''HER NEFİS ÖLÜMÜ TADACAKTIR.'''ZİNCİRLİKUYU YETMEZ! DAĞLARA, TAŞLARA, MEYDANLARA DA YAZMAK LAZIM!)

Yılların deneyimli gazetecisi Atilla Akar, CHP'li Binnaz Toprak'ın "Çok sinir bozucu bir şey" dediği ayet meali için teklifte bulundu.İşte o teklifin sebebi...

“Her Nefis Ölümü Tadacaktır.” (Zincirlikuyu Yetmez! Dağlara, Taşlara, Meydanlara, Billboardlara da Yazmak Lâzım!)

Biliyorum geciktim. Aslında ben bu konudaki yazımı geçen hafta içinde yazacaktım. Ancak Usame Bin Ladin’in ölüm olayı öne çıkınca yattı. Mecburen o noktaya yoğunlaştım. Efendim, konu malum; Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişindeki "Her canlı ölümü tadacaktır" biçimindeki ayet meali, CHP’li Binnaz Toprak’ın "Çok sinir bozucu bir şey" demesiyle ortalığı karıştırdı ve tartışmalar alevlendi. (Üstelik bu yazıyı oraya yazdırtanın sanıldığı gibi “şeriatçı” biri değil Ufuk Uras’ın babası emekli Albay Hasip Uras olduğu anlaşılacaktı.) Dahası Binnaz Hanım ardından "Ayete değil yazıldığı yere karşıyım" tarzındaki beyhude “düzeltme” çabası ise durumu daha da gerdi. (Bir mezarlık girişinden daha “uygun” neresi olabilir ki?) Bu “manasız” çıkış her zamanki gibi “laiklik” tartışmalarına yol açtı.

Oysa konunun laiklikle falan bir ilgisi yoktu bence. Daha doğrusu TDK sözlüğünde “Dünyacılık” olarak tanımlanan tüm “manevi” bağlardan kopartılmış çok kaba bir “sekülerizm” yorumuydu bu. Öte yandan tabii “diğerleri” de CHP’li Binnaz Toprak’ın bu sözleri (Şu CHP’liler kimseden çekmediler kendi dillerinden çektikleri kadar!) üzerinden “CHP’ye çakmak” için harekete geçtiler ve daha ziyade tartışmalar bu eksende gelişti.

Halbuki bana göre bu manalı sözden rahatsız olmakta söz konusu lafı siyaseten “fırsat” bilip polemik aracı yapmak da aslında ve özü gereği bu “dünyacı” tavırlardı. Çünkü her ikisi de esas olarak “dünyasal kaygı” ve “kapışmaları” öne çıkartıyordu. Asıl vurgulanması gereken yan burası değildi. O kadar ki ben sırf bu yüzden aynı noktada biraz daha “radikal” davranıp önerimi daha da genişleteceğim. Bana göre bu meali sadece Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısına yazmak yetmezdi. Dağlara, taşlara, meydanlara, billboardlara da yazmak lâzım gelirdi. (“Atilla Akar’ı da kaybettik, karşı cepheye kaptırdık” laflarını işitir gibi oluyorum! Oysa bir herhangi bir “cepheye kaptırılmak” gibi bir sorumun olmadığı gibi ben sadece kendi başıma bir “cephe” olmaya çalışıyorum.) Hatta bir kanun hükmünde kararname çıkartıp, evlere, devlet dairelerine, iş yerlerine, vb çerçeveletip asılması zorunlu kılınmalıydı!

Peki Binnaz Toprak’ın (Benim sadık yarim kara “Toprak”tır!) aksine neden mi böyle düşünüyorum? Çok basit! Bugün “ölümü unutmuşlar”, “nefsi azmışlar” paraya, pula, mala, makama, oya, reytinge tapan “yeni-putperestler medeniyeti”nde yaşıyoruz o yüzden. Herkes şu veya bu oranda bir “büyük aldanışın” gözlerine perde inmiş neferi gibi davranıyordu çünkü. Üç kuruşa tamah edenler, bir çıkara beş takla atanlar, bir hesabı yoksa diğerine selam bile vermeyenler, komşusunu bile unutanlar, para üstüne para, mal üstüne mal, hırs üstüne hırs biriktirenler, o ihale senin bu ihale benim diye koşturanlar, banka hesaplarından başka bir şeyi düşünmeyenler, “kefenin cebi olmadığını ”hatırlamayanlar, bu amaçla başkalarını ezmeye, sömürmeye, adam yerine koymamaya kalkanlar, harama el uzatanlar, bu uğurda yalan söylemeyi şiar edinenler, dostunu bile satmaya hazır olanlar, “sahip olmak”la “olmak” arasındaki dengeyi kuramayanlar, vb gırla gidiyordu.

Bunlar “ölümü unutmuşlar” ve “bu dünyaya kazık kakacağını zannedenler” taifesiydi. Hepsi de boylarından büyük hırslarının altında kalmışlardı ama farkında bile değillerdi. Gaflet ve delalet içindeydiler ve bu yüzden her tür “hıyanet”e açıktılar!

Dolayısıyla bütün “varoluş ufukları” bunlarla sınırlı olanlara, hayatın bir sonu olduğunu, ilelebet “dünya saltanatı” süremeyeceklerini unutanlara, ortalarda bir hırs jenaratörü” ve hayatın manevi boyutunu yok etme “terminatörü” gibi dolaşanlara “Her nefis ölümü tadacaktır” sözünü ne kadar hatırlatsak azdır. Feyiz ve ibret alırlar mı, bir an olsun durup düşünürler mi bilinmez. Hele de fıtratları, kalbi titreşimleri buna uygun düşer mi hiç bilinmez! Bu gibi davrananlara hiç değilse birkaç ayda bir, rastgele bir kabristana gidip çok değil beş, on dakika huşu içinde kendilerini ve çevrelerini dinlemelerini, sorgulamalarını öneririm. İnanın o konuşmaz zannettiğiniz taşlar çok şey söyleyeceklerdir size…

Tabii şunun da farkındayım; siz bu gibi sözleri nereye ve ne kadar yazarsanız yazın insanoğlunun körleme ihtirasları, bu dünyaya olan habis bağlanışları, maddi değerlere tutkulu düşkünlükleri bitmeyecek. Ruhani, manevi, ahlaki yanları ya hiç gelişmeyecek ya da kolaylıkla vazgeçilir hale gelecek. İflah olmaz egolarını şişirdikçe şişirecekler, “küçük dağları ben yarattım” edasında dolaşacaklar, burnu büyüklüklerinden, kibirlerinden geçilmeyecekti!

Öte yandan bunun doğrudan “din”le de ilgisi yoktu elbette. Çok “dindar” geçinen biri bunlara kapılacağı gibi çok ilgisiz görünen biri de hayat anlayışı gereği elinin tersiyle itebilirdi bu gibi şeyleri. Sorun hayat karşısında “duruşunuz” la ilgili bir yerlerdeydi çünkü. Bu üç günlük dünyayı fazlasıyla önemseyenlerin, onun göz boyayıcı şatafatına fazlasıyla kendini kaptıranların içine düştükleri “acınası” durumdu bu.
Biliyorum; kimi alafranga, Beyaz-Türk “solcular”, “laikler” tam da böyle düşünüyor. O yazıyı gördüklerinde kendi tabirleriyle “tüyleri ürperiyor”, “korkunç” geliyor, “sinirlenip kaza yapmaktan çekinenler” bile var. “Durduk yerde ’ölüm’den söz etmenin moral bozmak anlamına geldiğini” söylüyorlar. Olabilir! Herkes aynı tepkiyi vermek, hissetmek zorunda değil. Ancak her manevi “uyarı”da tüylerinin diken diken olması da şart değil…
Bana göre “laik” ya da “sol” olmak “manevi cephe”mizi unutmak, ruhani alana kayıtsız kalmak değildi. Bu memleketin kültüründen anlamamak, insanların manevi hasletleriyle uğraşmak, takışmak ise hiç değildi. Sadece ve sadece bunun siyasi alana taşmamasını sağlayan bir persfektifti. O kadar!

Dolayısıyla bu yaklaşım “laik” olmadığı gibi “sol” ise hiç değildi. Çünkü bana göre “sol” olmak varolana tümüyle “manevi bir itiraz” demekti. Sistemin bize dayattığı değer ve “varolma biçimine” karşı koymak demekti. Bütün bunların üzerinde inşa edilmeyen bir sol, mücadeleyi halen üç kuruş beş kuruş mücadelesi sanan bir sol söylem, insanların kalpleriyle, vicdanlarıyla ilelebet buluşamayacaktı. Zaten bu düzene eğer nefisleri daha da azdırdığı için karşı çıkmıyorsak başka ne için karşı çıkıyoruz ki?...

Kıssadan hisse; “bir göz açıp yummuş gibi” misafir olduğumuz bu dünyada hayatın gelip geçiciliğini unutanlara hatırlatılabilecek en güzel söz buydu bence…

Atilla Akar/İNFİAL