MEDYADA İŞİNE SON VERİLECEK KİMSE KALMADI!

Milliyet gazetesinin süresiz izne çıkartarak kızağa çektiği Nuray Mert, MediaCat'e verdiği röportajda medya eleştirileriyle dikkat çekti

Bir süre önce IMC TV’de yeni bir programa başlayan Nuray Mert, Milliyet’ten ayrılık sürecini ve medyanın bugünkü durumunu MediaCat’in Mayıs sayısında Selin Babacan’a anlattı. Hürriyet, NTV ve Milliyet’den yaşadığı kopuş sürecini değerlendiren Mert, medyanın geldiği noktayı "işine son verilecek kimse kalmadı" diyerek özetledi.

İşte Selin Babacan imzalı o röportaj:

‘İŞİNE SON VERİLECEK İNSAN KALMADI’

Kısa süre önce Milliyet gazetesindeki işine son verilen Nuray Mert’in bu ayrılığı medyada büyük yankı uyandırmış, yazdığı son yazı yüzünden bu kararın verildiğine dair haberler çıkmıştı. IMC TV’de yeni bir programa başlayan Mert ile ayrılık sürecini ve bugün medyanın geldiği noktayı konuştuk.

Milliyet gazetesiyle yollarınız nasıl ayrıldı?
Bana yollarımızın ayrıldığı söylenmedi, sadece izne çıkmam telkin edildi. Ben de kendilerinden açıklama yapmalarını rica ettim. Şu ana kadar bir açıklama yapmadılar. Böyle bir durumda yazar daha tepkisel davranabilir. Benim mizacım biliniyor. Açıklama yapsalar bile ben bir şey söylemeyeceğim, üzerine çok konuşmam. Benim NTV’deki programım da bitti ona bakarsanız. O çok daha tuhaf koşullarda bitti. Milliyet konusunda kim benden ne yapmamı istiyorsa onlar bunun gerekçesini anlatsınlar. Durumun ne olduğunu ben de bilmiyorum ki, bana söylenen bu.

Son yazınız yayınlanmadı diye haberler çıktı…
O yanlış. Son yazım yayınlanmadı değil, arkadaşlarımız yanlış anlamışlar. Öyle bir şey olsa ben söylerim, öyle bir şey gizlenir mi? Tam tersine, izin alacağı ibaresinden sonra yazı yazmadım. Bazı arkadaşlar böyle tuhaf bir durum olduğu için ‘herhalde yazısı yayınlanmadı’ dediler. Öyle bir şey olsa, ben o yazıyı mutlaka bir yerde yayınlarım zaten. Çekineceğim bir şey yok takdir edersiniz ki… Ciddi bir sansür de olduğu bilindiği için insanlar öyle düşünüyor. Hürriyet’ten ayrılışım da aslında açıkça yapılmış bir sansür yüzünden değil. Fakat ben bana dolaylı sansür yapıldığını düşündüğüm için bırakmıştım. Kürt meselesiyle ilgili bir yazı yazdım. Rahatsızlık uyandıracağını tahmin ettiğim bir şeydi. Tesadüfen Ankara’daydım. Ankara baskısında arıyorum, bulamıyorum yazımı. Sonra fark ettim ki arka sayfalarda iç tarafa adeta gizlenerek yayınlanmış. Bunu tuhaf bir sansürleme yolu olarak gördüm. O yüzden Hürriyet için yazamayacağımı söyledim. Zaten Hürriyet’le çok doku uyuşmamım olabileceğini düşünmemiştim. Şimdiye kadar yazdığım hiçbir gazetede hiçbir genel yayın yönetmeni ‘onu yaz, bunu yazma’ demedi.

NTV’den ayrılışınız için neden ‘daha tuhaftı’ dediniz?
Başbakan’ın mitingde bana ‘namert’ demesinden sonra galiba, NTV’de bir program yaptık. Ondan sonra seçim oldu. Bana programı bitirmek için telefon ettiklerinde zaten yayın dönemi de bitiyordu. Böyle bir dönemde haklı olarak medya grubunun kaygıları veya üslupları gereğince her şey doğrudan müdahaleye dönüşmeden olup bitebilirdi. O yüzden farklı dedim. Başbakanımız güç göstermeyi seviyor. Karşısındakiler de bu güç gösterisinden çok ürküyorlar. Bana tuhaf gelen oydu. İki hafta bile sabredilememiş olması ve bana telefonla ‘yapamayacağız programı’ denmesi gerçekten çok sert bir şeydi.

Tekrar bir yerde yazmayı düşünüyor musunuz? Teklif geldi mi başka gazetelerden?
Hayır, bir süre düşünmüyorum. Eş dost gazetelerden teklif geldi, sağ olsunlar. Bir süre sağlık nedeniyle biraz toparlanmam lazım. 12 yıl boyunca çok yorulmuşum. Yazı yazmama mâni değil tabii.

IMC TV’de çalışmayı neden kabul ettiniz?
Orayı bir platform olarak düşünüyorum. Teklif ettiklerinde de o yüzden kabul ettim. Çünkü bir horoz dövüşü atmosferinde olan bir şey değil. Teklifi haber sonrasında benim yorum yaptığım ve istediğim gibi konuşabileceğim bir platform olduğu için de çok sevinerek kabul ettim.

Sizce şu an medya hâlâ dördüncü kuvvet mi?
Tabii ki hayır. Ne zaman Türkiye’de medya dördüncü kuvvet olmuş? Şimdi de yeni hegemonyanın, siyasi iktidarın denetiminde. Bu sefer çok göstere göstere yapılıyor bu. İşin çok suyu çıktı. Suyu çıkan başka bir dönem de 28 Şubat’tı. Bugün onu konuşuyoruz.

28 Şubat’ı konuştuğumuz bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Ben 2007’den bu yana darbeleri yargılamak adına olan bitene çok iyimserlikle bakamıyorum. Ergenekon’un tartışılması da çok sorunlu bir çerçevede gerçekleşiyor. Bazı adamların lüzumsuz yere tutuklanmış olmasından, yargılamanın tutuklu yapılmasının anlamsızlığından, ki bu da çok önemli bir insan hakları gaspı, şikâyet ediliyor. Demokrat arkadaşlarımız bu konu gündeme geldiğinde sadece ‘ben de ona karşıyım’ diyor. Adamlar içeride, üç yılı aşan var. ‘Ben de onu eleştiriyorum’ denilerek kaçılacak bir mevzu değil bu. Ben davanın kendisinin derin devlet, karanlık ilişkiler çerçevesinde bir iş olduğunu düşünmüyorum. Bugün 28 Şubat gündemde ama ne işin içerisinde Susurluk, ne 90’lı yılların Kürt politikaları var. 2002 seçimlerinin alınması önemli bir demokratik zaferdi. Çünkü o dönem 28 Şubat’ın devamıydı. AKP, bu demokratik zafere sırtını dayayarak, haklı olarak, geçmişle hesaplaşmaya girişti. Ama kendi adına… 2002 seçimlerinin sonuçları AKP’li olmasa da daha fazla demokrasi isteyen insanlar için önemli bir kapıydı. Çünkü onların da mevcut sistemle sorunları var. Aynı şekilde askerle yaptığı mücadeleyi kendi adına yapsa bile, bu önemli bir şey. Hiç olmazsa gerçekten darbe kafası, askerin sivil siyaset üzerindeki etkisi, bunların kabul edilebilirliği gibi noktalar ortadan kalktı. Uzunca bir süredir herkes darbecilik deyince ‘yakınımıza yaklaşmasın’ diyor. Türkiye böyle bir toplum değildi. Ama ben bunu abartmayalım diyorum. Bunu abartmanın bize maliyeti çok yüksek oldu. AKP’nin kendi adına yürüttüğü mücadeleyi büyük bir demokrasi mücadelesi gibi görmek birçok eleştiriyi saklı tuttu. Türkiye’de demokratlar ‘aman işler hazır iyi bir raya girmiş, onu söylemeyelim bozulmasın, bunu söylemeyelim, gölge etmeyelim, söylersek bizde mi darbeci durumuna düşeriz’ gibi garip korkularla şu anda ödediğimiz fiyatı bize ödetiyorlar.

Sizce bu bir hesaplaşma mı?
Evet, kendi adına bir hesaplaşma. Bu kesim, kullanmayı sevmesem de laikçi genel hegemonyadan, çok çekti. Gözle görülür bir baskı olmadığı için bunu hala tartışıyoruz. Şurası doğru, sağ cenaptan hiçbir kesim asla -birkaç istisnai örnek dışında- solun uğradığı baskılara, işkenceye maruz kalmadı. Bu kesime karşı doğrudan darbe sadece 28 Şubat’tır. Bu kesimin öteden beri maruz kaldığı baskı farklı türden bir baskıydı. Bunu anlayalım. Şu anda bile ben bunun yeterince anlaşılmış olduğunu düşünmüyorum. Bükemediği eli öpenler çok ama bu bundan ibaret. Yoksa karşılıklı bir anlaşma durumu görmüyorum. Bu insanların en önemli sorunu adam yerine konmamak, ikinci sınıf vatandaş olarak görülmek daha ilerisinde de irtica gibi bir suç tanımı. İnsanların bütün hayatını kapsayan bir baskılama dönemiydi. Örneğin bir öğrenci Cuma’ya mı gidiyor, bu insanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılır, önyargılı davranılırdı. İnsanlar annelerinin başörtülü olduğunu gizliyorlardı. Bu da farklı bir baskılama türüdür. İnsanların ‘yok canım hiçbir şey olmadı, bakmayın baskı diyorlar’ diye hafife alabileceği bir şey değildi. AKP büyük ölçüde bu anlayışı tasfiye etti. Sadece Ergenekon’dan bahsetmiyorum. Anlayışın tasfiye edilmesi önemliydi. Açık söyleyeyim, ben de bile zaman zaman öyle duygular oluyor. Bazı sahnelere bakıp ‘yaa dün beğenmediğiniz insanların karşısında ceket iliklersiniz’ diyorum. O yüzden bu anlayışla bile mücadele edilmiş olması önemli bir şey.

Bu nasıl oldu?
Güce olana karşı gösterilen teveccüh şeklinde oldu. Maalesef bizim laik kesimimiz toplumsal diyalog içine girerek karşılıklı anlaşma veya tartışma şeklinde bunu yapamadı. Herkes pozisyonlarında çok ısrarlı ve sert kalmakta ısrar etti. O da bir demokrasi için çok sağlıklı bir şey değil. AKP veya muhafazakâr çevre, devleti önemseyen, güçlü olmayı önemseyen bir zihniyete sahip. Dolayısıyla bununla da birleşince anca güçlü olunca sizin karşınızda eğiliyorlar, sizi önemsiyorlar. Bu tecrübe artı sağ siyasetin zihin dünyasından gelmenin getirdiği güce tapınma, gücünü sonuna kadar gösterme olayına dönüştü bu süreç. Ama o kısımda siyasi iktidarı fazlaca suçlayamıyorum. Sağa karşı mesafeli bir insanım ama bu rezervim var. Bu olay çerçevesinde aslında bir noktadan sonra geçmişin bazı karanlık noktalarını temize çıkarıyorlar. Bu da önemli bir iş. Bütün bu söylediklerime rağmen Ergenekon’da rezervimin olması çok sorunlu bulduğum şey dediğim gibi tutuklulukların uzun olması, kurunun yanında yaşın yanması değil. Onun ötesinde çok daha önemlisi yeni bir hegemonyanın yapı taşlarını oluşturması. Geçmişi hatırlamakta veya geçmişin hesabının sorulmasında çok açık bir eleme yapılması. Yani bazı irdelenecek şeyleri görmezden gelip diğer bazılarını fazlaca öne çıkarmak. Ergenekon davası, darbelerle hesaplaşma sürecinin aslında bir yandan da tam anlamıyla geçmişle hesaplaşma olmasının ötesinde bir yeni hegemonik dilin oluşması, o yeni hegemonyanın resmi ideolojisinin yazılıyor olması, yeni resmi tarihin yazılıyor olması. İşin bu kısmıyla kimse çok fazla ilgilenmiyor.

Sizin dışınızda da pek çok ismin çalıştığı kurumlarla yolları ayrıldı. Resmin bütününü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim durumumda bir Başbakan çıkar da doğrudan bir köşe yazarına ‘sen namertsin’ diye bir laf ederse herkes de durumdan vazife çıkarır, kusura bakmasınlar. Erdoğan’ın da nasıl sert, dediğim dedik, gücünü göstermekten hoşlanan bir Başbakan olduğu da bariz. Yapmış oldukları yapacaklarının garantisidir şeklinde algılıyor medya patronları. Bir de bu yeni döneme eklemlenme çabasında bütün patronlar. Bu iktidarın hiç hoşlanmadığı, hiç haz etmediği yazarlar belli. Mehmet Altan büyük ikna süreçleriyle Star’a transfer edilen birisiydi. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Madem bu kadar değerli bir adamdı, şimdi niye böyle oldu? Üstelik yaptığı çok ciddi bir radikal hükümet eleştirisi de değil.

Medyada göz ardı edilen konulardan biri etik. Bugün ölen birinin ardından bile olmaması gereken başlıkların atıldığını görüyoruz. Siz medyada etik konusunun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medyada etik, genel havadan, ortamdan uzak değil. Nasıl davrandığınız ahlaki kaygılarınızı nasıl tanımladığınıza bağlı. Bahsettiğiniz gazetenin zaten dünyaya bakışı bütün bunları yapabilecek şekilde. Bir toplumun zihniyeti neyse bu zihniyetin medyadaki karşılığı da benzer oluyor. Bu kadar uç örnekler değil ama benim gözüme batan şeyler var. Bir muhafazakâr yazar ‘Anan güzel mi?’ diye başlık attı. Son derece demokrat, entelektüel bir yazar ‘Eldeki kızlar bunlar’ diye bir başlık attı. Buna benzer daha birçok irkiltici şeye rastladım. Bunlar erkek egemen dilin çok örtük ifadeleri değil; her medeni insanın ‘ne yapıyorsun kardeşim?’ diye sorabileceği şeyler. Milli hassasiyetlerimizin söz konusu olduğu konularda bile hiç titiz davranmaya ihtiyaç duymuyoruz. Standartları yüksek kesimlerde dahi dil sorunlu. Nitekim yazdım onu da. Mutlaka gücenmiştir o zaman Oktay Ekşi. Onun da ‘Analarını bile satarlar’ lafı kaldırılacak bir laf değil.

Basın hürriyeti çok fazla tartışılmaya başlandı. Çok sayıda tutuklu gazeteci var ve herkes birbirini yandaş olmakla suçluyor. Sizce bugün medya özgür mü?
Bu dönemin en yaralayıcı ve de umut kırıcı yönlerinden bir tanesi kendine demokrat, sosyalist, liberal diyen insanların tutuklayana değil de tutuklananı suçlayan şeyler yazmaları. Nedim ve Ahmet için ‘bu işte bir bit yeniği var, yazdıklarından dolayı tutuklandılar’ diye yazdılar. Ece’nin sözleşmesi yenilenmediğinde ‘o da zaten Ergenekonculara yakın işler yapıyor’ demeye getirdiler. Bunlar çok acıklı şeyler. Benim hakkımda ‘yeni kandil muhipleri’ diye yazı yazıldı. Bu olacak iş değildir. Fişleme işinin bizzat gazeteci tarafından örgütlenmesi demektir. Gazeteciliğin, vazifesini yerine getirmek bir yana, siyasi iktidara bir yan hizmet verme şekline bürünmüş olması çok üzücü.

İkincisi de Kürt meselesi konusunda. Birtakım insanların, daha ötesinde bir siyasi partinin kendisini ifade etme özgürlüğü yok. Bu kabul edilemez bir şey. Televizyonlara bakıyorsunuz bir sürü insan davet ediliyor. Her gün bir Bakan bir yerde canlı yayın yapıyor. Muhalefet çok fazla görülmüyor. Özellikle BDP’liler ekrana ayak bastırılmıyor. Eskiden iktidarlardan yana tavır takınan gazeteciliğin veya aydın tutumunun itibarı yoktu. O yüzden de insanlar böyle bir şeye yaklaşmazlardı. Aydınlar, demokratlar, gazeteciler iktidarı sorgularlar, kimsenin görmediğini, duymadığını duyurmaya çalışırlardı. Şimdi bu insanlar kurumlarına dönüp de ‘bu adamlara bir sürü soru soruyoruz, bir tanesini konuk olarak alın da bir cevap versin’ demiyor. Sabah akşam insan cevap veremeyecek birilerine sorular sormaya devam edebilir mi, bunu tartışma sayabilir mi? Anlaşılacak bir şey değil ve 2012 itibariyle Türkiye’nin geldiği yer burası.

Röportajın tamamı için buraya tıklayın...