KAZANAN NİÇİN KAZANDI, KAYBEDEN NEDEN KAYBETTİ? ATİLLA AKAR'DAN ÇARPICI ANALİZ!
"Lamı, cimi yok! AKP seçimlerin "ezici" kazananıdır" diyen yılların deneyimli gazetecisi Atilla Akar, AK Parti'nin bu başarısındaki en önemli etkenleri ortaya koydu...
Lamı, cimi yok! AKP seçimlerin “ezici” kazananıdır. Geri kalanlar ancak bir diğerine oranla görece “kazanan” yahut “kaybeden”dir. Üstelik AKP son üç seçimi oy oranını sürekli bir biçimde arttırarak kazanmış ve tarihe bir “ilk” olarak geçmiştir. Bu anlamda “ekonominin kötü olduğu”, “iktidarın artık yıprandığı”, vb türünden “birebirci”, “doğrusal bilinççi” şablon yaklaşım ve beklentiler fos çıkmış ve bambaşka bir “realite”nin yürürlükte olduğunu ispatlamıştır. O yüzden halen AKP’nin yüzde 50’ye varan oyla “başarısı”na şaşıran yahut algılayamayan varsa önce onun aklına şaşmak gerekecektir belki de…
O kadar ki halen AKP’nin aldığı sonucu sadece “iktidar olanaklarını elinde bulundurmakla”, “devlet imkânlarını kullanmakla”, “yandaş basının desteğini sağlamakla”, “seçmeni yanıltmakla” (hatta “seçim hileleri”), vb ile açıklayanlar var. En sıkıştıkları noktada ise “seçmenin beyinsizliği” deyip geçiyorlar. Bu gibiler günümüzün demokrasilerini antik Atina demokrasisi zannediyorlar sanırım. Sadece sınırlı bir “Özgür Yurttaş” grubunun (Eski Atina’da sadece bu kesim ”özgür” ve “halk”tan sayılırdı.) oy kullanabildiği “Elitler Demokrasisi”, ve tümüyle onlardan kurulu “Asiller Parlamentosu”.bekleniyor herhalde. O yüzden modern demokrasiye olmadık vasıflar yüklüyor ve her defasında şaşırıyorlar. Böyle giderse şaşırmaya da devam edecekler. Oysa demokrasinin “fabrika ayarları” değişeli yüzyıllar oluyor!
Ancak bu çapta bir seçim başarısı gerçekte bir dizi faktörün “ortak bileşkesi”nde oluşur ve daha onlarca “faktör” saymak mümkündür. Bunların bir kısmı “görünen” nedenler kategorisindeyken bazıları da daha “derinde” faktörlere işaret etmektedir. Öyle veya böyle “sonuç” ortadadır ve halen bazı durumları kabul etmek istemeyenlerin, inanamayanların suratında tokat gibi patlamaktadır. Çünkü kimilerine “halkın mantıksızlığı” gibi gelen şey bir başka tür “mantığa” denk düşmektedir ki asıl “belirleyici dinamik” budur!
REEL ETKİLER NELERDİR?
Peki o halde bu süreçte “başarı”yı veya “başarısızlığı” doğuran gerçek nedenler nelerdir? Bütün “görünenler”in ötesinde hangi etkiler ortaya çıkan tabloyu doğurmuştur. (Burada AKP’nin “örgütüne hakim oluşu”, “örgütü iyi çalıştırıyor oluşu”, “vizyon çizmesi”, “adaylarını iyi belirlemesi”, “Seçim ve propagandayı iyi yapması” vb gibi taktik ve sathi nedenleri kastetmiyorum. Bunlar benim için “ayrıntı” bile değildir.) Çok değişkenli dönüşümlerin bileşkesinde bir sonuç ortaya çıkmıştır ve bu “yeni” bir süreç değildir. Çoktandır işleyen ama şimdi “zirve” yapan bir eğilimdir. Şimdi benim bakış açım hayli “teorik” gibi görünse de inanın sürecin “Gerçek Saikler”i budur. Durumu kendi açımdan maddeler halinde analiz etmeye çalışayım. Yazı –uzun gibi görünse de- dikkatle okunduğunda sürecin temel yönelimlerine işaret ettiği anlaşılacaktır. Hiç şüphesiz başka faktörlerinde olmasına rağmen bana göre en önemli etkilerin sıralaması şöyle tanımlanabilir;
1) Sınıfsal Değişim: Türkiye’de 1980’lerden itibaren tedrici, 1990’lardan itibaren ise sıçramalı bir değişim yaşandı. “Geleneksel sınıf”ın yani “İstanbul Dükalığı”nın “kayıtsız şartsız egemenliği” geriledi. Onun yerine “Anadolu Sermayesi” ya da “Anadolu Kaplanları” denilen, MÜSİAD’da simgelenen yeni-sınıf gelişti. Bu durum kendisini siyaseten ilk Refah Partisi’nin yükselişinde kendini hissettirdi. Geleneksel sınıfın dayanak noktaları bir bir aşındı. Dolayısıyla söz konusu “yeni sınıf” “geleneksel sınıf”ın önce nüfus alanı dışında ve ona “rağmen” gelişti. Artık eski “sınıf”ın ona bahşettiği “Anadolu bayilikleri” ile yetinmeyen, tamamıyla kendine özgü dinamikleri olan yeni bir ekonomik güç haline geldiler. Ve bu sınıf şunu fark etti ki; eğer siyasi alanda sözcülerine, siyasi alanda güce kavuşmazlar ise konumlarını uzun süre koruyamayacaklar ve geleneksel sınıf tarafından yutulacaklar. “Siyasal İslam’ın dönüşümü” denen durum tümüyle budur. Düne kadar “yeşil sermaye” diye küçümsenen kesimdi bu. Kapatılan RP, bu sınıfın yükseliş trendine ayak uyduramayınca gene kendi içinden çıkardığı “revizyonist kanat”ın kadrolarıyla bu sınıfın sözcülüğüne talip oldu. “İslamcılık” kendisine yeni bir “form” yarattı ve bu yeni formun kalıbı da AKP oldu. AKP, bu yeni sınıfın ihtiyaç hissettiği siyasal yönelim ve desteği sağladı. Eski sınıfa göre formatlanmış geleneksel cumhuriyetin kurumları bu “yeni dalga” karşısında fazla duramadı. İktidar ve dolayısıyla onun nimetleriyle tanışan bu “yeni sınıf” kazandığı yeni “statü”yü korumakta ve genişletmekte kararlıydı. İkinci Cumhuriyet arayışı “maddi temel”ine kavuşmuş ve “yeni-sınıf” eliyle kurulmaktaydı. İkinci Cumhuriyet’in motor gücü yeni-sınıf oldu. İşte “AKP’nin başarısı” denen olgu bu “sınıfsal sörf dalgası” üzerinde yükselmesindendir. Kapışma “ideolojik biçim” alsa da gerçekte ideolojik değil, sınıfsaldır. O yüzden “başarı”yı ilk elde böyle “okumak” gerekir. Unutmayalım; tarihte arkasında bir sınıfın desteğinin olmadığı hiçbir “değişim hareketi” yoktur!
2) Sosyal Değişim: Aynı şekilde toplumun geleneksel kültürel-davranışsal kalıpları da değişti. Cumhuriyetin “geleneksel insan” kuşağı hızla erirken daha “taşralı”, “tutucu”, “görece eğitimsiz” bir kesim “dominant” hale geldi ve sürece ağırlığını koydu. Geleneksel değer ve yargılar giderek siyasal alanda kendilerini daha fazla hissettirir oldular. Yaşam tarzları ve kültürel tercihler siyasal tercihlerin önüne geçti ya da siyasal içerik kazandı. Bu kesim 1950’lerden itibaren “kırdan kente göç” ile yayılım alanını genişletirken, siyasal-sosyal-kültürel tercihleri de tedricen değiştirdi. Bu kesimin siyasal sözcülüğüne soyunan DP, cumhuriyetin geleneksel “zinde kuvveti” tarafından siyaseten durduruldu ama yok edilemedi. Özal iktidarı ile yeniden önü açılan bu kesim siyaseten 28 Şubat’la durdurulmak istendi ama tam tersine daha da güçlenmesinin yolu açıldı. Toplumsal ve siyasal hayatta, devlet kadrolarında bu kesimin ağırlığı daha da arttı. AKP ile atağa geçti ve nihai darbeyi vurdu.
3) Lider Profilinde Değişim: Bir sınıfsal-sosyal hareketin oluşması, hatta siyasal potasını bulması tek başına yetmez. Bu arayış aynı zamanda liderini de bulmak zorundadır. Tayyip Erdoğan olgusu bu soruya verilmiş pratik bir cevap oldu. Geleneksel sağ liderlere oranla (Menderes- Demirel-Erbakan-Özal) belki görece daha “az eğitimli”, tutum alışta kimilerine daha “kaba” görünse de gerçekte bu onun “dezavantaı” değil “avantajı” oldu. Böylelikle sağda ilk defa kitlelerin kültürel kodları, dili ve tarzı ile özdeş sayabilecekleri bir “lider modeli” ortaya çıktı. Sanıldığının aksine “azarlamacı”, “sinirli”, çoğu kez “frensiz” tavırları, sert tutum alışı da kitlelerin gündelik yönelimiyle “uyumluluk” arz etti. Tayyip Erdoğan’ın otoriter söyleme yatkınlığı ve bunu “doğal” hali olarak ortaya koyması “ortalama insan” için “itici” değil “cazip” bir durumdur. Çünkü sanıldığının aksine kitleler kadınlara benzerler. Kendilerine iyi davranan, “canım cicim”ci erkekleri değil, bir miktar hoyrat ve “maço” erkekleri tercih ederler. Bu ilke “kitle psikolojisi”nin anahtarıdır. Bu bağlamda halkın “demokrasi” istediği de bir yanılsamadır. Halk “otoriter”, “kodu mu oturtan” bir “tek adam” rejimi istemektedir. “Gücetaparlık” insan toplumlarının oldum olası en eski hastalığıdır. Dolayısıyla “demokrasi” vurgusu ya da çağrısı milletin en az yarısının fazla umurunda görünmemektedir. (Ya da onlar zaten demokrasiden “kendi gibilerin iktidara gelmesi”ni anlamaktadırlar!) Oysa rakibi Kılıçdaroğlu oldukça “naif” hatta bir ölçüde “sinameki” kalırken Bahçeli ise fazla “resmi” bir imaj çiziyordu. Hiçbiri zaman zaman bendini yıkmış bir ego gibi görünse de Erdoğan’ın bu “karizma”sına erişemedi. Bu “Tayyip Erdoğan Faktörü”dür. Erdoğan’sız bir AKP’nin aynı permormansı gösterebilmesi oldukça şüphelidir.
4) Merkez Sağ’ın Çöküşü: AKP merkez-sağın “tapulu arazisi” üzerine inşaat yapsa da klasik merkez-sağ bir parti olmadı. AKP’nin baştan beri biraz da pratik nedenlerle DP-Menderes çizgisini sahiplendiği ve “tarihsel uzantısı” olduğu iddiasına rağmen klasik merkez-sağ bir parti olarak şekillenmedi. Örneğin DP, “Laik/Kemalist” gelenek ve kadrolar içinden doğmuştu. DP’yi kuranların hemen hepsi eski CHP üyeleridir. Bu anlamda DP, CHP’nin içinden çıkmadır. Ona “rağmen” oluşmamıştır. CHP’nin devlet/iktidar olanaklarıyla palazlanan “şahsi teşebbüsçü” kanadı ile “devletçi” kanadı birbirinden ayrışmıştır. DP özünde “modernist” tutum ve tavırları korumuş, sadece geniş kitleye “pragmatik” bir “tutuculuk” sergilemiştir. Oysa AKP, “İslamcı” hareket içindeki ayrışmadan doğmuş, “anti-modernist” tavra sahip bir gelenekten gelmektedir. AKP, “Milli Görüş Geleneği”ne yaslanır. Merkez sağdan ziyade “Post-Modern/revizyonist İslamcı” özellikler gösterir. DP’de her şeye rağmen “liberal tonlama” ağır basarken AKP’de “muhafazakâr söylem” ön plana çıktı. DP, “Elitist” değil ama “Elit”tir. Menderes ve DP’ye önayak olanların hemen hepsi cumhuriyetin ilk kurucu “elitleri” arasındadır. Dolayısıyla DP, “elit karşıtlığı”ndan ziyade “elitlerin ayrışması” üzerine kurulmuş, başka bir “sağ elit partisi”dir. AKP’de ise “seçkin” özellikler daha geri planda durmaktadır ve bir “seçkinlik alerjisi” şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu ise “vasat kontağı”nı getirmiş, “avami” söylem ve tarzı belirginleştirmiştir. Bu durum lider profillerine de yansımıştır. Menderes çok “beyefendi”, “asil”, “ince”, “sakin”, “modern” ve “kentli” görünürken Tayyip Erdoğan çok daha “bıçkın”, “delikanlı”, “sert”, “asabi”, “Kasımpaşalı” yanları ile ön plana çıktı. Menderes İttihat Terakki Lisesi, Kızılçullu Amerikan Koleji ve Ankara Hukuk Fakültesi gibi döneminin seçkin sayılabilecek okullarında okudu. Tayyip Erdoğan’a oranla görece daha “eğitimli” idi. Ayrıca Erdoğan bir “halk çocuğu” iken, Menderes ise “üst sınıf”a mensuptu. DP’de kültürel olarak “liberal-modernist” tavır ve söylem ön planda “İslami vurgu”lar tali iken, AKP’de “İslami vurgu ve imajlar” önde “Liberal-modernist” söylem ise talidir.
5) Siyasi Kadroların Tutum Alışlarında değişim: Aynı zamanda DP’liler “bireysel yaşam”larında son derece “laik” ve “modernist” iken aynı durum AKP’de söz konusu değildir. DP’lilerin ellerinde içki kadehleri ile kokteyl ve balolarda çekilmiş fotoğraflarını bulabilirsiniz. (Menderes, sonradan aleyhine çok çirkin bir şekilde kullanılacak “çapkınlık”larını toplumdan gizli yaşamaya bile yanaşmamıştır.) AKP, DP’ye oranla bu konuda çok daha kalın hatlara sahiptir. DP, laiklik konusunda görece “Ortayolcu” tutum İzlemiştir: Bu anlamda yöneticileri neredeyse tümüyle batıcı/laik özellikler gösterirlerken, bireysel yaşamlarında “dini vecibeleri” öne çıkartan, bu konuda “model” oluşturan tipler değildir. AKP örneğinde ise lider, kurucu, yönetici, bakanları ve parlamento grubunda “dini hassasiyetleri” daha ön planda kişiler yer almaktadır. İnançsal saiklerini bir “model” olarak bireysel yaşamlarında da yansıtmaktadırlar. DP tarikat ve cemaatlerle daha “dirsek teması” tarzı benimsemiş iken, AKP, daha “sıkı fıkı” bir imaj çizmektedir. DP, cumhuriyetin restorasyonunu hedeflemez ve geleneksel dengeleri fazla sarsmaz iken AKP, bu yeni mevzilenişte daha radikal arayışlara yönelir bir imaj çizmektedir. Hiç şüphesiz gelinen noktada merkez sağın kendi iç çelişki ve statükocu beceriksizlikleri belirleyici olmakla birlikte AKP, merkez sağın içini boşalttı (ya da tersine başka bir şeyle doldurdu) ve kendine göre yeniden, “fiili” bir tarifini dayattı. AKP bu çözülüşün bir yan ürünü olarak yükseldi. Artık “merkez sağda boşluk” diye bir şey kalmadı, çünkü “merkez sağ” kalmadı! AKP bu boşluğu dolduramadı/doldurmadı da. Zaten böyle bir niyeti de yoktu. O merkez sağ seçmeni “kaptı” ve kendine “çekip, bir anlamda “asimile” etti. Artık AKP’ye oy veren Yeni-Sağ bir profildir.
6) Dinsel/Etnik/Mezhepsel Faktörlerin Dominant Hale Gelmesi: Demokrasi bir batılı bir düşünce ve “aydınlanma” mirası olarak insanın önce “akli tercih”lerine, gene bir liberal mantık gereği “çıkarları”na göre hareket edeceği varsayımına dayanır. Burada ekonomik güdü belirleyici olarak görülür. Siyasi partiler bu çıkarların temsilcisidir ve insanlar sandık başına gittiğinde diğer bütün etkilerden bağımsız olarak oy kullanırlar diye düşünülür. Aynı şekilde insanların “bireysel” davranacakları varsayılır. “Özgür irade”den esasta kastedilen de budur. (“Milli İrade” bireysel iradelerin toplamında oluşacaktır!) Kâğıt üzerinde doğru gibi görünse de geçen zaman liberal mantığın bu yanılsamasını tuzla buz etmişe benzemektedir. İnsanlar çoğunlukla mevcut varsayımdaki yaklaşımın tersine hareket etmektedirler ve giderek varsayılan nedenlerin dışındaki etkiler “dominant” hale gelmektedir. Bunlar Türkiye’de dinsel, etnik, mezhepsel faktörlerin siyasette “belirleyici” rolünün artarak sürdüğünü, insanların grupsal tercihlere göre davrandığına işaret etmektedir. AKP, bu durumu son referandum oylaması ve seçim başarısında kullanmıştır. Geniş Sünni kitlenin “Alevi Fobisi”ni dozunda işlemiş ve Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” kimliğini ön plana çıkartarak (Aynı şekilde “Kürt/ Dersimli” teması da işlenmiştir) bu arkaik korku veya nefrete hitap etmiştir. Bunu negatif bir anlam yükleyerek söylemiyorum ama objektif baktığımda “Alevi genel başkanlı” bir CHP’nin Sünni kitlelerden –maalesef ki- oy almakta zorlanacağı gerçeği ortaya çıkmıştır. (Buna abartılı bir “CHP camileri ahır yaptı” söylemini ekleyerek ayrıca Sünni kitle üzerindeki “CHP Fobisi”ni kaşımıştır.) Aynı şekilde hızla “Kürt hakları”ndan “Kürtçülüğe” kayan Kürt Hareketi’nin siyasette “bozucu” bir etkisi olmuştur. Etnik/Milliyetçi çatışkıyı güçlendirmesi bir yana demokrasinin ön şartı olan “bireyleşme”yi tıkayıcı bir işlev yüklenmektedir. Artık bir partiye (BDP veya onun desteklediği “bağımsız adaylar”a olgusu) oy vermek için “Kürt olmak” yetmektedir. Diğer bütün program tercihleri, genel siyaseti önemsiz unsurlar haline gelmiştir. Bu bakımdan etnik/mezhepsel/dinsel kimliklerin bu kadar öne çıkması siyasette “arkaik kimlikleri” çok fazla ön plana çıkartmaktadır. Bu kimlikler zaten aileden, adeta “doğal” olarak geldiği için hiçbir “bireysel dönüşüm”e izin vermemektedir. Bu ise AKP’nin manevralarına, siyaseten kaşımasına uygun bir zemin yaratmıştır. Bu kimliklere göre siyasetin dominat olduğu bir ortamda artık AKP ve liberalizmin alternatifi olabilecek sol, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, vb alternatifin/muhalefetin adeta zemini kalmamakta veya iyice daralmaktadır. Çünkü her tür etnik/mezhepsel/dinsel ayrışma ve siyaset her zaman ve tarihsel olarak sağ siyasetin değirmenine su taşır.
7) İstikrar Arayışı: İstikrardan “mutlak istikrar”ı anlayanlar (Ki, öyle bir şey yok!) şaşırmaktadırlar. “Nasıl oluyor da işsizliğin, fakirliğin, eşitsizliğin, taşeronlaşmanın, sözleşmeli çalışmanın, bu kadar derinleştiği, ekonomik durumun bazı sıkıntılar gösterdiği bir ülkede halk halen AKP gibi bir partiyi destekler?” gibi hazır bir soru soruluyor. Bu “birebirci”, “doğrusal bilinççi” şablon yaklaşım kendisini aldatmaktadır. Bu “bilinç”i halen “ekonomiye endeksli” bir otomatik süreç zannedenlerin tarihsel yanılgısıdır. Öncelikle ortalama insanın korkularını anlamamaktadır. Ortalama insan bir “dünyevi ekonomik cennet” beklentisi içinde değildir. Son derece rasyonel ve gerçekçidir. “Çorba”sının kaynaması, az ücretli de olsa bir işinin olması, iyi-kötü asgari ihtiyaçlarını (lüks ve kaliteli olmasa da) temin edebilmesi, zar zorda olsa bir şekilde geçinmesi, “teknesini yürütmesi” ve gelecekte bunların “daha iyi” olması ümidini taşıması onun için yeterlidir. Onun için en kötü durum “içinde olduğu” değil, halihazırdaki “yaşamsal statüko”nun bozulması ve bunları tümden kaybetme ihtimalidir. O yüzden “AKP giderse kriz gelir, istikrar bozulur” korkusu ya da tehdidi bu kesimlerin bilinçaltlarında oldukça işlevsel olmuştur. Buna üst-sınıfları da katabiliriz. Onlarda bir kriz çıkması endişesi içindedirler.
8) Orduya Posta Koyabilen Bir Başbakan: Düne kadar Türk halkının en çok “güvendiği”, çekindiği ve otoritesini hemen hiç sorgulamadığı kurum ordu olmuştu. Oysa AKP ve Erdoğan “Vesayet” tartışmaları ekseninde bu gücü ordunun elinden yavaş yavaş çekti. “Sivil” biçimde de olsa –en azından toplumun diğer bölümünde- artık en çekinilen kesim Erdoğan ve AKP’nin kendisi olmuştur. Güç el değiştirmiştir. Ordu eski “karizması”nı ve “otoritesi”ni kaybederken bu güç adeta bir “organ nakli” gibi AKP ve Erdoğan’ın eline geçmiştir. Kim ne derse desin –açıkça itiraf edilmese de- artık ordudan değil ama Erdoğan’ın “hışmından” korkulmaktadır. “Korkutuculuk”la “demokrasinin yan yana gelebilmesi başlı başına bir siyasi ironi olsa gerek!
9) “Beyaz Türk” ve Elit Alerjisi: Elitler olmadan ne toplum ne de doğru düzgün bir yönetim olur. Her toplum ve topluluk kendi elitlerini yaratır ve onlara göre yol alır. Ortalamanın, avamın bir topluluğa yol göstericilik, şekil vericilik yaptığı görülmemiştir. Ancak AKP’de kendi elitlerini yarattığı halde, sanki kendi elitleri yokmuş gibi bunu “elit alerjisi” veya düşmanlığına çevirmeyi becerebilmiştir. “Elitist” tutum alışla “elitleri” birbirine karıştıran bu söylemi bir “strateji” olarak kullanmış, “vasatizm”i özendirmiş ve toplumda yeni bir ayrışma/çatışma noktası icat etmeyi başarmıştır. Tarihsel dayanakları olsa da reel olarak soyut bir “elit nefreti”ne oturan bu anlayış geniş kitlelerin gözünde her türlü muhalif çıkışı, arayışı “elit vesayeti” ile özdeş hale getirmiş ve adeta bir “öcü” yaratılmıştır. “Darbecilik”, “Ergenekonculuk” gibi ithamlarla pekiştirilen/bütünleştirilen bu söylem geçmişin Komünizm/Şeriat/Bölücülük söylemi ile eş bir işlev yaratır hale gelmiştir.
10) Medyadaki Değişim: AKP geçmişin sağ iktidarları gibi sınırlı bir “parti basını”na sahip bir hükümet ve parti değildir. (Geçmişin Tercüman, Yeni asır, Milli Gazete örnekleri vb gibi) AKP ilk defa “büyük medyada” iktidar olmuş, kendi “yazarlarını” yaratmış bir iktidardır. Elinde büyük bir “ideolojik mobilizasyon” kapasitesine sahip geniş bir medya ağı vardır. (Gazeteler, televizyonlar, dergiler, internet siteleri, vb.) Bu geleneksel sağ oluşumların tarihinde görülmemiş ölçüde bir “medya yığınağı”dır. AKP ile birlikte ilk defa medya literatürüne “yandaş aydın” kavramı girmiştir. Üstelik bununla yetinmeyen AKP, bu oluşum dışındaki medyayı da “vesayet medyası” olarak direkt veya dolaylı yollardan tasfiye etmenin, geriletmenin, yazar susturmanın yollarını bulmuştur. Üstelik yeni “ayar atmalar” beklenmektedir!
Hiç şüphesiz yukarıda sayılan nedenlere “kendi derin devletini yaratma” ve “uluslar arası destek” de eklenebilir. Ancak her ne olursa olsun unutulmamalı ki AKP bütün bunları sandıktan aldığı “meşruiyet” neticesi yapabilmektir. Dolayısıyla konumuz bağlamı “seçimler” olduğuna göre değerlendirmelerimizi esas olarak bu eksen belirlemiştir. Muhalefetin hata ve eksikleri ise ayrı bir değerlendirme yazısı konusudur. Bu bakımdan ortaya çıkan sonucu “sevinilecek” ya da “üzüntü duyulacak” bir durum olarak görmeden önce bir “realite” kabul edip, onun üzerinden tartışmak en makul yaklaşım olacaktır…
Not: Sözcü gazetesi yazarı Mehmet Türker’in yazısındaki ’Deveye diken...’ ifadesini yadırgadığımı, ayıpsayıp oldukça avami ve seviyesiz bulduğumu belirtmek durumundayım.
Atilla Akar/İNFİAL
O kadar ki halen AKP’nin aldığı sonucu sadece “iktidar olanaklarını elinde bulundurmakla”, “devlet imkânlarını kullanmakla”, “yandaş basının desteğini sağlamakla”, “seçmeni yanıltmakla” (hatta “seçim hileleri”), vb ile açıklayanlar var. En sıkıştıkları noktada ise “seçmenin beyinsizliği” deyip geçiyorlar. Bu gibiler günümüzün demokrasilerini antik Atina demokrasisi zannediyorlar sanırım. Sadece sınırlı bir “Özgür Yurttaş” grubunun (Eski Atina’da sadece bu kesim ”özgür” ve “halk”tan sayılırdı.) oy kullanabildiği “Elitler Demokrasisi”, ve tümüyle onlardan kurulu “Asiller Parlamentosu”.bekleniyor herhalde. O yüzden modern demokrasiye olmadık vasıflar yüklüyor ve her defasında şaşırıyorlar. Böyle giderse şaşırmaya da devam edecekler. Oysa demokrasinin “fabrika ayarları” değişeli yüzyıllar oluyor!
Ancak bu çapta bir seçim başarısı gerçekte bir dizi faktörün “ortak bileşkesi”nde oluşur ve daha onlarca “faktör” saymak mümkündür. Bunların bir kısmı “görünen” nedenler kategorisindeyken bazıları da daha “derinde” faktörlere işaret etmektedir. Öyle veya böyle “sonuç” ortadadır ve halen bazı durumları kabul etmek istemeyenlerin, inanamayanların suratında tokat gibi patlamaktadır. Çünkü kimilerine “halkın mantıksızlığı” gibi gelen şey bir başka tür “mantığa” denk düşmektedir ki asıl “belirleyici dinamik” budur!
REEL ETKİLER NELERDİR?
Peki o halde bu süreçte “başarı”yı veya “başarısızlığı” doğuran gerçek nedenler nelerdir? Bütün “görünenler”in ötesinde hangi etkiler ortaya çıkan tabloyu doğurmuştur. (Burada AKP’nin “örgütüne hakim oluşu”, “örgütü iyi çalıştırıyor oluşu”, “vizyon çizmesi”, “adaylarını iyi belirlemesi”, “Seçim ve propagandayı iyi yapması” vb gibi taktik ve sathi nedenleri kastetmiyorum. Bunlar benim için “ayrıntı” bile değildir.) Çok değişkenli dönüşümlerin bileşkesinde bir sonuç ortaya çıkmıştır ve bu “yeni” bir süreç değildir. Çoktandır işleyen ama şimdi “zirve” yapan bir eğilimdir. Şimdi benim bakış açım hayli “teorik” gibi görünse de inanın sürecin “Gerçek Saikler”i budur. Durumu kendi açımdan maddeler halinde analiz etmeye çalışayım. Yazı –uzun gibi görünse de- dikkatle okunduğunda sürecin temel yönelimlerine işaret ettiği anlaşılacaktır. Hiç şüphesiz başka faktörlerinde olmasına rağmen bana göre en önemli etkilerin sıralaması şöyle tanımlanabilir;
1) Sınıfsal Değişim: Türkiye’de 1980’lerden itibaren tedrici, 1990’lardan itibaren ise sıçramalı bir değişim yaşandı. “Geleneksel sınıf”ın yani “İstanbul Dükalığı”nın “kayıtsız şartsız egemenliği” geriledi. Onun yerine “Anadolu Sermayesi” ya da “Anadolu Kaplanları” denilen, MÜSİAD’da simgelenen yeni-sınıf gelişti. Bu durum kendisini siyaseten ilk Refah Partisi’nin yükselişinde kendini hissettirdi. Geleneksel sınıfın dayanak noktaları bir bir aşındı. Dolayısıyla söz konusu “yeni sınıf” “geleneksel sınıf”ın önce nüfus alanı dışında ve ona “rağmen” gelişti. Artık eski “sınıf”ın ona bahşettiği “Anadolu bayilikleri” ile yetinmeyen, tamamıyla kendine özgü dinamikleri olan yeni bir ekonomik güç haline geldiler. Ve bu sınıf şunu fark etti ki; eğer siyasi alanda sözcülerine, siyasi alanda güce kavuşmazlar ise konumlarını uzun süre koruyamayacaklar ve geleneksel sınıf tarafından yutulacaklar. “Siyasal İslam’ın dönüşümü” denen durum tümüyle budur. Düne kadar “yeşil sermaye” diye küçümsenen kesimdi bu. Kapatılan RP, bu sınıfın yükseliş trendine ayak uyduramayınca gene kendi içinden çıkardığı “revizyonist kanat”ın kadrolarıyla bu sınıfın sözcülüğüne talip oldu. “İslamcılık” kendisine yeni bir “form” yarattı ve bu yeni formun kalıbı da AKP oldu. AKP, bu yeni sınıfın ihtiyaç hissettiği siyasal yönelim ve desteği sağladı. Eski sınıfa göre formatlanmış geleneksel cumhuriyetin kurumları bu “yeni dalga” karşısında fazla duramadı. İktidar ve dolayısıyla onun nimetleriyle tanışan bu “yeni sınıf” kazandığı yeni “statü”yü korumakta ve genişletmekte kararlıydı. İkinci Cumhuriyet arayışı “maddi temel”ine kavuşmuş ve “yeni-sınıf” eliyle kurulmaktaydı. İkinci Cumhuriyet’in motor gücü yeni-sınıf oldu. İşte “AKP’nin başarısı” denen olgu bu “sınıfsal sörf dalgası” üzerinde yükselmesindendir. Kapışma “ideolojik biçim” alsa da gerçekte ideolojik değil, sınıfsaldır. O yüzden “başarı”yı ilk elde böyle “okumak” gerekir. Unutmayalım; tarihte arkasında bir sınıfın desteğinin olmadığı hiçbir “değişim hareketi” yoktur!
2) Sosyal Değişim: Aynı şekilde toplumun geleneksel kültürel-davranışsal kalıpları da değişti. Cumhuriyetin “geleneksel insan” kuşağı hızla erirken daha “taşralı”, “tutucu”, “görece eğitimsiz” bir kesim “dominant” hale geldi ve sürece ağırlığını koydu. Geleneksel değer ve yargılar giderek siyasal alanda kendilerini daha fazla hissettirir oldular. Yaşam tarzları ve kültürel tercihler siyasal tercihlerin önüne geçti ya da siyasal içerik kazandı. Bu kesim 1950’lerden itibaren “kırdan kente göç” ile yayılım alanını genişletirken, siyasal-sosyal-kültürel tercihleri de tedricen değiştirdi. Bu kesimin siyasal sözcülüğüne soyunan DP, cumhuriyetin geleneksel “zinde kuvveti” tarafından siyaseten durduruldu ama yok edilemedi. Özal iktidarı ile yeniden önü açılan bu kesim siyaseten 28 Şubat’la durdurulmak istendi ama tam tersine daha da güçlenmesinin yolu açıldı. Toplumsal ve siyasal hayatta, devlet kadrolarında bu kesimin ağırlığı daha da arttı. AKP ile atağa geçti ve nihai darbeyi vurdu.
3) Lider Profilinde Değişim: Bir sınıfsal-sosyal hareketin oluşması, hatta siyasal potasını bulması tek başına yetmez. Bu arayış aynı zamanda liderini de bulmak zorundadır. Tayyip Erdoğan olgusu bu soruya verilmiş pratik bir cevap oldu. Geleneksel sağ liderlere oranla (Menderes- Demirel-Erbakan-Özal) belki görece daha “az eğitimli”, tutum alışta kimilerine daha “kaba” görünse de gerçekte bu onun “dezavantaı” değil “avantajı” oldu. Böylelikle sağda ilk defa kitlelerin kültürel kodları, dili ve tarzı ile özdeş sayabilecekleri bir “lider modeli” ortaya çıktı. Sanıldığının aksine “azarlamacı”, “sinirli”, çoğu kez “frensiz” tavırları, sert tutum alışı da kitlelerin gündelik yönelimiyle “uyumluluk” arz etti. Tayyip Erdoğan’ın otoriter söyleme yatkınlığı ve bunu “doğal” hali olarak ortaya koyması “ortalama insan” için “itici” değil “cazip” bir durumdur. Çünkü sanıldığının aksine kitleler kadınlara benzerler. Kendilerine iyi davranan, “canım cicim”ci erkekleri değil, bir miktar hoyrat ve “maço” erkekleri tercih ederler. Bu ilke “kitle psikolojisi”nin anahtarıdır. Bu bağlamda halkın “demokrasi” istediği de bir yanılsamadır. Halk “otoriter”, “kodu mu oturtan” bir “tek adam” rejimi istemektedir. “Gücetaparlık” insan toplumlarının oldum olası en eski hastalığıdır. Dolayısıyla “demokrasi” vurgusu ya da çağrısı milletin en az yarısının fazla umurunda görünmemektedir. (Ya da onlar zaten demokrasiden “kendi gibilerin iktidara gelmesi”ni anlamaktadırlar!) Oysa rakibi Kılıçdaroğlu oldukça “naif” hatta bir ölçüde “sinameki” kalırken Bahçeli ise fazla “resmi” bir imaj çiziyordu. Hiçbiri zaman zaman bendini yıkmış bir ego gibi görünse de Erdoğan’ın bu “karizma”sına erişemedi. Bu “Tayyip Erdoğan Faktörü”dür. Erdoğan’sız bir AKP’nin aynı permormansı gösterebilmesi oldukça şüphelidir.
4) Merkez Sağ’ın Çöküşü: AKP merkez-sağın “tapulu arazisi” üzerine inşaat yapsa da klasik merkez-sağ bir parti olmadı. AKP’nin baştan beri biraz da pratik nedenlerle DP-Menderes çizgisini sahiplendiği ve “tarihsel uzantısı” olduğu iddiasına rağmen klasik merkez-sağ bir parti olarak şekillenmedi. Örneğin DP, “Laik/Kemalist” gelenek ve kadrolar içinden doğmuştu. DP’yi kuranların hemen hepsi eski CHP üyeleridir. Bu anlamda DP, CHP’nin içinden çıkmadır. Ona “rağmen” oluşmamıştır. CHP’nin devlet/iktidar olanaklarıyla palazlanan “şahsi teşebbüsçü” kanadı ile “devletçi” kanadı birbirinden ayrışmıştır. DP özünde “modernist” tutum ve tavırları korumuş, sadece geniş kitleye “pragmatik” bir “tutuculuk” sergilemiştir. Oysa AKP, “İslamcı” hareket içindeki ayrışmadan doğmuş, “anti-modernist” tavra sahip bir gelenekten gelmektedir. AKP, “Milli Görüş Geleneği”ne yaslanır. Merkez sağdan ziyade “Post-Modern/revizyonist İslamcı” özellikler gösterir. DP’de her şeye rağmen “liberal tonlama” ağır basarken AKP’de “muhafazakâr söylem” ön plana çıktı. DP, “Elitist” değil ama “Elit”tir. Menderes ve DP’ye önayak olanların hemen hepsi cumhuriyetin ilk kurucu “elitleri” arasındadır. Dolayısıyla DP, “elit karşıtlığı”ndan ziyade “elitlerin ayrışması” üzerine kurulmuş, başka bir “sağ elit partisi”dir. AKP’de ise “seçkin” özellikler daha geri planda durmaktadır ve bir “seçkinlik alerjisi” şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu ise “vasat kontağı”nı getirmiş, “avami” söylem ve tarzı belirginleştirmiştir. Bu durum lider profillerine de yansımıştır. Menderes çok “beyefendi”, “asil”, “ince”, “sakin”, “modern” ve “kentli” görünürken Tayyip Erdoğan çok daha “bıçkın”, “delikanlı”, “sert”, “asabi”, “Kasımpaşalı” yanları ile ön plana çıktı. Menderes İttihat Terakki Lisesi, Kızılçullu Amerikan Koleji ve Ankara Hukuk Fakültesi gibi döneminin seçkin sayılabilecek okullarında okudu. Tayyip Erdoğan’a oranla görece daha “eğitimli” idi. Ayrıca Erdoğan bir “halk çocuğu” iken, Menderes ise “üst sınıf”a mensuptu. DP’de kültürel olarak “liberal-modernist” tavır ve söylem ön planda “İslami vurgu”lar tali iken, AKP’de “İslami vurgu ve imajlar” önde “Liberal-modernist” söylem ise talidir.
5) Siyasi Kadroların Tutum Alışlarında değişim: Aynı zamanda DP’liler “bireysel yaşam”larında son derece “laik” ve “modernist” iken aynı durum AKP’de söz konusu değildir. DP’lilerin ellerinde içki kadehleri ile kokteyl ve balolarda çekilmiş fotoğraflarını bulabilirsiniz. (Menderes, sonradan aleyhine çok çirkin bir şekilde kullanılacak “çapkınlık”larını toplumdan gizli yaşamaya bile yanaşmamıştır.) AKP, DP’ye oranla bu konuda çok daha kalın hatlara sahiptir. DP, laiklik konusunda görece “Ortayolcu” tutum İzlemiştir: Bu anlamda yöneticileri neredeyse tümüyle batıcı/laik özellikler gösterirlerken, bireysel yaşamlarında “dini vecibeleri” öne çıkartan, bu konuda “model” oluşturan tipler değildir. AKP örneğinde ise lider, kurucu, yönetici, bakanları ve parlamento grubunda “dini hassasiyetleri” daha ön planda kişiler yer almaktadır. İnançsal saiklerini bir “model” olarak bireysel yaşamlarında da yansıtmaktadırlar. DP tarikat ve cemaatlerle daha “dirsek teması” tarzı benimsemiş iken, AKP, daha “sıkı fıkı” bir imaj çizmektedir. DP, cumhuriyetin restorasyonunu hedeflemez ve geleneksel dengeleri fazla sarsmaz iken AKP, bu yeni mevzilenişte daha radikal arayışlara yönelir bir imaj çizmektedir. Hiç şüphesiz gelinen noktada merkez sağın kendi iç çelişki ve statükocu beceriksizlikleri belirleyici olmakla birlikte AKP, merkez sağın içini boşalttı (ya da tersine başka bir şeyle doldurdu) ve kendine göre yeniden, “fiili” bir tarifini dayattı. AKP bu çözülüşün bir yan ürünü olarak yükseldi. Artık “merkez sağda boşluk” diye bir şey kalmadı, çünkü “merkez sağ” kalmadı! AKP bu boşluğu dolduramadı/doldurmadı da. Zaten böyle bir niyeti de yoktu. O merkez sağ seçmeni “kaptı” ve kendine “çekip, bir anlamda “asimile” etti. Artık AKP’ye oy veren Yeni-Sağ bir profildir.
6) Dinsel/Etnik/Mezhepsel Faktörlerin Dominant Hale Gelmesi: Demokrasi bir batılı bir düşünce ve “aydınlanma” mirası olarak insanın önce “akli tercih”lerine, gene bir liberal mantık gereği “çıkarları”na göre hareket edeceği varsayımına dayanır. Burada ekonomik güdü belirleyici olarak görülür. Siyasi partiler bu çıkarların temsilcisidir ve insanlar sandık başına gittiğinde diğer bütün etkilerden bağımsız olarak oy kullanırlar diye düşünülür. Aynı şekilde insanların “bireysel” davranacakları varsayılır. “Özgür irade”den esasta kastedilen de budur. (“Milli İrade” bireysel iradelerin toplamında oluşacaktır!) Kâğıt üzerinde doğru gibi görünse de geçen zaman liberal mantığın bu yanılsamasını tuzla buz etmişe benzemektedir. İnsanlar çoğunlukla mevcut varsayımdaki yaklaşımın tersine hareket etmektedirler ve giderek varsayılan nedenlerin dışındaki etkiler “dominant” hale gelmektedir. Bunlar Türkiye’de dinsel, etnik, mezhepsel faktörlerin siyasette “belirleyici” rolünün artarak sürdüğünü, insanların grupsal tercihlere göre davrandığına işaret etmektedir. AKP, bu durumu son referandum oylaması ve seçim başarısında kullanmıştır. Geniş Sünni kitlenin “Alevi Fobisi”ni dozunda işlemiş ve Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” kimliğini ön plana çıkartarak (Aynı şekilde “Kürt/ Dersimli” teması da işlenmiştir) bu arkaik korku veya nefrete hitap etmiştir. Bunu negatif bir anlam yükleyerek söylemiyorum ama objektif baktığımda “Alevi genel başkanlı” bir CHP’nin Sünni kitlelerden –maalesef ki- oy almakta zorlanacağı gerçeği ortaya çıkmıştır. (Buna abartılı bir “CHP camileri ahır yaptı” söylemini ekleyerek ayrıca Sünni kitle üzerindeki “CHP Fobisi”ni kaşımıştır.) Aynı şekilde hızla “Kürt hakları”ndan “Kürtçülüğe” kayan Kürt Hareketi’nin siyasette “bozucu” bir etkisi olmuştur. Etnik/Milliyetçi çatışkıyı güçlendirmesi bir yana demokrasinin ön şartı olan “bireyleşme”yi tıkayıcı bir işlev yüklenmektedir. Artık bir partiye (BDP veya onun desteklediği “bağımsız adaylar”a olgusu) oy vermek için “Kürt olmak” yetmektedir. Diğer bütün program tercihleri, genel siyaseti önemsiz unsurlar haline gelmiştir. Bu bakımdan etnik/mezhepsel/dinsel kimliklerin bu kadar öne çıkması siyasette “arkaik kimlikleri” çok fazla ön plana çıkartmaktadır. Bu kimlikler zaten aileden, adeta “doğal” olarak geldiği için hiçbir “bireysel dönüşüm”e izin vermemektedir. Bu ise AKP’nin manevralarına, siyaseten kaşımasına uygun bir zemin yaratmıştır. Bu kimliklere göre siyasetin dominat olduğu bir ortamda artık AKP ve liberalizmin alternatifi olabilecek sol, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, vb alternatifin/muhalefetin adeta zemini kalmamakta veya iyice daralmaktadır. Çünkü her tür etnik/mezhepsel/dinsel ayrışma ve siyaset her zaman ve tarihsel olarak sağ siyasetin değirmenine su taşır.
7) İstikrar Arayışı: İstikrardan “mutlak istikrar”ı anlayanlar (Ki, öyle bir şey yok!) şaşırmaktadırlar. “Nasıl oluyor da işsizliğin, fakirliğin, eşitsizliğin, taşeronlaşmanın, sözleşmeli çalışmanın, bu kadar derinleştiği, ekonomik durumun bazı sıkıntılar gösterdiği bir ülkede halk halen AKP gibi bir partiyi destekler?” gibi hazır bir soru soruluyor. Bu “birebirci”, “doğrusal bilinççi” şablon yaklaşım kendisini aldatmaktadır. Bu “bilinç”i halen “ekonomiye endeksli” bir otomatik süreç zannedenlerin tarihsel yanılgısıdır. Öncelikle ortalama insanın korkularını anlamamaktadır. Ortalama insan bir “dünyevi ekonomik cennet” beklentisi içinde değildir. Son derece rasyonel ve gerçekçidir. “Çorba”sının kaynaması, az ücretli de olsa bir işinin olması, iyi-kötü asgari ihtiyaçlarını (lüks ve kaliteli olmasa da) temin edebilmesi, zar zorda olsa bir şekilde geçinmesi, “teknesini yürütmesi” ve gelecekte bunların “daha iyi” olması ümidini taşıması onun için yeterlidir. Onun için en kötü durum “içinde olduğu” değil, halihazırdaki “yaşamsal statüko”nun bozulması ve bunları tümden kaybetme ihtimalidir. O yüzden “AKP giderse kriz gelir, istikrar bozulur” korkusu ya da tehdidi bu kesimlerin bilinçaltlarında oldukça işlevsel olmuştur. Buna üst-sınıfları da katabiliriz. Onlarda bir kriz çıkması endişesi içindedirler.
8) Orduya Posta Koyabilen Bir Başbakan: Düne kadar Türk halkının en çok “güvendiği”, çekindiği ve otoritesini hemen hiç sorgulamadığı kurum ordu olmuştu. Oysa AKP ve Erdoğan “Vesayet” tartışmaları ekseninde bu gücü ordunun elinden yavaş yavaş çekti. “Sivil” biçimde de olsa –en azından toplumun diğer bölümünde- artık en çekinilen kesim Erdoğan ve AKP’nin kendisi olmuştur. Güç el değiştirmiştir. Ordu eski “karizması”nı ve “otoritesi”ni kaybederken bu güç adeta bir “organ nakli” gibi AKP ve Erdoğan’ın eline geçmiştir. Kim ne derse desin –açıkça itiraf edilmese de- artık ordudan değil ama Erdoğan’ın “hışmından” korkulmaktadır. “Korkutuculuk”la “demokrasinin yan yana gelebilmesi başlı başına bir siyasi ironi olsa gerek!
9) “Beyaz Türk” ve Elit Alerjisi: Elitler olmadan ne toplum ne de doğru düzgün bir yönetim olur. Her toplum ve topluluk kendi elitlerini yaratır ve onlara göre yol alır. Ortalamanın, avamın bir topluluğa yol göstericilik, şekil vericilik yaptığı görülmemiştir. Ancak AKP’de kendi elitlerini yarattığı halde, sanki kendi elitleri yokmuş gibi bunu “elit alerjisi” veya düşmanlığına çevirmeyi becerebilmiştir. “Elitist” tutum alışla “elitleri” birbirine karıştıran bu söylemi bir “strateji” olarak kullanmış, “vasatizm”i özendirmiş ve toplumda yeni bir ayrışma/çatışma noktası icat etmeyi başarmıştır. Tarihsel dayanakları olsa da reel olarak soyut bir “elit nefreti”ne oturan bu anlayış geniş kitlelerin gözünde her türlü muhalif çıkışı, arayışı “elit vesayeti” ile özdeş hale getirmiş ve adeta bir “öcü” yaratılmıştır. “Darbecilik”, “Ergenekonculuk” gibi ithamlarla pekiştirilen/bütünleştirilen bu söylem geçmişin Komünizm/Şeriat/Bölücülük söylemi ile eş bir işlev yaratır hale gelmiştir.
10) Medyadaki Değişim: AKP geçmişin sağ iktidarları gibi sınırlı bir “parti basını”na sahip bir hükümet ve parti değildir. (Geçmişin Tercüman, Yeni asır, Milli Gazete örnekleri vb gibi) AKP ilk defa “büyük medyada” iktidar olmuş, kendi “yazarlarını” yaratmış bir iktidardır. Elinde büyük bir “ideolojik mobilizasyon” kapasitesine sahip geniş bir medya ağı vardır. (Gazeteler, televizyonlar, dergiler, internet siteleri, vb.) Bu geleneksel sağ oluşumların tarihinde görülmemiş ölçüde bir “medya yığınağı”dır. AKP ile birlikte ilk defa medya literatürüne “yandaş aydın” kavramı girmiştir. Üstelik bununla yetinmeyen AKP, bu oluşum dışındaki medyayı da “vesayet medyası” olarak direkt veya dolaylı yollardan tasfiye etmenin, geriletmenin, yazar susturmanın yollarını bulmuştur. Üstelik yeni “ayar atmalar” beklenmektedir!
Hiç şüphesiz yukarıda sayılan nedenlere “kendi derin devletini yaratma” ve “uluslar arası destek” de eklenebilir. Ancak her ne olursa olsun unutulmamalı ki AKP bütün bunları sandıktan aldığı “meşruiyet” neticesi yapabilmektir. Dolayısıyla konumuz bağlamı “seçimler” olduğuna göre değerlendirmelerimizi esas olarak bu eksen belirlemiştir. Muhalefetin hata ve eksikleri ise ayrı bir değerlendirme yazısı konusudur. Bu bakımdan ortaya çıkan sonucu “sevinilecek” ya da “üzüntü duyulacak” bir durum olarak görmeden önce bir “realite” kabul edip, onun üzerinden tartışmak en makul yaklaşım olacaktır…
Not: Sözcü gazetesi yazarı Mehmet Türker’in yazısındaki ’Deveye diken...’ ifadesini yadırgadığımı, ayıpsayıp oldukça avami ve seviyesiz bulduğumu belirtmek durumundayım.
Atilla Akar/İNFİAL