Hıncal Uluç'tan 'Gazeteci Savaş Ay öldü' başlığına itiraz; fazla uzun!
Sabah yazarı Hıncal Uluç, bir gazetenin "Gazeteci Savaş Ay" diye söz edişini fazla uzun buldu.
Gazeteci öldü!..
Yani yaptın yapacağını Savaş.. Giderken de yaptın yapacağını.. Hıncal Ağabey'ini Köprü sapağından, gazetenin önüne kadar hem de koşar adım yürüttün.
Senin yüzünden, sana gelenler yolda kaldılar dün sabah, Savaş.. Sabah'ın önünde törenin vardı sabah sabah.. Her sabah tıpkı benim gibi koşar adım geldiğin Sabah'tan son kez ayrılacaktın da, biz de uğurlayacaktık. Ne çok sevenin, ne çok uğurlamak isteyenin varmış meğer.. Trafik tıkandı mı, Köprü sapağının üstünde.. Yavaş yavaş değil, hiç gitmiyoruz.. Saate baktım.. 9.57.. Üç dakika var, tören saatine.. Yolun bütün şeritleri tren.. Önümde ambulans var. O bile gidemiyor..
"Aç kapıyı" dedim Ercan'a.. Fırladım dışarı.. Yani bu yaşta olabildiğince hızlı yürüyorum işte.. Ama ne kadar hızlı gidersem gideyim, yetişmem zor.. Yani sonuna yetişsem razıyım..
Arkamdan "Hıncal Bey" diye bir ses duydum.. Döndüm, Ahmet Bey.. Patron, Ahmet Çalık.. O da ayni kararı vermiş belli.. Yürüyor..
Yani patronu gördüğüme bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum Savaş..
"Nasılsa, patron gelmeden başlamazlar" dedim içimden, rahatladım güya..
Patron benden çok hızlı tabii.. Ona ayak uydurmak.. Hem de bu yaşta..
Ama yetiştik.. Çok bekletmedik, hemen hepsi dostlarından oluşan kalabalığı..
Erdal yaptı, veda konuşmasını.. Kısa ama, hani nasıl derler, damardan.. Bir de elleri titriyor, sesi gibi.. Dokunsan ağlayacak.. Aslında ben de öyleyim.. Herkes öyle..
İnsan bu kadar sevilince, böyle oluyor demek..
Bir yemyeşil tabuta bakıyorum.. İçinde sen yatıyorsun.. Bir etrafta koşuşan foto muhabirlerine.. Durmadan çakan deklanşör sesleri kulağımda..
Bu işi kaç defa yaptın sen Savaş.. Ne fotoğraflar çektin, unutulmaz..
Şimdi dışarda olmalı, en vurucu fotoğrafı çekmeliydin.. Çekerdin de.. Çeker de ağlatırdın beni gene, bu sabah ağlattığın gibi..
Gazetede yıllar yıllar önce çektiğin Erdal Eren fotoğrafı vardı, "Son Bakış" adı altında.. 12 Eylül'de idam edilen "Çocuk"un resmi.. Gül Kireklo da öyle anlatmıştı ki, kahvemi içerken masaya yaydığım gazete ıslandı.. Kahve damladı sandım.. Göz yaşımmış meğer..
Antalya'da harika 22 saat geçirmiş, muhteşem bir Fazıl Say konseri yaşamış dönmüştüm Savaş, cumartesi öğleden sonra.. Evin kapısından giriyordum, telefonum titredi..
Nebil..
O da Antalya'daydı. Hemen ayni saatlerde başka uçaklarla dönüyorduk. Gece nasıl birlikte kutlamıştık Fazıl'ın zaferini, Su Otel'de.. Fikret Ağabey, Filiz (Otyamlar), Soner (Yalçın), Mehmet (Tezkan), Fazıl, Serenad, Kadir..
Kulağım Nebil'in "Ne geceydi be" demesini beklerken, "Hıncal Ağabey" dedi.. Öyle bir dedi ki.. Öyle bir fısıltı gibi söyledi ki, anladım Savaş..
"Acı haber tez duyulur" derler ya..
Bu kadar tezi de şart mı?.
Ardından beklediğim üç sözcük geldi..
"Başımız sağ olsun.."
Sormadım bile.. Çünkü biliyorum.. Çünkü, hissediyordum, çünkü bekliyordum..
Nebil'le sana gelmiştik, hastaneye, bir evvelki cuma.. Odanda ayaktaydın ve pencereden denizi seyrediyordun.. Sarılıştık, kucaklaştık..
Konuşurken doktorlar geldi.. Yapılacak işleri özetlediler, hafta sonu.. İlaçlar, milaçlar.. Serumlar falan..
"Pazartesi ameliyat" dedi biri.. Gürledin..
"O sizin fikriniz.. Ne ameliyatı?."
"Yani siz karar vereceksiniz.. Siz 'Evet' derseniz biz hazır olmalıyız da" gibisinden bir iki laf etti doktor..
Sonra çıktık.. Çıkarken döndüm baktım.. İçimden bir ses "Onu son defa görüyorsun" dedi de, ondan döndüm baktım.. Ayaktaydın hâlâ..
"Ağaçlar ayakta ölür" dedim..
Bir asırlık çam gibi direnmiştin kansere çünkü.. 14 yıl evvel, gırtlak tellerin seni dinlemez olunca, kısılır gibi olunca gittiğin doktor "Kanser" demişti.. "Ama erken yakaladık. Bir ameliyatla temizledik mi, hiçbir şeyin kalmaz.."
"Nasıl yani" demiştin.. "Nasıl ameliyat?.."
"Gırtlak bölgeni temizleyeceğiz. Boğazında bir delik açacağız, oradan nefes alacaksın.."
"Konuşmam?."
"Kendi sesin olmayacak. Mekanik bir sesle konuşacaksın.."
"Başka?.."
"Bölgeyle sinirler de alınacağı için, tad alma duyunu da yitireceksin.."
"Yani yediklerimin tadını almayacağım öyle mi?."
"Evet.."
"Başka.."
"Sudan uzak duracaksın.. O açacağımız delik senin yaşam noktan.. Su kaçmamalı.."
"Yani denize giremeyeceğim.."
"Küvet bile yasak.."
"O zaman unutun ameliyatı" dedin doktorlara..
"Fısıltı da olsa kendi sesimle değil, mekanik konuşacaksam, yediklerimin tadını almayacak, boğulurum diye denize giremeyecek, yaşayan robot olacaksam, ameliyat falan yok.. Böyle gittiği kadar gider.. İnceldiği yerden kopar, doktor.."
14 sene, tam 14 sene, ipi inceltmeden tuttun Savaş.. Tam 14 sene, robot gibi değil, "Savaş" olarak yaşadın..
Son yıllarda yazları Nebil'in Torba'daki evinde bir "Dostlar Gecesi" geleneği oluşmuştu.. O gecelerin yıldızıydın akordiyonunla.. Geçen yıl, hem de nasıl gurur duyduğun, hem de nasıl gurur duyulacak oğlun Ulaş da gelmişti, İspanya'daki okulundan.. Ulaş'a da hayran kalmıştık, gitarına, sesine, bestelerine..
Bu yıl bir başkasını tanıdık aileden.. Kız kardeşin Işıl.. Sen çaldın, o söyledi, alaturkanın en güzelini.. Bedri Ağabey başta (Koraman) nasıl eşlik etmiştik, Ay kardeşlere..
Bir kaç gün sonra Nebil aradı.. Bodrum'da hastaneye yatmışsın..
Gittik.. Odanda yoktun.. MR, falan filan, seni almış alt katlara götürmüşler..
O işleri iyi bilirim. Saatler sürer.. Bir saat falan bekledik, ayrıldık..
"Yarın geliriz" diye..
Nebil, doktorlarla konuşmuş.. "Hıncal Ağbi durum iyi değil.. Tümör iyice yayılmış" dedi..
"Yani.."
"Yani yapacak fazla şey yok.."
Ertesi gün Öcal Ağbim "Dün gece sizden ayrılıp Yalıkavak'a dönerken Savaş'ı işkembecide bastık" demez mi?.
Çıkmış gitmiş hastaneden meğer, bizim arkamızdan.. Kızları toplamış, nerde eğlendilerse, gecenin bir vakti işkembecide durak yapmışlar. Ağbimler de "Bir çorba içelim" deyince..
Savaş bu işte.. Sonuna kadar yaşam.. İstediğince, keyfince yaşam..
Biz döndük İstanbul'a.. Sen de döndün.. Dönmüşsün.. Bu defa hastaneye nasıl gittiğini kendi kaleminden okudum bir ekim sabahı.. Nasıl bitkin, nasıl halsiz olduğunu, ambülansa nasıl mumya gibi bindirdiklerini yazıyordun, ama gene yazıyordun Savaş.. Gene de yazıyordun..
Yazmak işindi senin Savaş..
Ama bizim gibi köşemize kurulup yazmak değil.. Haber neredeyse, oraya gidip, orayı yaşayıp yazmak.. Mesafe demeden, kar, çamur tipi demeden.. Hangi vasıta varsa onunla giderek, ama haberin yerine ulaşarak..
Ruhun muhabirdi çünkü.. "Son Mohikan" derdim sana.. Son Gazeteci'ydin sen Savaş..
Habere koşan, haberi yaşayan ve yaşatan son gazeteci..
14 Ekim'deki o yazın "Son"u anlatıyordu bana.. Kendi sonunu bile kendin yazıyordun Savaş.. Ama öyle güzel yazıyordun ki, okuyanı üzmeden..
Hatta umut vererek.. Hatta en yakınlarına bile "Bu defa da çıkar hastaneden" dedirterek, son güne kadar yazdın..
"Ağaçlar ayakta ölür" diye başlık atmış Yavuz (Donat) yazısına..
Ağaçlar ayakta böyle ölür işte.. Bütün gazetelere baktım pazar sabahı.. Hepsi birinci sayfadan vermişti haberi.. Hepsi.. Çünkü sen "Sabah'ın Savaş"ı değil, herkesin Savaş'ıydın da ondan..
Biri şöyle diyordu başlığında..
"Gazeteci Savaş Ay öldü.."
Oysa adın fazlaydı o başlığa.. "Savaş Ay" demeye gerek yoktu..
İki kelime yeterdi..
"Gazeteci öldü.."