'Kabataş yalanı'nın röportajı da sahte çıktı! O konuşamadı ama ben anladım!
Kabataş yalanı' ortaya atıldığı sırada Star'da editör olarak çalışan Murat Seçkin, gündem sarsacak açıklamalarda bulundu.
MOBESE görüntüleri, ‘içeriden’ anlatımlar ve son olarak polis raporuyla çürütülen ‘Kabataş yalanı’nın yayılmasını sağlayan ‘mağdur’ Z.D. ile söyleşinin altında imzası bulunan Elif Çakır, kendisine “Bunları bu kadın mı anlattı?” diye soran editörüne, “Konuşacak hali yoktu. Ne anlatabilirdi ki? Ama ne demek istediğini ben anladım” karşılığını vermiş.
Söz konusu söyleşinin yayınlandığı Star gazetesinde o dönem politika editörü olarak görev yapan gazeteci Murat Seçkin, Taraf’ta bugün yayınlanan yazısında, o gün gazetenin mutfağında yaşananları anlattı.
İşte, Seçkin'in o yazısı:
Kabataş tacizini gözden okuyan gazeteci!
İngiltere’nin eski başbakanlarından Tony Blair, anılarını anlattığı kitabında siyasi kariyerine son veren hatanın medyanın gücünü hafife almak olduğunu itiraf ediyor. Buradan hemen şu siyasi dersi çıkaralım derim: İktidara mı oynuyorsun. Ya medyayla arayı iyi tut, ya kendi medyanı oluştur, ya da medyayı sustur.
Günümüz Türkiye’sinde bu yöntemlerin hepsinin denendiğine şahit olduğumuzu saklı tutarak bu seçeneklerden en bahtsızının “kendi medyanı oluştur” olduğunu söyleyebiliriz. İktidara göre muhabir, iktidara göre köşe yazarı, İktidara göre genel yayın yönetmeni bulunması gereken bu seçenekte, gözden ilk olarak “gerçek” çıkarılıyor. Hep iktidara göre olan, hep gerçek olamıyor çünkü. Oysaki bu da haberciliğin en temel ilkesi.
Velhasıl nasıl ki “medya darbesi” olarak adlandırılan 28 Şubat birçok yönüyle sorgulandı ve sorgulanıyor, içinde bulunduğumuz dönemin medyasının gerçekleri bükebilen ibretlik hikâyesi de elbet tarihin, siyasetin, hukukun, iletişimin ve toplumun sorgulama alanına girecek. İşte tam da bu yüzden tezlerin yazılmasını beklemeden konuşmanın, belaltı vurmadan “on the record” demenin zamanıdır. Hadi başlayalım…
Aylardan Mayıs… Sene 2013… Yer Taksim Meydanı… Polisler Beyoğlu’nu terk ederken Gezi Parkı’nda gençler halay çekiyor… Tabii bu gençlerin darbeci olduğunu ve en az yetmişinin deri eldiven taktığını sonradan öğreniyoruz!.. “Darbeci” gençlerin ortalığı tozu dumana kattığı o günlerde Star Gazetesi’nde editörlük yapıyorum.
Hükümeti sarsan bu büyük eylemin ardından AK Parti de atağa geçiyor hâliyle. Dönemin Başbakanı Erdoğan, grup toplantısında konuşurken “çapulculara” öldürücü darbeyi vuruyor: “Bir yakınımın gelini… Gezi eylemcileri tarafından Kabataş’ta tacize uğradı… Başörtülü…” Erdoğan’ı duyan medya, imam- cemaat ilişkisinin gerektirdiği görev dağılımını bildiren argo atasözünü hatırlayıp başlıyor işaret edilen gelini aramaya… Gelin bulunursa uçaklardan inilmeyecek çünkü… Gelin bulunursa prestij sahibi olunacak… O gelin bulunursa Erdoğan ve başörtülülerin mağduriyeti Gezi Parkı’nı yerle yeksan edecek… O gelin medya için artık kalıcılık demek… O gelin milletvekilliği adaylığının garantisi… O gelin kalıcı yaverliğe giden yolun en önemli basamağı…
Erdoğan kürsüden sadece “darp edildi… tacize uğradı…” diyor ama usta gazeteciler bununla yetinmemesi gerektiğini biliyor. Eee… “İmam konuşmuş bir kere biz bağırmalıyız” edasıyla gelin avına çıkılıyor… Ve Aranan gelini Elif Çakır buluyor. Çakır, “gazetecilik” hünerlerinin hepsini kullanarak gelini nasıl “konuşturuyor” anlatamam… Darp oluyor neredeyse tecavüz, birkaç kişi oluyor 70 deri eldivenli adam… Kadının üstüne işeyeni mi ararsın, pornografik girişimlerde bulunanları mı?.. Röportaj bitiyor ve geriye yayınlanması kalıyor.
“Gazeteci” Elif, “mağdur” gelinle yaptığı “röportajı” gazetenin sistemine atıyor. Sayfanın editörü okuduklarını görünce şaşkınlığını gizleyemiyor… Bir ara yaptığı büyük haberin coşkusu ve gururuyla yazıişlerine gelen Çakır’a birkaç soru soruyor editör arkadaş. İlk soru şu: Bunları bu kadın mı anlattı?.. Elif’in cevabı: Psikolojik olarak bitmiş durumda… Konuşacak hali yoktu. Ne anlatabilirdi ki? Ama ne demek istediğini ben anladım!!!
O günlerde sıkça tekrarlanan “afedersin camiye birayla girdiler” sloganı tutmuyor mesela. “Ben bira görmedim” deme gafletinde bulunan cami imamı da sürgün üstüne sürgün ediliyor; ama “mağdur” kadının adeta gözlerine bakarak ne demek istediğini anlayabilme yeteneğiyle yapılmış bir röportaj ülke gündemine damgasını vuruyor. Egemen Bağış’ın, “Görüntüler elimizde. İnfial yaratmasın diye paylaşmıyoruz” dediği olay, “gazeteci” İsmet Berkan’ın “Görüntüleri izledim” diyerek ekmeğin üstüne yağ sürdüğü, Balçiçek İlter’in kadın dayanışması diye tanımladığı beyanlarla adeta ayakları yere basan bir “gerçek” hâlini alıyor. Peki, nereye kadar?..
Doğan Medya, bulunamaz denilen kamera kayıtlarından bir tanesini buluyor ve yayınlıyor. Gelinimiz açık renk bir kıyafet giymiş. Üstünde yerlerde sürüklendiğine dair en ufak bir iz yok. Eşi geliyor ve kendisini duraktan alıyor ve birlikte uzaklaşıyorlar. Sonra en azından “gazeteci” olarak hatırlanalım diyen İsmet Berkan ve Balçiçek İlter birer açıklama yapıyor… İlter, “Genç bir kadının hezeyanlarını paylaştığım için özür dilerim” derken infial yaratacağı iddia edilen görüntüleri izlediğini söyleyen Berkan da, “Bir hıyarlık yaptık işte” diyerek kendini taca atıyor…
Gerçeği tüm çıplaklığıyla gören aktörler bunu yaparken Çakır ne yapıyor dersiniz? Dimdik ayakta ve haberinin arkasında! Üstelik yalnız da değil. Aylar sonra bir yalanın ardı sıra toplanan köşe yazısı birlikleri devreye giriyor. “Diliniz Kaba Vicdanınız Taş” başlığıyla yalan kutsanıyor. Geriye kalan, ülkeyi adeta bölen bu yalana yaslanarak ayakta kalan “dimdik” bir “gazetecilik.” Nasıl da 28 Şubat ve Fadime Şahin kokuyor değil mi?..
Bu, sansasyonel haberi gözden okuyabilen bir “gazetecinin” hikâyesiydi… Belki daha sonra gazetelerin istihbarat servisleri yerine Milli İstihbarat’tan faydalanmayı seçen gazeteciler hakkında dertleşiriz… Buram buram yalan suikast senaryolarından… Suikastta ölenin “habercilik” olduğu hikâyelerden, 1N+1K’nın yeterli olduğu, siyasete biat etmiş gazetecilik örneklerinden konuşuruz…
Söz konusu söyleşinin yayınlandığı Star gazetesinde o dönem politika editörü olarak görev yapan gazeteci Murat Seçkin, Taraf’ta bugün yayınlanan yazısında, o gün gazetenin mutfağında yaşananları anlattı.
İşte, Seçkin'in o yazısı:
Kabataş tacizini gözden okuyan gazeteci!
İngiltere’nin eski başbakanlarından Tony Blair, anılarını anlattığı kitabında siyasi kariyerine son veren hatanın medyanın gücünü hafife almak olduğunu itiraf ediyor. Buradan hemen şu siyasi dersi çıkaralım derim: İktidara mı oynuyorsun. Ya medyayla arayı iyi tut, ya kendi medyanı oluştur, ya da medyayı sustur.
Günümüz Türkiye’sinde bu yöntemlerin hepsinin denendiğine şahit olduğumuzu saklı tutarak bu seçeneklerden en bahtsızının “kendi medyanı oluştur” olduğunu söyleyebiliriz. İktidara göre muhabir, iktidara göre köşe yazarı, İktidara göre genel yayın yönetmeni bulunması gereken bu seçenekte, gözden ilk olarak “gerçek” çıkarılıyor. Hep iktidara göre olan, hep gerçek olamıyor çünkü. Oysaki bu da haberciliğin en temel ilkesi.
Velhasıl nasıl ki “medya darbesi” olarak adlandırılan 28 Şubat birçok yönüyle sorgulandı ve sorgulanıyor, içinde bulunduğumuz dönemin medyasının gerçekleri bükebilen ibretlik hikâyesi de elbet tarihin, siyasetin, hukukun, iletişimin ve toplumun sorgulama alanına girecek. İşte tam da bu yüzden tezlerin yazılmasını beklemeden konuşmanın, belaltı vurmadan “on the record” demenin zamanıdır. Hadi başlayalım…
Aylardan Mayıs… Sene 2013… Yer Taksim Meydanı… Polisler Beyoğlu’nu terk ederken Gezi Parkı’nda gençler halay çekiyor… Tabii bu gençlerin darbeci olduğunu ve en az yetmişinin deri eldiven taktığını sonradan öğreniyoruz!.. “Darbeci” gençlerin ortalığı tozu dumana kattığı o günlerde Star Gazetesi’nde editörlük yapıyorum.
Hükümeti sarsan bu büyük eylemin ardından AK Parti de atağa geçiyor hâliyle. Dönemin Başbakanı Erdoğan, grup toplantısında konuşurken “çapulculara” öldürücü darbeyi vuruyor: “Bir yakınımın gelini… Gezi eylemcileri tarafından Kabataş’ta tacize uğradı… Başörtülü…” Erdoğan’ı duyan medya, imam- cemaat ilişkisinin gerektirdiği görev dağılımını bildiren argo atasözünü hatırlayıp başlıyor işaret edilen gelini aramaya… Gelin bulunursa uçaklardan inilmeyecek çünkü… Gelin bulunursa prestij sahibi olunacak… O gelin bulunursa Erdoğan ve başörtülülerin mağduriyeti Gezi Parkı’nı yerle yeksan edecek… O gelin medya için artık kalıcılık demek… O gelin milletvekilliği adaylığının garantisi… O gelin kalıcı yaverliğe giden yolun en önemli basamağı…
Erdoğan kürsüden sadece “darp edildi… tacize uğradı…” diyor ama usta gazeteciler bununla yetinmemesi gerektiğini biliyor. Eee… “İmam konuşmuş bir kere biz bağırmalıyız” edasıyla gelin avına çıkılıyor… Ve Aranan gelini Elif Çakır buluyor. Çakır, “gazetecilik” hünerlerinin hepsini kullanarak gelini nasıl “konuşturuyor” anlatamam… Darp oluyor neredeyse tecavüz, birkaç kişi oluyor 70 deri eldivenli adam… Kadının üstüne işeyeni mi ararsın, pornografik girişimlerde bulunanları mı?.. Röportaj bitiyor ve geriye yayınlanması kalıyor.
“Gazeteci” Elif, “mağdur” gelinle yaptığı “röportajı” gazetenin sistemine atıyor. Sayfanın editörü okuduklarını görünce şaşkınlığını gizleyemiyor… Bir ara yaptığı büyük haberin coşkusu ve gururuyla yazıişlerine gelen Çakır’a birkaç soru soruyor editör arkadaş. İlk soru şu: Bunları bu kadın mı anlattı?.. Elif’in cevabı: Psikolojik olarak bitmiş durumda… Konuşacak hali yoktu. Ne anlatabilirdi ki? Ama ne demek istediğini ben anladım!!!
O günlerde sıkça tekrarlanan “afedersin camiye birayla girdiler” sloganı tutmuyor mesela. “Ben bira görmedim” deme gafletinde bulunan cami imamı da sürgün üstüne sürgün ediliyor; ama “mağdur” kadının adeta gözlerine bakarak ne demek istediğini anlayabilme yeteneğiyle yapılmış bir röportaj ülke gündemine damgasını vuruyor. Egemen Bağış’ın, “Görüntüler elimizde. İnfial yaratmasın diye paylaşmıyoruz” dediği olay, “gazeteci” İsmet Berkan’ın “Görüntüleri izledim” diyerek ekmeğin üstüne yağ sürdüğü, Balçiçek İlter’in kadın dayanışması diye tanımladığı beyanlarla adeta ayakları yere basan bir “gerçek” hâlini alıyor. Peki, nereye kadar?..
Doğan Medya, bulunamaz denilen kamera kayıtlarından bir tanesini buluyor ve yayınlıyor. Gelinimiz açık renk bir kıyafet giymiş. Üstünde yerlerde sürüklendiğine dair en ufak bir iz yok. Eşi geliyor ve kendisini duraktan alıyor ve birlikte uzaklaşıyorlar. Sonra en azından “gazeteci” olarak hatırlanalım diyen İsmet Berkan ve Balçiçek İlter birer açıklama yapıyor… İlter, “Genç bir kadının hezeyanlarını paylaştığım için özür dilerim” derken infial yaratacağı iddia edilen görüntüleri izlediğini söyleyen Berkan da, “Bir hıyarlık yaptık işte” diyerek kendini taca atıyor…
Gerçeği tüm çıplaklığıyla gören aktörler bunu yaparken Çakır ne yapıyor dersiniz? Dimdik ayakta ve haberinin arkasında! Üstelik yalnız da değil. Aylar sonra bir yalanın ardı sıra toplanan köşe yazısı birlikleri devreye giriyor. “Diliniz Kaba Vicdanınız Taş” başlığıyla yalan kutsanıyor. Geriye kalan, ülkeyi adeta bölen bu yalana yaslanarak ayakta kalan “dimdik” bir “gazetecilik.” Nasıl da 28 Şubat ve Fadime Şahin kokuyor değil mi?..
Bu, sansasyonel haberi gözden okuyabilen bir “gazetecinin” hikâyesiydi… Belki daha sonra gazetelerin istihbarat servisleri yerine Milli İstihbarat’tan faydalanmayı seçen gazeteciler hakkında dertleşiriz… Buram buram yalan suikast senaryolarından… Suikastta ölenin “habercilik” olduğu hikâyelerden, 1N+1K’nın yeterli olduğu, siyasete biat etmiş gazetecilik örneklerinden konuşuruz…