HÜRRİYET YAZARINDAN YILLAR SONRA GELEN İTİRAF; BABAM MİT'ÇİYDİ!
Hürriyet gazetesi yazarı Yonca Tokbaş babasının bir MİT mensubu olduğunu yazdı.
"Bugüne kadar kimseye Babam’ın işinden bahsetmedim." diyen yazar şöyle devam etti:
"'Baban ne iş yapıyor?' sorusunun cevabı hep Macarca Mütercim Tercüman oldu, çünkü öyleydi.
Ağzımızdan hiç MİT çıkmazdı.
Bu seneye kadar.
Hatta dahası yakın zamana kadar baban Mit’çi mi diyenlere, hayır değil derdim. Çocukça belki..."
İşte Tokbaş'ın o yazısı...
"Gerçi bu daha önce yazıldı.
Ertuğrul Özkök yazdı. Yeni bir haber değil yani.
Ben kendim yazmadım sadece.
Ha şimdi yazıyorum işte. Ne önemi varsa...
Babamı 1994 yılında kalp krizinden kaybettik.
Hayatımın travması...
Ben her sene yeniden atlatıyorum bu travmayı. Bitmedi gitti anasını satayım!
Mızmız çocuklar gibi algılanmasın diye susuyorum, ama arada depreşiyor işte. Elde değil.
Babamı kaybettiğimizde Emniyet Genel Müdürlüğü’nde çalışıyordu. Emniyet Mensubu idi.
Ayrıca Devlet Memurluğu’nun bilmem ne kıdeminde olduğu için de “Yeşil” pasaportumuz vardı. Ben hala anlamam bu kıdemlerden vesaireden.
Kanunen, çalışmaya başlar başlamaz, yeşil pasaportumu iade ettim.
2007 yılında Hürriyet Gazetesi’nin internet sitesinde, yani hurriyet.com.tr de yazmaya başladım. Ondan önce de www.anneyiz.biz diye bir web sitesinde yazıyordum.
2009 yılında Kelebek, 2010’da da Elele dergisinde yazmaya başladım.
Yani tam 6 yıldır Hürriyet yazarıyım.
Ayrıca önceki seneye kadar da bi Amerikan şirketinde çalışıyordum. Yazmaktan başka bir şey yapmak istemediğim için ayrıldım o işten.
İçimden, gönlümden, beynimden ne geçtiyse yazdım bugüne kadar.
İstemediğim hiçbir şeyi yapmadım, yazmadım.
Düşüncelerim, fikirlerim hep netti. Kimse beni engellemedi, etkilemedi de.
Annelik yazısı yazarken de, seçimler sırasında ne hissettiğimi yazarken de, Gezi olayları sırasında yazdıklarımı yazarken de düşündüğüm şeyleri yazdım.
Ben neysem hep oydum.
Hayatımda hiç yasa dışı bi şey yapmadım.
Üniversitede kitap çaldım kütüphaneden, o hariç.
Cezamı da çektim zaten. Okuldan 1 ay uzaklaştırıldım.
Bugüne kadar kimseye Babam’ın işinden bahsetmedim. “Baban ne iş yapıyor?” sorusunun cevabı hep Macarca Mütercim Tercüman oldu, çünkü öyleydi.
Ağzımızdan hiç MİT çıkmazdı.
Bu seneye kadar.
Hatta dahası yakın zamana kadar baban Mit’çi mi diyenlere, hayır değil derdim. Çocukça belki... Bir türlü bunu çözemedim neden bu inkar! Belki de ailevi mahrem konular olmasından dolayı.
Babam bu konuda bize hiçbir şey demezdi. Kendine has bir adamdı. Belki de ondan.
Annem de hiç konuşmazdı. Hala konuşmaz.
Ben de gençlik ergenlik vesaire derken bazı şeyleri bilmemeyi, duymamayı tercih etmiştim. Bazen böyle şeyler yapıyorum.
Nedenini de hiç bilmiyorum.
Gezi Parkı olayları gündemimize gelene, biber gazı içimi dışımı yakana kadar bunları hiç düşünmemiş, kendimle bu kadar ciddi ve net yüzleşmemiştim.
Polisle karşı karşıya kalınca, allak bullak oldum ben.
Babam, polislerin içinde, polis teşkilatının da içinde çalışmıştı. Vefat ettiğinde Emniyet Mensubu olduğundan, “Emniyet mensubunun çocuğu - yetim” sayıldım.
Bir kart verdiler hatta.
Gezi’de polislerle karşı karşıya gelince, cüzdanımdaki o kart geldi aklıma, polisin bana verdiği o kart.
O parkta o günlerde babası yakını polis olup gaz yiyen bir sürü öğrenci, insan da vardı.
Benim gibi.
Darmaduman ruh halleriydi...
Güvendiğin dağlar üstüne lavlar püskürtüyor gibiydi...
Politika dediğiniz şey öyle rezil ki, insanları ne hale getiriyor baksanıza.
Madalyanın hep iki yüzü var. Birine bakmak ne kadar doğru emin değilim.
Baba emir almış görevini yapıyor, çocuğu karşısında.
Oysa onlar evde baba ve oğul!
Hayat kime adil kime değil anladıysam Arap olayım.
Olaylar çığrından çıktıktan sonra hep öfke, isyan, acı...
Düşünsenize suçlu polislerin yanında ne çok masum polis ve ailesi de mağdur şu anda.
Allah’ım bunlar nasıl acayip günler, düşündükçe insan kafayı yer!
Nasıl böylesi bir karmaşanın içine sürüklendik, neden neden neden?
Psikolojik olarak karman çorman günler geçiriyoruz.
Ben mesela, iç hesaplaşmalar, aşırı duygusal düşünceler veya mantıklı irdelemeler arasında sıkıştım kaldım.
Çıkamıyorum işin içinden bir türlü.
Babamı daha önce hiç düşünmediğim kadar düşünüyorum.
Hayatta olsa bana ne derdi, ne derdi, ne derdi diye düşünmekten kafayı yiyeceğim!?
Kesin çok sıradışı bir yorumu, verecek zekice bir fikri olurdu.
Kesin anlaşamaz kavga ederdik, kesin de haklı çıkardı uzun vadede.
Bana hayatta olduğu sürece ne kadar ince bir şekilde uyarılarda bulunmuş, daha bu yaz kafama anca dank etti.
Babamla dalga geçtiğim uyarıları, paranoya dediğim endişeleri hep haklı çıktı iyi mi!
İşe bakın, ben 19 yıl önce kaybettiğim babamla bu yaz Gezi’de tanıştım diyesim var size...
Ve oturup hüngür hüngür ağlayasım!
Bu yazıyı niye yazıyorum, ne anlatasım vardı da başladım yazmaya inanın bilmiyorum.
Döküldüm bir şekilde...
Belki de hepimiz dökülmeliyiz.
Çırılçıplak kalmalıyız kendimizle.
Koyversek kendimizi, yüzleşsek bütün gerçek duygularımızla. Kendi gerçeklerimizi bir kucaklasak sağa sola saldırmadan.
İnsan duygularının hepsiyle yüzleşmeden doğruları görebilir mi kendini saklayıp kandırdığı o perdenin arkasında?
Gerçeklerimizi, acı veya tatlı, göremediğimiz sürece nasıl barışacağız birbirimizle?
Nasıl affedeceğiz birbirimizi?
Hiçbir şey sandığımız kadar basit değil.
Karşı karşıya getirilen insanlar, ayrımcılığa itilen bizler...
Hepimiz...
Çok yaralıyız.
Yaralarımızı sarmamız gerek bi şekilde.
Bunca öfke, nefret ve kin beslemek yerine...
Sevgi, hoşgörü ve adalete tutunmalı.
Umutla.
Yonca
'döküntü'"