KUZGUN SİNEMALARA KONACAK!

Korku ve gizem filmlerini sevenler bu hafta sinemalara koşacak. Hepsi birbirinden iyi filmlerle dolu sinema haftasını Murat Tolga Şen yazdı.

Yine filmlerle dollu bir hafta bizi bekliyor. Bol seçeneklii bir vizyon sofrasına oturmuş gibi hissedebilirsiniz. Kuzgun korku edebiyatının en müthiş kalemlerinden Edgar Allan Poe’yu bir gizem kahramanına çeviriyor ve John Cusack’la ilgi çekiyor.

Dehşet Evi ve Ölümün Sesi korku filmi sevenler için kaçırılmaması gereken filmler ama Ölümün sesi geç vizyona girmiş olmaktan dolayı ilgi görmeyebilir.

Öte yandan harika iki komedi filmi var; Hayatımın Tatili ve Aşkın Renkleri... Tarihi epikleri sevenler için de Kara Altın mutlaka görülmesi gereken bir yapım.

Sıkı filmlerle dolu güçlü bir vizyon haftası daha....




HAFTANIN FİLMİ: THE RAVEN / KUZGUN / GERİLİM, SUÇ / 111 DK

CİNERADADAR NOTU: 6

The Raven / Kuzgun Edgar Allan Poe’nun en önemli şiir öyküsü ama Poe ismi sadece Kuzgun’dan ibaret değil. 46 yıllık yaşamı boyunca yazdıklarıyla kendinden sonra gelen pek çok ismi etkilemiş bir şair, Poe… Onun hikayelerindeki mistik temalar ve yükselen şiirsi duygusallık günümüz korku hikayelerini/ filmlerini esin manyağı yapmış deli deha H.P. Lovecraft’ı bile kalbinden vurmuştu.

Edgar Poe modern sinemaya da sürekli olarak esin kaynağı oldu. Pek çok kısa hikayesi MGM, Universal ve özellikle Roger Corman’ın ellerinden korku severlere ulaştı. Poe hikayelerinden gelen en güçlü esinlenme ise aslen bir çizgi roman uyarlaması olan The Crow’ da görüldü. İntikam için ölüler diyarından gelen ve omuzunda sürekli bir kuzgunla gezen kahramanın adı bile gönderme içeriyordu; Eric Draven!

Sonrasında yaptığı üç filme rağmen hala V for Vendetta’nın yönetmeni olarak hatırladığımız James McTeigue’nin yönettiği 2012 mahsulü The Raven / Kuzgun filmi, Poe’nun hikayelerinden birini peliküle aktarmak yerine bizzat kendisini bir kahraman olarak bize sunuyor. James Bond’luğa özenen Sherlock Holmes filmleri izlediğimiz bir zamanda Sherlock misali bir dedektife dönüşerek gizemleri çözen Edgar Allan Poe karakterine şaşırmadım elbette… Hatta bence filmin en harika tarafı senaryosu!

Viktorya dönemi İngiltere’sinin, titrek fenerlerle aydınlanan puslu Londra’sında geçen film boyunca Poe, yeniden korku öyküleri yazması için sevgilisini kaçıran bir seri katil tarafından terörize edilen bir gazeteci / yazar olmuş. Bu İngiliz manyağı Poe’nun öykülerini sevme işini biraz abartmış ve onu yeniden yazmaya motive edebilmek için eski öykülerindekinin tıpkısı ölüm tuzakları kuruyor. Böylelikle hem şair hem de onun öyküleri hakkında epey bir fikir sahibi oluyoruz. Hatta bunlardan birinde bir tiyatro eleştirmeni dev bir hızarla ikiye bölünüyor. Bunu yaparken de “ben sadece bir eleştirmenim!” diye çığlıklar atıyor. Gore* seviyesi hayli yüksek bu sahnede yönetmenin önceki işlerini eleştiren sinema yazarlarından intikam alma isteği açıkça ortada… Hoş!

Teknik anlamda kusursuz olan film sıkı bir seyirlik olsa da beklentileri boşa çıkaran, iki vizyon önce izlediğimiz The Wolfman / Kurtadam misali asla bir klasiğe dönüşmeyerek unutulacak bir film… Bu hezimetin başlıca sebebi yanlış oyuncu seçimi olsa gerek… John Cusack High Fidelity ile zirve noktasına ulaşmış ancak sonrasında hızlı düşmüş bir oyuncu ve Edgar Allan Poe karakterine kuvvetli bir nefes üfleyebildiği söylenemez. Onun yerine Edward Norton seçilmiş olsa filmin kaderi değişebilirmiş… Keza nişanlısını canlandıran Alice Eve’ da Viktorya dönemi İngiltere’sinde geçen bir hikaye için fazla Amerikalı bir yüz olmuş. Filmi sırtlayan oyuncu, Dedektif Fields’ı canlandıran Luke Evans… Bazen öylesine öne çıkıyor ki kahramanın o olduğunu düşünmeye başlıyoruz.

Nihayetinde, izlenemeyecek, es geçilecek bir film değil Kuzgun ama beklentilerin altında kalacak. CGI Kuzgunların gerçeğinden farkedilemeyecek kadar başarılı olması ve şiddeti gösterme konusunda çekincesiz olması hoşuma gitti. Edgar Allan Poe’dan ve hikayelerinden hoşlananlar için…

Gore: Kan banyosu anlamına gelen bu kelime aşırı şiddet kullanımını ifade eder.



BABYCALL / ÖLÜMÜN SESİ / PSİKOLOJİK GERİLİM / 91 DK

CİNERADADAR NOTU: 7

Babycall 1960 doğumlu Norveçli yönetmenin filmografisindeki dördüncü uzun metraj film. Daha önceki filmleri sırasıyla; Budbringeren (Junk Mail, 1997), Amatorene (You Really Got Me, 2001) ve Kapı Komşusu (Naboer) (Next Door, 2005). Bir önceki filmi Naboer ülkemizde de gösterime girmiş, sonrasında DVD olarak piyasaya sürülmüş ve izleyenlerden olumlu tepkiler almıştı.

Kahramanımız Anna, şiddetsever kocasının zulmünden kaçıp devlet desteğine sığınarak 8 yaşındaki oğluyla birlikte Oslo’da kimsenin bilmediği bir eve taşınıyor. Şiddet gören sadece Anna’ da değil üstelik... Oğlu Anders de payına düşeni almış ve babası tarafından boğulmaya çalışılmıştır. Annelik içgüdüleri haklı sebeplerden dolayı sürekli alarm veren Anna oğlundan bir saniye olsun ayrılamamak gibi bir takıntı geliştirir. O uyurken sesini duyabilmek için bir bebek mikrofonu (Babycall dedikleri bu işte) alır. Buraya kadar her şey normal, gelin görün ki bir süre sonra oğlunun odasından sadece onun nefes alış-verişleri değil başka tuhaf sesler de gelmeye başlar, olaya bir hayali arkadaş dahil olur ve hani "işte film şimdi başlıyor" dedikleri duygu var ya, seyirci olarak onu duyumsar ve merakla perdeye bakarız. Baktığımızla da kalırız!

Çünkü Babycall nefis bir şekilde oluşturduğu ve tırmandırdığı öyküyü bir yerden sonra o Nordik duygusuzluğa teslim ediyor. Favori yönetmenlerimden Álex de la Iglesia buna benzer bir hikayeyi yıllar önce İspanyol seyircilere teslim etmişti. Aslında Películas Para No Dormir: Cuento De Navidad (TV) serisinin bir filmiydi; La habitación del niño / The Baby’s Room. Orada da genç bir çift yeni doğan bebelerinin odasına bu cihazlardan birini alıp binbir türlü belayla muhattap oluyordu. Avrupalı örnekleri birbirine kırdırıyormuş gibi olmayayım ancak bana göre TV için çekilen bu film dehşet duygusunu yükseltmek konusunda Babycall’dan daha üstün. İspanyollarda kendiliğinden gelen duygusallık bir ebeveyn-çocuk korkusu yaratmak için epey yardımcı oluyor.

Neyse, şu kurak iklimde elimize ilgiye değer çok az film geçerken, yazının şehvetine kapılıp Babycall’u yerden yere vurmamalı... Babycall psikolojik bir korku/gerilim olarak net bir hikaye anlatmak yerine izleyende muğlak fikirler yaratıp onu sürpriz finaline kadar kafasını iyice karıştırarak götürmek niyetinde... "Ejderha Dövmeli Kız" Lisbeth Salander olarak dikkat çeken Noomi Rapace harika oyunuyla bunu sağlamak konusunda epey yardımcı oluyor ama senaryo da bir Zindan Adası (Shutter Island) değil! Finalle açıklanamayacak, boşlukta kalan, bir yere oturmayan çok fazla şey var.

Yine de korku filmi diye çöpten, çamurdan işlere sarıldığımız şu zamanlarda Kuzey Avrupa sinemasının bu türdeki yükselişini devam ettiren etkileyici bir örnek Babycall... Kusurlarına rağmen, es geçmenin mümkün olmadığı bir film. Senaryodan ya da kurgudan kaynaklanan kimi eksiklikleri hoşgösterecek kadar güçlü bir oyunculuk ve orijinal olmamasına rağmen çarpan bir dramı var. Uç noktalarda bir ebeveyn – çocuk ilişkisi seyirliği... Psikolojik gerilimleri seven herkesin mutlaka görmesi gerek...



LA DELICATESSE / AŞKIN RENKLERİ / ROMANTİK KOMEDİ / 108 DK

CİNERADADAR NOTU: 8

Özet: Nathalie, inanılmaz bir aşk evliliği yapmıştır. Herşey yolundadır. Ancak bir sabah çok sevdiği kocasının ölüm haberini alır. Hayata küsmüştür. Aradan üç yıl geçmesine rağmen kocasının yasını tutmaktadır. Ancak birden hayatına giren İsveçli iş arkadaşı Marcus, Nathalie’nin hayatını yeniden gözden geçirmesine sebep olacaktır.

Amelie’nin muhteşem Audrey Tautou’sunun oynadığı harika bir romantik komedi. Güzel başlayan, hayat ve sevmek üzerine ilginç şeyler söyleyen bu film ortalarında bir yerlerde ilginç bir şekilde drama değil komediye yüz veriyor ve iyiki de öyle yapıyor. " Sevmek sadece güzel kadınlar/yakışıklı erkeklerin hakkıdır" görüşüne saldıran bu film her yaştan seyirci için. Hafif ama derin bir şeyler izlemek isterseniz "Aşkın Renkleri"ni kaçırmayın.



ÇİFTE SOYGUN / FLYPAPER / KOMEDİ, SUÇ / 87 Dk

CİNERADADAR NOTU: 4.5

Özet: Tripp, sallana sallana kapanış saatinde bir bankaya girdiğinde iki farklı soyguncunun birbirlerinden habersiz olarak bankayı soymaya çalıştığının farkında değildir. Çıkan çatışma sonrası bankada rehin kalınca, güzel veznedar Kaitlin’le yakınlaşır. Soyguncunun biri profesyonel, diğeri amatördür. Güvenlik sistemi de gün sonu kilidini devreye sokunca herkes binada kilitli kalır, şamata başlar.

Komik olmak için kendini yırtan bir film... Aslında başka bir oyuncu kadrosuyla yılın komedisine dönüşebilecek bir potansiyeli vaken hiç bir zaman favori oyuncularımdan biri olmamış Patrick Dempsey’in yanına Ashşey Judd’u alarak öne çıkma çalışmalarından dolayı karaya oturuyor. Amerikalılar "suç komedisi" çekmesin demiyorum, hobi olarak yine çeksinler ama izlediğimzi enfesi İngiliz işlerinden sonra bu delirmiş "Kolombo" hikayesinden pek keyif alamadım. Ancak çok vaktiniz varsa ya da haftanın tüm filmlerini sinemada görmeye yemin ettiyseniz!



THE BEST EXOTIC MARIGOLD HOTEL / HAYATIMIN TATİLİ / KOMEDİ / 111 DK

CİNERADADAR NOTU: 7.5

İngiliz bir grup emekli arkadaş emekliliklerinde lüks ama daha ekonomik bir tatil geçirmek isterler. Reklam broşürlerinden Hindistan’daki Marigold Hotel’i keşfeden arkadaşlar, uzak doğuya yaptıkları bu seyahatlerinde beklediklerinden çok daha farklı deneyimlerle karşılaşacaklardır. Zira Marigold Hotel sandıkları kadar lüks değildir ama Hindistan insanlarının sıcaklığı, misafirperverliği ve bu renkli ülkenin sevecen egzotikliği Amerikalı turistlerin yepyeni duygularla tanışmasına aracı olacaktır.

Bill Nighy, Maggie Smith (Oscar ödüllü), Judi Dench (Oscar ödüllü), Tom Wilkinson (Oscar adayı), Dev Patel (Slumdog Millionaire’in yıldızı), Penelope Wilton, Celia Imrie, Tena Desae, Ronald Pickup gibi birbirinden başarılı ve ödüllü dev bir yıldız kadro ile karşımıza çıkan filmin yönetmen koltuğunda da Oscar adayı olan ve ‘Âşık Shakespeare’ ile akıllara kazınmış yönetmen John Madden var. 31. İstanbul Film Festivali’nde galası yapılan ve yönetmen John Madden’ın da galaya katıldığı film, Deborah Moggach’in “These Foolish Things" romanından esinlenilmiş. İyi komedi, iyi film...



THE CABIN IN THE WOODS / DEHŞET KAPANI / KORKU / 95 DK

CİNERADADAR NOTU: 8

Özet: “Beş arkadaş ormanda bir kulübeye giderler. Kötü şeyler olur.” Eğer bu hikâyeyi bildiğinizi sanıyorsanız, tekrar düşünün! Ünlü senaryo yazarları Joss Whedon ve Drew Goddard’ın yeni projesi Dehşet Kapanı, korku filmlerine bambaşka bir yaklaşım ile seyircilere heyecan ve sürprizlerle dolu bir korku şöleni sunuyor.

Joss Whedon (Buffy the Vampire Slayer, Dollhouse ve Mayıs ayında gösterime girecek olan Yenilmezler) ile Drew Goddard (Canavar, Buffy the Vampire Slayer, Angel, Lost) gibi iki kült sinemacının hayal dünyasının ürünü olan Dehşet Kapanı herhangi bir korku filmi gibi başlıyor: Şen şakrak beş üniversiteli arkadaş, hafta sonunu hovardalık edip eğlenerek geçirmek için bir kır evine giderler ve korkutucu yaratıkların saldırısına uğrarlar, her taraf kan gölüne döner. Tanıdık mı geldi? Biraz sabredin. Gençler geleneksel korku filmi tepkileri vermeye başlayınca, kontrol odasındaki bir grup teknisyen korkan gençlerin her hareketini dört gözle takip ediyor, hatta hareketlerine yön veriyorlar. Bu teknisyenlerin olaya dahil olması, akıl almaz ve fantastik bir efsanenin buzdağı gibi sadece su üstündeki kısmına işaret eden ve kan banyosu, inanılmaz hayal gücü ve ince mizah harmanından oluşan bir macerada korku filim geleneklerini alt üst ediyor.

“Dehşet Kapanı, bir açıdan klasik korku filmi gibi duruyor,” diye açıklıyor Goddard. “Patlamış mısırınızı elinize alıp, beş genç ormana doğru yola çıkıp başlarına kötü şeyler gelirken. sevgilinizin elini tutup izlediğiniz türden bir film. Ama Dehşet Kapanı aynı zamanda bizim bu tür filmlere yönelik farklı bir yaklaşımımız. Ve bu işlerin beklediğinizden çok daha sıradışı ve korkutucu olacağı anlamına geliyor.”

Dehşet Kapanı’nda rol alan Chris Hemsworth (daha çok geçen senenin yaz aylarında büyük başarı elde eden sinema filmi Thor’daki büyük kahraman olarak tanınmaktadır), Goddard ve Whedon’ın senaryosunu ilk okuduğu zamanı hatırlıyor. “İlk başta kendi kedime sıradan bir korku filmi dedim. Anlamıyorum. Sonra devam ettikçe olay ilginçleşmeye ve gelişmeye başladı, her sayfa yüzüme tokat gibi inmeye başladı. Her sayfada olaylar git gide çığırından çıkmaya devam etti, ta ki... Ta ki diye bir şey yok aslında. Ardı arkası gelmiyor. Sizi tanıdık gelen bir yola sokuyor ama sonra bildiğiniz her şeyden bambaşka bir şeye dönüşüyor.”

Goddard ve Whedon, Sam Raimi’nin Şeytanın Ölüsü (The Evil Dead) filminden tutun da Dario Argento’nun Suspiria’sına varan korku klasiklerini saygıyla selamlayan bir senaryo yazmışlar. Ancak kendinden önce yapılan korku filmlerine hürmet sunarken, Dehşet Kapanı yeniden canlandırdığı korku öğelerini de sorguluyor. “Korkuyu seviyorum,” diye açıklıyor Whedon. “Ama senaryoları tahmin etmek gün geçtikçe daha kolay hale geliyor. Ölüm sahneleri daha da mide bulandırıcı hale geliyor. Gençlerin harcanması ise yaygınlaşıyor. Ve işkence araçlarına yönelik aşk artarken, diyaloglara duyulan aşk neredeyse ölmek üzere. Korku filmlerindeki ritüeller ucuzlaşıyor.”

Dehşet Kapanı’nın sıradan bir korku filmi olmadığına dair ilk ipucu emektar oyuncular Bradley Whitford ve Richard Jenkins’in oyuncu kadrosunda yer alması. Bu iki deneyimli oyuncu filmde kontrol odasının patronları Hadley ve Sitterson’ı canlandırıyor. Etkileyici teknolojik aletleri kullanan bu iki adam beş arkadaşı basmakalıp korku filmi kurbanı olmaya zorluyor. Gençler çoğu korku filmi kurbanı gibi filme başlasalar da, Sitterson ve Hadley’nin onların davranışlarını yönlendirmelerine karşı koyamıyorlar. “Kontrol odası patronları bizim yerimizde, yani izleyicinin yerinde duruyor,” diye açıklıyor Whedon. “Ama öyküyü anlatan kişiler olarak karşı çıktığımız her şeyi de temsil ediyorlar aynı zamanda: Perdede gençlere mümkün olduğunca çok acı çektirmek, aptalca davranmalarına yol açmak, ölümlerini gerilim dolu bir olay haline getirmek.”



BLACK GOLD / KARA ALTIN / TARİHİ, DRAMA / 130 DK

CİNERADADAR NOTU: 7.5

Özet: Hobeika Emiri Nesib ve Salmaah Sultanı Amar, Sarı Kuşak adını verdikleri ve hiç kimsenin yaşamadığı topraklar üzerinde hak iddia etmemeye karar vermişlerdir. Bir gün Amerika’dan çıkagelen bir petrolcü yörede büyük değer taşıyan petrol rezervleri olduğunu söyler. Bahsedilen rezervler yıllar önce barış anlaşması imzalanan Sarı Kuşak topraklarındadır.

Yönetmen Jean-Jacques Annaud “Black Gold” ile seyirciyi sinemanın Altın Çağından bu yana yaşamadığı bir macera için Arabistan çöllerine götürmeyi vaad ediyor. Hikâyenin kalbinde genç bir prensin 20inci yüzyılın başlarında topraklarında petrol bulunmasıyla iki aile, iki aşk, iki baba ve bir kader arasında kalması var. Tarihi film sevenler için haftanın tek filmi...