhur. Birileri bir şeye karar vermiş ve malzeme arıyor, yoksa da üretiyor. Yoksa Hoca hemen her konuda çok hassastı ve birilerine kullanabileceği malzeme verilmemesi için çok gayret ederdi.

Kanlı mı kansız mı olacak sözü nedir?

O da onun sözü değil. Ankara’da bir grup laikçi kadın belediye seçimini kazanmış olan Melih Gökçek’e karşı yürüyor ve sizin iktidarınız kanlı mı olacak kansız mı, biz izin vermeyiz gibi bir şeyler söylüyor. Hoca da onların bu sözü üzerine konuşuyor ama o kanlı mı kansız mı lafı doğrudan ona ait değil.

SUSURLUK VE ERBAKAN

Peki. Susurluk’u neden ciddiye almadı Başbakan Erbakan?

İşte bu da bizim yanılgımız. Susurluk’ta bir kaza oldu ya da olduruldu. Bir araba içinde siyaset mafya emniyet yakayı ele verdi. Başbakan, gelin buraya içişleri bakanı, emniyet genel müdürü; gidin ilgili herkesi enseleyip içeri tıkın mı diyecek? Konuyu elbette ciddiye alıyor ve gerekli talimatları veriyor. Mecliste araştırma komisyonu kuruluyor ama Jandarma Genel Komutanı Org. Teoman Koman dahil kimse ifade vermeye gelmiyor. Bir onbaşı bile komisyona, “size söyleyemem bu bir devlet sırrı” diyor! Daha ne yapabilir ki.

Ama mesela Susurluk’un aydınlanması için ilk kez Türkiye’de bir sivil irade belirmiş ve en geniş katılımla sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi başlamıştı. Ona da glu glu dansı dedi…

Tencere tava eylemi başladı, on gün sonra iş hükümet karşıtı gösteriye dönüştü…

Susurluk’ta ortaya çıkan kirli yapıda Erbakan’ın hiçbir dahli ya da işbirliği yoktu. O iktidara geldiğinde bu yapıyı hazır buldu. Yani Hoca, eylemci kitleyi karşısına alacağına yanına alabilir, bankacılık sistemindeki soygunu anlattığı gibi buradaki durumu da halka anlatabilirdi. Niye yapmadı?

Orada zannediyorum yapabileceği her şeyi yaptı ama iş iki nedenle tıkandı. 1) bürokrasinin duvarlarına çarptı. Kendi kadrosunu tam olarak yerleştiremediği, var olanla çalışmak zorunda olduğu için daha öteye gidemedi. Belki o işi soruşturmakla görevli olanlar bile işin içindeydi. Mehmet Ağar mesela… 2) Medya. Mesela Teoman Koman ya da diğerleri meclis soruşturma komisyonuna gelmedi diye alkışladı o medya. Tıpkı bu günkü gibi sırf hükümet başarısız olsun diye ülkenin çok aleyhine olabilecek şeyleri bile alkışladı. Bence Hoca elinden geleni yaptı.

KADDAFİ’NİN ÇADIRINDA

Kaddafi’ye geçmek isterim. Erbakan’ın iktidar dönemine ait albümdeki bir diğer fotoğraf da o çadır, malumunuz. Ki Erbakan oraya bir özel muhabbetle gitmişti ama hakarete maruz kaldı. Ama dönüşte uçakta gazetecilere başarılı bir gezi oldu diyor!

Erbakan Hoca Libya dönüşü bu konudaki yeis halini görünce “sizin ayarınız bozulmuş, bir okur üflersem geçer” diyor esprili bir şekilde. Neden? Erbakan çadırda o konuşmalar yapılırken sıkıntılı ama çok da kaale almıyor. 1970’lerden beri tanıyor çünkü Kaddafi’yi. Özel bir toplantıda Kaddafi ile ilgili bir konuyu konuşurken mütebessim şekilde “deli işte” dediğini hatırlıyorum. Ama sanki sevecen şekilde evladına der gibi sarf etmişti o sözleri. Hoca’nın Kaddafi’yle ilgili en önemli kanaati 74 Kıbrıs Harekâtında uçak yedek parçalarının Libya’dan gelmesidir. Yoksa Kaddafi’nin orada Kürtlerle ilgili abuk sabuk bir şeyler söylemesi çok da önemli değil.

Yapmayın yahu, basbayağı diplomatik krizdir bu. Hem zaten Erbakan da aynen böyle söylüyordu.

(gülüyor) Onun gibi düşünmem normal değil mi?

Bilmem. Demek istediğim Rahmetli Erbakan’da işte bu gibi durumlardan sonra “yok aslında öyle değil şöyle oldu” diye başka türlü anlatma ve o öyle dedi diye herkesin de buna inanmasını bekleme gibi “safiyane” bir inanç da vardı…

O sanırım o gezinin sonuçları itibariyle başarılı geçmesinden bahsediyordu, derdi üzüm yemekti. Müteahhitlerinizin ciddi bir alacağı var Libya’dan, onu almaya gitmişsiniz. Kaddafi öyle dedi diye ne yapacaksınız? Kaddafi’nin yaptığı densizlik, patavatsızlık ama bunun karşısında yapabileceğiniz makul ve mantıklı hiç bir şey yok. Savaş açacak haliniz yok ki, en fazla kınarsınız.

KADDAFİ ERBAKAN’I KISKANIYORDU

Kaddafi Erbakan’a bunu niye yaptı?

Bence ülkesini demir yumrukla yöneten Kaddafi’nin Türkiye gibi demokrasinin belli ölçüde geliştiği bir ülkede Erbakan’ın tırnaklarıyla ve de seçim yoluyla Başbakan olabilmesinden dolayı kapıldığı kıskançlıktandı belki. Libya’daki Erbakan gibi düşünenler hapisteydi ve kendi muhaliflerinin Türkiye’de iktidar olmasını çekemedi diyebiliriz. O gezi dolayısıyla Türkiye’deki malum medyanın aktardıklarını yeterli görmemiş olmalı ki iki hafta sonra yine iki televizyon kanalını çağırarak Erbakan hakkında bir sürü şey söyledi.

MERVE KAVAKÇI OLAYI

Merve Kavakçı’yla ilgili de sıkıntılı bir şey var. Merve Hanım kitabında da anlattı bunu. Okuduğunuzda görüyorsunuz ki partisi onu çok yalnız bırakmış. Hem de Ecevit dahil, kendini bir başka milletvekilinden üstün görme bedbahtlığına düşmüş bazı vahşi milletvekillerince Meclis’ten kovulmuşken, savcı Nuh Mete Yüksel hukuk adamı sıfatı ardına gizlenip suç işlerken, Kavakçı’nın evinin kapısını hakaret edip yumruklarken yani o en sıkıntılı günlerinde yalnız bırakmış partisi onu.

Evet. Olayda en büyük handikap Merve Hanım’ın Amerikan vatandaşı olmasıydı. İkincisi Sayın Kavakçı’nın sanırım özel hayatıyla ilgili sıkıntıları vardı, evlilik boşanma gibi. İş zaten döndü dolaştı ABD vatandaşlığından koptu. Başörtüsü tali kaldı. Merve Hanımın adaylığı döneminde sanırım vatandaşlık durumu akla gelip formül aranmadı. Diğer bir durum da şu: Yemin töreninden önce CHP ile, Meclisi yöneten Ali Rıza Septioğlu ile, Ecevit ile konuşuluyor ve salona geç bir saatte ortalık sakinken girmesi ve yemin etmesinde anlaşılıyor. Merve Hanım da, Nazlı Hanımla beraber akrabası olan Zeki Sayın’ın odasında bekliyor. Ama o esnada kim olduğunu hatırlamıyorum, biri gelip “Merve, bütün bunlar dubara, seni kandırıyorlar, aklın varsa git ve yemin et” diyor. Merve Hanım da bunu duyunca fırlayıp salona giriyor.

Kendi partisinden şüpheye düşüyor yani?

Evet. Ama işin garibi bunu ona söyleyen de partiden biri. Ecevit de anlaşma bozulduğu için çıkıp öyle konuşuyor. Ama bu onu kurtaracak bir şey değildir yine de. Erbakan ve çevresinin de Merve Hanımın sağlıklı yemin etmesi için ciddi atraksiyonlara girdiğini biliyoruz. Yoksa yalnız bırakmış değillerdi ama biri onu tahrik etti. Travma zaten sonra yaşandı. Savcı Yüksel olayı spontane geliştiği kimsenin haberi olmadığı için öyle oluyor. Yoksa oraya on bin kişi toplanırdı.

ASKER HELALLEŞMEK İSTEDİ

Erbakan’ın hayatı böyle bir hayat oldu ama vefatı ve cenazesi nasıl oldu sizce? 27 Şubat günü vefat etmesi, bu vefat özel bir mesaj taşıyor, Allah ona bir 28 Şubat daha yaşatmıyor ve işte her türlü hesabın üstünde bir büyük hesap daha var, bu vefat bunu gösteriyor, gibi geldi bana. Size ne anlattı?

Evet, dediğiniz gibi sembolik bir günde vefat etti ve hikmet yönüyle belki de sizin dediğiniz gibi. Cenazesi Cumhuriyet tarihinde bir benzeri daha olmamış derecede kalabalıktı. Çok soğuk bir gün olmasına rağmen, Özal’ın cenazesinden de kalabalıktı. Resmi tören istememesine rağmen askerin de bir şekilde bulunması, çelenkler göndermesi… Asker de Hoca’ya hakkını teslim etmek istedi bence, belki helalleşmek. Çünkü Hoca milli bir savunma sanayinin kurulması için en çok çaba sarf eden siyasiydi.

EŞİNİN VEFATIYLA YIKILDI

Erbakan’ın eşi ile muhabbeti bilinen bir şeydi ama yine de, Nermin Hanım hiç öyle geri planda kalan biri olmamasına rağmen Hoca’nın hayatındaki varlığı ölümünden sonra görünür oldu sanki. Eşinin vefatından sonra Hoca hızla çöktü…

Nermin Hanım’ın özellikle hassas dönemlerde öne çıkmamış olması müthiş bir fedakârlıktı. Hoca açısından ailenin önemi çok büyüktü. Mümkün olan hemen her zaman bütün ailesiyle beraber olmaya çalıştığını biliyoruz. Ki herhalde en birinci planda eşi vardı ve kaybı sonrasında içine düştüğü durum gösteriyor ki Hoca için hayatındaki bütün o çalkantılı dönemlerde yenge hanım demek ki sağlam bir limandı. Allah-ü alem eşini kaybetmek onun açısından ciddi bir travma oldu