MEDYADA 28 YIL GEÇİREN USTA GAZETECİ NURCAN AKAD MESLEĞE NEDEN ARA VERDİ?
Türk basınının seçkin gazetecilerinden Nurcan Akad, zirvedeyken mesleğe neden ara verdiğini ilk kez açıkladı
Koltuğa veda
Meslekte 28 yıl. Tüm kademelerinden geçerek: Muhabir, şef, yazıişleri müdürü, koordinatör…İlkleri yaparak: İlk kadın Ankara Temsilcisi, ilk kadın yayın yönetmeni. Zirveye tırmanmış, konfora ve güvenceye erişmiş bir kariyer. Gazeteci Nurcan Akad işte o koltuğa bay, bay dedi. Güvenli bir kurumsal hayattan; kendi iradesi ve kararıyla güvencesiz, korunaksız hayata geçişin yüzleşmesini burada yaptı.
İçimdeki ses “Hadi git” diyor. Son bir yılım bu sesi dinleyerek geçti. Ses büyüdükçe her ayın son günü hesaba yatan maaşın güveni de değerini yitirdi, yönetici hayatının sağladığı konfor da. Artık şoförlü bir arabam yok. Yürüyorum, metroya veya taksiye biniyorum. İnsanların, hayatın içinde nefes alıyorum.
Bilgisayarımdaki word dosyasıyla uzun süredir bakışıp duruyoruz. Sırtımda 12 bin vuruşluk yazının yükü; gelgelelim kafamın içi ekrandaki sayfa kadar boş. Benden istenen bir “yüzleşme” yazısı. Yani onca yıl neredeyse canımı verdiğim yazılı basından “pat” diye kopuverirken nelerle yüzleşmek zorunda kaldığımın hikayesi.
Aslında pat diye değil, çıt diye bile denemez; öylesine sessiz sedasız uzaklaşıverdim gazeteden. Ruh gibi. Altı yılımın geçtiği Milliyet binasından, son 18 yılımın 26 ayı hariç kalan tüm zamanını kaplayan Halkalı- Güneşli mevkiinden…
Gazetedekiler izne çıkmadığımı, bir daha geri dönmeyeceğimi bir kaç gün sonra öğrendiler. Yakın çevrem de hemen hemen aynı sırada. Hala pek çok kişi ayrıldığımdan habersiz. Tuhaftır, üç aya yaklaştı ismim künyede duruyor. Belki şu sıralar çıkarmışlardır. Belki diyorum, çünkü yazılı basına veda ettiğim 30 Eylül’den bu yana elime gazete almadım. “İsmin hala künyede” diyenlerin yalancısıyım.
Bu buharlaşmanın arkasındaki nedenleri paylaşmak niyetinde değilim. Hani, “an gelir/ paldır küldür yıkılır bulutlar/ gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet/ o eski heyecan ölür…” diyor ya şair; öyle işte, neden ne olursa olsun, final duygusu buydu: “Heyecan öldü”!
İşte yüzleşme, bunu içimde çok derinden hissettiğim, artık üstünü örtemeyecek kadar güçlü farkettiğim noktada başladı. Kabullenmek ise biraz zaman aldı. Ne de olsa, “bilge” olmak için bile Ferrari’nin gerektiği bir zaman diliminde, öyle “heyecan bitti” diye çekip gidivermek o kadar da kolay değil.
Basında, uzunca bir dönemi tepe noktalarında geçen 28 yılın ardından yapmayı başardığım yegane birikimim, kaç yılımı finanse edebileceğinden emin olamadığım bir banka hesabı ile yıllardır dağıta dağıta eksiltmeyi başaramadığım bir oda dolusu kıyafetten ibaret. Digital kütüphane burnumuzun dibine kadar gelmişken 5- 10 yıl sonra ne yapacağımı kara kara düşündüğüm bir oda dolusu kitap da cabası. Hadi bakalım, bu şartlarda, artık eskisi gibi genç de değilken git gidebilirsen. Ev kira, araban yok. Araban olsa kaç yazar, ehliyetin yok. Hazırda bir iş de yok. Ama gerekçe var, “heyecan bitmiş”.
Onca ağır senenin tüketmeyi başaramadığı devasa bir enerji ise yerli yerinde duruyor hâlâ. Dolayısıyla, işten güçten elini eteğini çekmeye, ayağını uzatıp yayılmaya belli ki daha epey zaman var. Ama içindeki ses de “Hadi git” diyor. Son bir yılım bu sesi dinleyerek geçti. Ses büyüdükçe her ayın son günü hesaba yatan maaşın güveni de değerini yitirdi, sekreterli, özel şoförlü yönetici hayatının yıllardır sağladığı konfor da… Gitmeye karar verdim vermesine, iyi de “nereye”? Ve ardından öteki soru, “Ne yapacağım?”
2009 ağustosunda başlayan sancılı süreçte sorular çeşitlendi. Nelerden vazgeçebilirim, hayatımı ne kadar sadeleştirebilirim, Nilgün’ün yıllardır bir saat gibi aksatmadan tanzim ettiği hayatın olası güçlükleriyle kendi başıma nereye kadar başa çıkabilirim, İstanbul’da kalmalı mıyım, Bodrum’da asgari kaç lirayla yaşanır, bunu sağlamak için ne yapmalıyım vs., vs….
Bodrum’a gidip, sadece beyaz gömlek satan bir dükkan mı açsam, bir kaç yıldır “Gel benimle çalış” diyen Necla Zarakol’a (ki kendisi ablam olur) peki deyip iletişim danışmanlığı işine mi dalsam, üniversitede ders verip, bir yandan niş işler mi yapsam, hasılı her gün bir soruyla yatıp bir kaç yanıtla kalkıyorum. Düşünmediğim tek ihtimal, gazetede kalmak. Ama bir yandan da büyük bir tutkuyla sevdiğim mesleğimi bırakma duygusu içimi acıtıyor. Buna rağmen kendimi bir vedaya yavaş yavaş hazırlıyorum. Bu sürecin, Aydın Doğan’ın vergi borcu nedeniyle gazetenin üzerine yayılan karamsarlık örtüsüyle daha da ağırlaştığını söyleyebilirim.
* * *
Nokta dergisinden Hürriyet’e, Hürriyet’ten Güneş’e, Güneş’ten tekrar Hürriyet’e, Hürriyet’ten Akşam’a, Akşam’dan Milliyet’e; İstanbul’dan Ankara’ya, Ankara’dan istanbul’a, muhabirlik, ekonomi şefliği, istihbarat şefliği, Ankara temsilciliği, köşe yazarlığı, haber müdürlüğü, yazıişleri müdürlüğü, haber koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, yayın danışmanlığı derken, son 18 yılı gazetenin mutfağında, yazıişleri masasında bu meslekte dile kolay, 30 yıla yakın zaman geçti.
Gazete, dünyanın raf ömrü en kısa olan ürünüdür. Bayiye ulaştıktan sonraki ilk bir kaç saat içinde satılmazsa kimse yüzüne bakmaz. Ama o bir kaç saat için, bir önceki gün gazete mutfağında nasıl bir hengame yaşandığını çoğu kimse bilmez. Yazıişleri meşakkatlidir. Okur, gazetesini vitriniyle tanır. Haberdeki imza, köşedeki yazardır onun güzündeki gazeteci. O vitrini hazırlamak için gün boyu çalışan yazıişleri elemanları ise gazetenin isimsiz kahramanlarıdır. Ama asıl onlar yorulur. Sabah toplantısı, öğle toplantısı, birinci sayfa toplantısı, haber yetişti mi, şu unsuru neden yok, şu kişiye neden ulaşamadık, gecikiyoruz, o haber girdi mi, bu habere niye yer yok, manşete ne diyelim, hat kaçacak derken, her gün yeniden yeniden aynı telaş aynı koşuşturma yaşanır. Bu sabah geç kalktım toplantıyı öğlene alalım, deme lüksünüz yoktur. O toplantının saati bellidir. Bir sonrakinin de, bir sonrakinin de. İlkini kaçırın, günü de kaçırırsınız. Gündeme hakim olamazsanız, elinizden kayar gider. Mutfakta çalışıyorsanız, haftada iki gün izin, çoktan unuttuğunuz bir konfordur. Alış veriş, dinlenme, cilt bakımı, kuaför için sadece bir gününüz vardır. Tüm bir yaşamı bir güne sığdırmayı becerir, üstüne bir de akşam iş çıkışı ya da sabahın köründe sporu eklersiniz.
1992’den itibaren 18 yıl işte böyle geçti. Bu süre içinde patronlar, yayınlar, mekanlar, ünvanlar, birlikte çalıştığım insanlar değişti. Yorucu muydu? Evet. Yoruldum mu? Hayır. Ama işte, “o an” yine de geldi.
* * *
Kariyerlerinde tepe noktalara ulaşmış insanların çoğu açısından nerede durduğu her şeyden daha fazla önemlidir. Benim gibi sayıları az olan bazılarıysa ne yaptığıyla daha çok ilgilenir.
Serdar Turgut’la, kendisini Hürriyet‘ten Akşam’a transfer ettikten bir süre sonra yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum. Beni, “Sen genel yayın yönetmenliği değil yazıişleri müdürlüğü yapıyorsun” diye eleştirmişti. Çok ağır bir tempoda, gazetenin spotundan fotoğraflarına kadar her şeyiyle ilgili olduğum için. Belki haklıydı, Genel yayın yönetmenliği ünvanını, bir “güç” ve temsil mevkii değil, daha da artan bir sorumluluk olarak algılamıştım. Yine de Serdar’a hak vermedim. Ama bu ünvanla ilgili algımda bir sorun olduğu ortadaydı. Bunu, Oray Eğin, genel yayın yönetmeni olarak işe başladıktan bir süre sonra benimle yaptığı röportajda, “Nurcan hanım, Beykoz Konakları’na taşınmayacak mısınız?” diye sorunca bir kez daha anladım. Oray, o sırada Radikal’de çalışıyordu. “Neden” dedim olanca doğallığımla. “Eee, bütün genel yayın yönetmenleri orada oturuyor” dedi Oray. Soru yersiz değildi ama yine de şaşırdım. “Hayır” dedim. “Burada oturacağım. Bu sokağı, evimi çok seviyorum. Benim hayat tarzım bu. Genel yayın yönetmeni oldum diye değiştirecek değilim.”
Oysa, Akşam’ın genel yayın yönetmeni olduğumda yer yerinden oynamıştı. İlk kez ulusal çapta yayın yapan bir gazeteye bir kadın genel yayın yönetmeni geliyordu. Özellikle kadınlardan çok coşkulu mesajlar aldım. Bana göre ise bir kadının bu koltuğa oturması, Türk basını açısından oldukça geç kalmış bir adımdı. Kadın da olsanız, erkek de sonuçta hepiniz gazetecisiniz. Ortadaki tuhaflık, erkek yöneticilerin yıllar boyu kadınlarla yönetimi paylaşmak istememesiydi, kadınların eksikliği değil. Nice kadın gazeteci, yıllar boyu gazetelerin yazıişleri odasına bile sokulmadığı için, erkek egemen medyada yönetim katlarına yükselme şansını bulamamıştı. Bu bana nasip oldu diye abartacak değildim. Kaldı ki, bu meslekte bir kadın olarak benim ilk “ilk”im de değildi. Daha önce Asil Nadir’in sahibi olduğu Güneş’te, yine bir gazetenin ilk kadın Ankara temsilcilsiydim. Hürriyet’te yazıişleri müdürü olan ilk kadındım vs.
Akşam’a genel yayın yönetmeni olarak gittiğimde öncelikli amacım gazeteyi bir süredir uzaklaştığı ana akım medya kulvarına yeniden sokmaktı. Ama bir kadın olarak, medyadaki “erkek dili”ne karşı savaşmak ve Hürriyet’te yıllarca mücadelesini verip erkek yöneticiler yüzünden bir türlü başaramadığım “arka sayfa güzeli” müptezelliğine son vermek de hedeflerim arasındaydı. Dolayısıyla o güce sahip olmaya değil, sahip olduğum gücü doğru biçimde kullanmaya odaklandım. Şunu da söylemek zorundayım, benim algım ile bana dışarıdan bakanlarınki hiç örtüşmedi. Erkek medya kadınların beynini bile öylesine formatlamıştı ki, şunu dahi söyleyenler oldu, kadın mesleştaşlarım arasından: “Nurcan Akad’dan şimdi erkekleri arka sayfa güzeli yapmasını bekliyoruz. ” Kadın ya da erkek, farketmez, karşı olduğum bedenin istismarıydı. Karşı olduğum “arka sayfa güzeli” şablonuydu. Bunu bile anlatamamıştım.
* * *
Gümüşsuyu’nda oturuyordum. Hâlâ da orada oturuyorum. Sahip olduğum ünvanlar değişse de hayat tarzım, arkadaşlarım hiç değişmedi. Oysa bir çok kişi açısından bu ünvanlar “güç” simgeleri. Ve onlara denk düşen statü sembolleri var. Genel yayın yönetmenleri Beykoz Konakları’nda oturur, Papermoon’da yemek yer, patronlarla ve büyük işadamlarıyla görüşür, yatları, katları olur falan. Benim bunlarla hiç işim yoktu. Hiç bir zaman da olmadı.
Bu yüzden Milliyet’te geçen 6 yılın ardından “heyecan bitti” noktasına geldiğimde belki biraz daha rahattım. Vazgeçebileceklerim, tepe noktalardaki başkalarına göre oldukça mütevazıydı. Buna karşılık, önümdeki yıllar için beni bekleyen belirsizlik, o başkalarına göre kat be kat fazlaydı. Ama yine de kararlıydım, Milliyet’e veda edecek ve bir daha yazılı basında çalışmayacaktım. İşte böylesi bir dönemde Tolga’yla yeniden karşılaştım. Tolga Yeniyurt, tanıyanlar bilir “aykırı” bir zeka. Yıllar önce, bir internet gazetesini birlikte yapmayı konuşmuştuk. Projesi harikaydı ama o sırada benim için daha o “an” gelmemişti. Yeniden karşılaştığımızda bu kez yeni bir projesi vardı. “iPad için bir gazete tasarlıyorum” dedi. 10 inçlik ekrandaki taslağı görür görmez kanım kaynadı. “İşte bu” dedim. Ve o an sorular bitti. Önümde şekillenen yeni dünyada yine gazetecilik yapabilecektim. Özetle, mesleğe değil, yazılı basına veda ediyordum. Artık patrona, büyük sermayeye, matbaaya, dağıtıma, kağıda ve yüzlerce kişiye ihtiyaç yoktu.“Ben varım” dedim Tolga’ya. Heyecanımı bulmuştum. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. İki buçuk aydır Nişantaşı’nda bir ofisteyim. Artık şoförlü bir arabam yok. Yürüyorum, metroya veya taksiye biniyorum. İnsanların, hayatın içinde nefes alıyorum. Nilgün’ün sistemli çalışması sayesinde, bütün evraklarım dosyalarda.. Faturalarımı o dosyalara koyup Nilgün’ün düzenini kendim sürdürüyorum. Kafelerde oturuyorum, kitapçılara giriyorum, vitrinlere bakıyorum. Sabahtan akşama kadar süren aralıksız toplantılarda kaçırdığım hayatı bir ucundan yakalamaya çalışıyorum.
“Hapisten yeni çıkmış solcu gibisiniz” diyor, Tolga. Teşbihte hata olmaz. Hapisten yeni çıkmış pek çok solcu, buna eski kocam da dahil, 25 yıl öncesinden öylesine aşina ki, tam isabet , evet kesinlikle öyleyim. Artık içine balıklama daldığım hayata hem büyük bir hayretle, hem biraz yabanilikle bakıyorum. Hayatın dışındaki plazaların fanus içindeki yapay yaşamından sokağa çıkışın şaşkınlığını yaşıyorum. Etraftaki bütün lokantalarda yemek yemek, bütün kafelerde kahve içmek istiyorum. Yürümeye, hareket etmeye doyamıyorum.
Tabii bu şimdilik böyle. Bir kaç gün içinde o koşuşturma yeniden başlayacak. Üstelik bu kez sorumluluk daha da artacak. İşin ucunda artık güvenceler de yok. Ama ne olursa olsun, bu kararı verdiğim için mutluyum. Aldığım risk beni hiç ürkütmüyor. İçimde yeniden büyük bir heyecan, tarifsiz bir cesaret var.
Oysa, sadece Türkiye için değil, dünya için bile çok yeni olan bir mecrada, ne olacağı belirsiz bir serüvenin eşiğindeyim. Mevcut bir gazetenin iPad versiyonunu değil, internet versiyonu bile olmayan, sadece tablette okunabilecek ilk gazeteyi hazırlıyoruz Tolga ile birlikte.
Bir süre hiç para kazanmamayı da, banka hesabımı tüketmeyi de göze aldım. Sadece iPad için tasarlanmış bir gazeteyi Türkiye için henüz erken bir girişim sayacakların sayısının hayli fazla olabileceğinin de farkındayım.Ama hiç biri umurumda değil. Çünkü biliyorum ki aslında tam zamanı.Ve ilk kez bir “ilk” beni gerçekten heyecanlandırıyor. Bunu yaşamak bile bu riski almaya değer.
Nurcan Akad/VOGUE
Meslekte 28 yıl. Tüm kademelerinden geçerek: Muhabir, şef, yazıişleri müdürü, koordinatör…İlkleri yaparak: İlk kadın Ankara Temsilcisi, ilk kadın yayın yönetmeni. Zirveye tırmanmış, konfora ve güvenceye erişmiş bir kariyer. Gazeteci Nurcan Akad işte o koltuğa bay, bay dedi. Güvenli bir kurumsal hayattan; kendi iradesi ve kararıyla güvencesiz, korunaksız hayata geçişin yüzleşmesini burada yaptı.
İçimdeki ses “Hadi git” diyor. Son bir yılım bu sesi dinleyerek geçti. Ses büyüdükçe her ayın son günü hesaba yatan maaşın güveni de değerini yitirdi, yönetici hayatının sağladığı konfor da. Artık şoförlü bir arabam yok. Yürüyorum, metroya veya taksiye biniyorum. İnsanların, hayatın içinde nefes alıyorum.
Bilgisayarımdaki word dosyasıyla uzun süredir bakışıp duruyoruz. Sırtımda 12 bin vuruşluk yazının yükü; gelgelelim kafamın içi ekrandaki sayfa kadar boş. Benden istenen bir “yüzleşme” yazısı. Yani onca yıl neredeyse canımı verdiğim yazılı basından “pat” diye kopuverirken nelerle yüzleşmek zorunda kaldığımın hikayesi.
Aslında pat diye değil, çıt diye bile denemez; öylesine sessiz sedasız uzaklaşıverdim gazeteden. Ruh gibi. Altı yılımın geçtiği Milliyet binasından, son 18 yılımın 26 ayı hariç kalan tüm zamanını kaplayan Halkalı- Güneşli mevkiinden…
Gazetedekiler izne çıkmadığımı, bir daha geri dönmeyeceğimi bir kaç gün sonra öğrendiler. Yakın çevrem de hemen hemen aynı sırada. Hala pek çok kişi ayrıldığımdan habersiz. Tuhaftır, üç aya yaklaştı ismim künyede duruyor. Belki şu sıralar çıkarmışlardır. Belki diyorum, çünkü yazılı basına veda ettiğim 30 Eylül’den bu yana elime gazete almadım. “İsmin hala künyede” diyenlerin yalancısıyım.
Bu buharlaşmanın arkasındaki nedenleri paylaşmak niyetinde değilim. Hani, “an gelir/ paldır küldür yıkılır bulutlar/ gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet/ o eski heyecan ölür…” diyor ya şair; öyle işte, neden ne olursa olsun, final duygusu buydu: “Heyecan öldü”!
İşte yüzleşme, bunu içimde çok derinden hissettiğim, artık üstünü örtemeyecek kadar güçlü farkettiğim noktada başladı. Kabullenmek ise biraz zaman aldı. Ne de olsa, “bilge” olmak için bile Ferrari’nin gerektiği bir zaman diliminde, öyle “heyecan bitti” diye çekip gidivermek o kadar da kolay değil.
Basında, uzunca bir dönemi tepe noktalarında geçen 28 yılın ardından yapmayı başardığım yegane birikimim, kaç yılımı finanse edebileceğinden emin olamadığım bir banka hesabı ile yıllardır dağıta dağıta eksiltmeyi başaramadığım bir oda dolusu kıyafetten ibaret. Digital kütüphane burnumuzun dibine kadar gelmişken 5- 10 yıl sonra ne yapacağımı kara kara düşündüğüm bir oda dolusu kitap da cabası. Hadi bakalım, bu şartlarda, artık eskisi gibi genç de değilken git gidebilirsen. Ev kira, araban yok. Araban olsa kaç yazar, ehliyetin yok. Hazırda bir iş de yok. Ama gerekçe var, “heyecan bitmiş”.
Onca ağır senenin tüketmeyi başaramadığı devasa bir enerji ise yerli yerinde duruyor hâlâ. Dolayısıyla, işten güçten elini eteğini çekmeye, ayağını uzatıp yayılmaya belli ki daha epey zaman var. Ama içindeki ses de “Hadi git” diyor. Son bir yılım bu sesi dinleyerek geçti. Ses büyüdükçe her ayın son günü hesaba yatan maaşın güveni de değerini yitirdi, sekreterli, özel şoförlü yönetici hayatının yıllardır sağladığı konfor da… Gitmeye karar verdim vermesine, iyi de “nereye”? Ve ardından öteki soru, “Ne yapacağım?”
2009 ağustosunda başlayan sancılı süreçte sorular çeşitlendi. Nelerden vazgeçebilirim, hayatımı ne kadar sadeleştirebilirim, Nilgün’ün yıllardır bir saat gibi aksatmadan tanzim ettiği hayatın olası güçlükleriyle kendi başıma nereye kadar başa çıkabilirim, İstanbul’da kalmalı mıyım, Bodrum’da asgari kaç lirayla yaşanır, bunu sağlamak için ne yapmalıyım vs., vs….
Bodrum’a gidip, sadece beyaz gömlek satan bir dükkan mı açsam, bir kaç yıldır “Gel benimle çalış” diyen Necla Zarakol’a (ki kendisi ablam olur) peki deyip iletişim danışmanlığı işine mi dalsam, üniversitede ders verip, bir yandan niş işler mi yapsam, hasılı her gün bir soruyla yatıp bir kaç yanıtla kalkıyorum. Düşünmediğim tek ihtimal, gazetede kalmak. Ama bir yandan da büyük bir tutkuyla sevdiğim mesleğimi bırakma duygusu içimi acıtıyor. Buna rağmen kendimi bir vedaya yavaş yavaş hazırlıyorum. Bu sürecin, Aydın Doğan’ın vergi borcu nedeniyle gazetenin üzerine yayılan karamsarlık örtüsüyle daha da ağırlaştığını söyleyebilirim.
* * *
Nokta dergisinden Hürriyet’e, Hürriyet’ten Güneş’e, Güneş’ten tekrar Hürriyet’e, Hürriyet’ten Akşam’a, Akşam’dan Milliyet’e; İstanbul’dan Ankara’ya, Ankara’dan istanbul’a, muhabirlik, ekonomi şefliği, istihbarat şefliği, Ankara temsilciliği, köşe yazarlığı, haber müdürlüğü, yazıişleri müdürlüğü, haber koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, yayın danışmanlığı derken, son 18 yılı gazetenin mutfağında, yazıişleri masasında bu meslekte dile kolay, 30 yıla yakın zaman geçti.
Gazete, dünyanın raf ömrü en kısa olan ürünüdür. Bayiye ulaştıktan sonraki ilk bir kaç saat içinde satılmazsa kimse yüzüne bakmaz. Ama o bir kaç saat için, bir önceki gün gazete mutfağında nasıl bir hengame yaşandığını çoğu kimse bilmez. Yazıişleri meşakkatlidir. Okur, gazetesini vitriniyle tanır. Haberdeki imza, köşedeki yazardır onun güzündeki gazeteci. O vitrini hazırlamak için gün boyu çalışan yazıişleri elemanları ise gazetenin isimsiz kahramanlarıdır. Ama asıl onlar yorulur. Sabah toplantısı, öğle toplantısı, birinci sayfa toplantısı, haber yetişti mi, şu unsuru neden yok, şu kişiye neden ulaşamadık, gecikiyoruz, o haber girdi mi, bu habere niye yer yok, manşete ne diyelim, hat kaçacak derken, her gün yeniden yeniden aynı telaş aynı koşuşturma yaşanır. Bu sabah geç kalktım toplantıyı öğlene alalım, deme lüksünüz yoktur. O toplantının saati bellidir. Bir sonrakinin de, bir sonrakinin de. İlkini kaçırın, günü de kaçırırsınız. Gündeme hakim olamazsanız, elinizden kayar gider. Mutfakta çalışıyorsanız, haftada iki gün izin, çoktan unuttuğunuz bir konfordur. Alış veriş, dinlenme, cilt bakımı, kuaför için sadece bir gününüz vardır. Tüm bir yaşamı bir güne sığdırmayı becerir, üstüne bir de akşam iş çıkışı ya da sabahın köründe sporu eklersiniz.
1992’den itibaren 18 yıl işte böyle geçti. Bu süre içinde patronlar, yayınlar, mekanlar, ünvanlar, birlikte çalıştığım insanlar değişti. Yorucu muydu? Evet. Yoruldum mu? Hayır. Ama işte, “o an” yine de geldi.
* * *
Kariyerlerinde tepe noktalara ulaşmış insanların çoğu açısından nerede durduğu her şeyden daha fazla önemlidir. Benim gibi sayıları az olan bazılarıysa ne yaptığıyla daha çok ilgilenir.
Serdar Turgut’la, kendisini Hürriyet‘ten Akşam’a transfer ettikten bir süre sonra yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum. Beni, “Sen genel yayın yönetmenliği değil yazıişleri müdürlüğü yapıyorsun” diye eleştirmişti. Çok ağır bir tempoda, gazetenin spotundan fotoğraflarına kadar her şeyiyle ilgili olduğum için. Belki haklıydı, Genel yayın yönetmenliği ünvanını, bir “güç” ve temsil mevkii değil, daha da artan bir sorumluluk olarak algılamıştım. Yine de Serdar’a hak vermedim. Ama bu ünvanla ilgili algımda bir sorun olduğu ortadaydı. Bunu, Oray Eğin, genel yayın yönetmeni olarak işe başladıktan bir süre sonra benimle yaptığı röportajda, “Nurcan hanım, Beykoz Konakları’na taşınmayacak mısınız?” diye sorunca bir kez daha anladım. Oray, o sırada Radikal’de çalışıyordu. “Neden” dedim olanca doğallığımla. “Eee, bütün genel yayın yönetmenleri orada oturuyor” dedi Oray. Soru yersiz değildi ama yine de şaşırdım. “Hayır” dedim. “Burada oturacağım. Bu sokağı, evimi çok seviyorum. Benim hayat tarzım bu. Genel yayın yönetmeni oldum diye değiştirecek değilim.”
Oysa, Akşam’ın genel yayın yönetmeni olduğumda yer yerinden oynamıştı. İlk kez ulusal çapta yayın yapan bir gazeteye bir kadın genel yayın yönetmeni geliyordu. Özellikle kadınlardan çok coşkulu mesajlar aldım. Bana göre ise bir kadının bu koltuğa oturması, Türk basını açısından oldukça geç kalmış bir adımdı. Kadın da olsanız, erkek de sonuçta hepiniz gazetecisiniz. Ortadaki tuhaflık, erkek yöneticilerin yıllar boyu kadınlarla yönetimi paylaşmak istememesiydi, kadınların eksikliği değil. Nice kadın gazeteci, yıllar boyu gazetelerin yazıişleri odasına bile sokulmadığı için, erkek egemen medyada yönetim katlarına yükselme şansını bulamamıştı. Bu bana nasip oldu diye abartacak değildim. Kaldı ki, bu meslekte bir kadın olarak benim ilk “ilk”im de değildi. Daha önce Asil Nadir’in sahibi olduğu Güneş’te, yine bir gazetenin ilk kadın Ankara temsilcilsiydim. Hürriyet’te yazıişleri müdürü olan ilk kadındım vs.
Akşam’a genel yayın yönetmeni olarak gittiğimde öncelikli amacım gazeteyi bir süredir uzaklaştığı ana akım medya kulvarına yeniden sokmaktı. Ama bir kadın olarak, medyadaki “erkek dili”ne karşı savaşmak ve Hürriyet’te yıllarca mücadelesini verip erkek yöneticiler yüzünden bir türlü başaramadığım “arka sayfa güzeli” müptezelliğine son vermek de hedeflerim arasındaydı. Dolayısıyla o güce sahip olmaya değil, sahip olduğum gücü doğru biçimde kullanmaya odaklandım. Şunu da söylemek zorundayım, benim algım ile bana dışarıdan bakanlarınki hiç örtüşmedi. Erkek medya kadınların beynini bile öylesine formatlamıştı ki, şunu dahi söyleyenler oldu, kadın mesleştaşlarım arasından: “Nurcan Akad’dan şimdi erkekleri arka sayfa güzeli yapmasını bekliyoruz. ” Kadın ya da erkek, farketmez, karşı olduğum bedenin istismarıydı. Karşı olduğum “arka sayfa güzeli” şablonuydu. Bunu bile anlatamamıştım.
* * *
Gümüşsuyu’nda oturuyordum. Hâlâ da orada oturuyorum. Sahip olduğum ünvanlar değişse de hayat tarzım, arkadaşlarım hiç değişmedi. Oysa bir çok kişi açısından bu ünvanlar “güç” simgeleri. Ve onlara denk düşen statü sembolleri var. Genel yayın yönetmenleri Beykoz Konakları’nda oturur, Papermoon’da yemek yer, patronlarla ve büyük işadamlarıyla görüşür, yatları, katları olur falan. Benim bunlarla hiç işim yoktu. Hiç bir zaman da olmadı.
Bu yüzden Milliyet’te geçen 6 yılın ardından “heyecan bitti” noktasına geldiğimde belki biraz daha rahattım. Vazgeçebileceklerim, tepe noktalardaki başkalarına göre oldukça mütevazıydı. Buna karşılık, önümdeki yıllar için beni bekleyen belirsizlik, o başkalarına göre kat be kat fazlaydı. Ama yine de kararlıydım, Milliyet’e veda edecek ve bir daha yazılı basında çalışmayacaktım. İşte böylesi bir dönemde Tolga’yla yeniden karşılaştım. Tolga Yeniyurt, tanıyanlar bilir “aykırı” bir zeka. Yıllar önce, bir internet gazetesini birlikte yapmayı konuşmuştuk. Projesi harikaydı ama o sırada benim için daha o “an” gelmemişti. Yeniden karşılaştığımızda bu kez yeni bir projesi vardı. “iPad için bir gazete tasarlıyorum” dedi. 10 inçlik ekrandaki taslağı görür görmez kanım kaynadı. “İşte bu” dedim. Ve o an sorular bitti. Önümde şekillenen yeni dünyada yine gazetecilik yapabilecektim. Özetle, mesleğe değil, yazılı basına veda ediyordum. Artık patrona, büyük sermayeye, matbaaya, dağıtıma, kağıda ve yüzlerce kişiye ihtiyaç yoktu.“Ben varım” dedim Tolga’ya. Heyecanımı bulmuştum. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. İki buçuk aydır Nişantaşı’nda bir ofisteyim. Artık şoförlü bir arabam yok. Yürüyorum, metroya veya taksiye biniyorum. İnsanların, hayatın içinde nefes alıyorum. Nilgün’ün sistemli çalışması sayesinde, bütün evraklarım dosyalarda.. Faturalarımı o dosyalara koyup Nilgün’ün düzenini kendim sürdürüyorum. Kafelerde oturuyorum, kitapçılara giriyorum, vitrinlere bakıyorum. Sabahtan akşama kadar süren aralıksız toplantılarda kaçırdığım hayatı bir ucundan yakalamaya çalışıyorum.
“Hapisten yeni çıkmış solcu gibisiniz” diyor, Tolga. Teşbihte hata olmaz. Hapisten yeni çıkmış pek çok solcu, buna eski kocam da dahil, 25 yıl öncesinden öylesine aşina ki, tam isabet , evet kesinlikle öyleyim. Artık içine balıklama daldığım hayata hem büyük bir hayretle, hem biraz yabanilikle bakıyorum. Hayatın dışındaki plazaların fanus içindeki yapay yaşamından sokağa çıkışın şaşkınlığını yaşıyorum. Etraftaki bütün lokantalarda yemek yemek, bütün kafelerde kahve içmek istiyorum. Yürümeye, hareket etmeye doyamıyorum.
Tabii bu şimdilik böyle. Bir kaç gün içinde o koşuşturma yeniden başlayacak. Üstelik bu kez sorumluluk daha da artacak. İşin ucunda artık güvenceler de yok. Ama ne olursa olsun, bu kararı verdiğim için mutluyum. Aldığım risk beni hiç ürkütmüyor. İçimde yeniden büyük bir heyecan, tarifsiz bir cesaret var.
Oysa, sadece Türkiye için değil, dünya için bile çok yeni olan bir mecrada, ne olacağı belirsiz bir serüvenin eşiğindeyim. Mevcut bir gazetenin iPad versiyonunu değil, internet versiyonu bile olmayan, sadece tablette okunabilecek ilk gazeteyi hazırlıyoruz Tolga ile birlikte.
Bir süre hiç para kazanmamayı da, banka hesabımı tüketmeyi de göze aldım. Sadece iPad için tasarlanmış bir gazeteyi Türkiye için henüz erken bir girişim sayacakların sayısının hayli fazla olabileceğinin de farkındayım.Ama hiç biri umurumda değil. Çünkü biliyorum ki aslında tam zamanı.Ve ilk kez bir “ilk” beni gerçekten heyecanlandırıyor. Bunu yaşamak bile bu riski almaya değer.
Nurcan Akad/VOGUE