HER DALA TUTUNMAYA ÇALIŞAN MEDYATİK ŞAPŞAL; OYUNUN SONU GELDİ!
Radikal yazarı Avni Özgürel 56 gün sonra yeniden döndüğü köşesinde Hürriyet eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ü yerden yere vurdu.
Medyanın katı, sıvı, gaz halleri!
Dünün hükümet kurup yıkan kalem erbabına ne oldu da eli, ayağı, dili, kolu kesildi?
Kuyruğu dik tutma çabaları; ahbap çavuş takımı ya da ülkede ne olup bittiğinin farkında olmayan ‘beyaz’lara hitaben sergilenen mağduriyet gösterileri bile bir süre sonra etkisini yitiriyor, durumu gizlemeye yetmiyor! Gerçek şu ki Türkiye’de basın/matbuat/gazete/medya namına kayda değer pek bir şey kalmış değil. Mevcudun hülasası, sesini zar zor üç-beş kişiye ulaştırabilen dolayısıyla kamuoyu oluşturma kabiliyeti bulunmayan küçük bir grupla artık ne siyasetin ne ahalinin kaale almadığı ama sesi fazla çıkan sabık genel yayın yönetmeni makulesiyle şurekası! Eski deyimle erkan-ı erbaa!
Tablo şimdilik bu!
Durum hep böyle miydi, yoksa son üç-beş yılda mı bu hale geldi? Dünün burnundan kıl aldırmayan, başbakanları ayağına getirten, bakan tayin eden, hükümet kuran, hükümet yıkan kuvvetine ne oldu? Neden tırnaklarını çıkarmaz oldu, neden sürekli yalanma halinde? Ak Parti çok ceberut, Tayyip Erdoğan kimseye göz açtırmayan bir despot da o yüzden mi eli, ayağı, dili, kolu kesildi kalem erbabının? Bunlar ve benzeri soruların cevabını ararken kestirme yollarda gezinmek, perakende fotoğraflara bakmak yanıltabilir.
Oyunun sonu geldi
Uzun uzadıya tarih sayfalarını çevirmeye başlayıp zihninizi bulandırmak istemem. Zaten buna gerek de yok. Bugünü anlamak için geride bıraktığımız son işaret taşına bakmak, onu doğru okumak kâfi aslında. Son işaret taşı, yani medyanın Türkiye’yi yönetme, siyasetin çatısını şekillendirme iddiasını –hatta talebini- ortaya koyup amiyane tabiriyle siyasete ‘rest’ dediği 1997’yi okumaktan söz ediyorum! Gerisi kendiliğinden geldi.
Biraz açayım: Sağduyu sahibi, sezgisi derin, savaş görmüş, yük kaldırmış âkil büyüklerini yitirdikten sonra keyif ehli ikinci kuşağın elinde kiralık/devşirme akıllarla hareket eden büyük sermayenin medya üzerinden medyaya emanet sergilediği kurgudan söz ediyorum. Hani şu; ABD’nin farklı bir oyununun olabileceğini öngörememe, ordunun Pentagon çarpanı olmaksızın homurdanma ötesinde kıpırdayamayacağını hesap edememe, Almanya’ya haddinden fazla güvenme, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’yi hafife alıp Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’i gereğinden ziyade önemseme sonucu başarısızlığa uğrayan kurgu! Biraz daha açayım: Büyük yenilginin, yani Refah Partisi karşısında bütün partilerin kaybettiği, zar zor Anayasa Mahkemesi marifetiyle durumun toparlanmaya çalışıldığı ortamda zuhur eden Ak Parti’nin mevcut siyasete son darbeyi indirmesini takiben ABD’nin Türkiye’de demokrasinin varlığını önemsediğinden değil, çizgi dışına çıkıp NATO ordusu olduğunu unutan TSK’yi hizaya getirme kararıyla harekete geçip Ergenekon düğmesine basmasıyla yaşanan bozgun!..
Olan bitenin ABD’nin/uluslararası sistemin talebi; yanı sıra Ankara’da devlet çekirdeğinin değişim kararı ve devlet refleksi olduğunu fark etmeyip bunu meydanı boş bulan Ak Parti’nin cumhuriyetle hesaplaşma hamlesi sanan ve neye uğradığını anlayamadığından içine sürüklendiği kafa karışıklığı sebebiyle siyaset sahnesinde Ak Parti karşısında başarı elde etmenin tek çaresinin miadı geçmiş CHP ve ‘Altı Ok’u tarihe tevdi etmek olduğunu fark etmeyen, dolayısıyla “Bu partinin kontrolünü ele geçirmemiz lazım” deyip son bir umutla CHP’ye uzanan siyasi tecavüz heveslilerinin cezaevinde biten tirajikomik macerasından söz ediyorum. Keza darbenin nereden/kimden geldiğini fark eden Deniz Baykal’ın itirazı üzerine belden aşağı savrulmaya başlayan yumruklardan...
Oyunu kaybeden, aklına uyanlara verdiği zararın havsala alır boyutta olmadığı bilinen ancak batağa sürüklediği insanlar içinde cezaevine düşenlerin bir süre sonra canlarına tak edip konuşmaya başlamasından ve birilerinin kendisini sigaya çekip tetikçiliğini yaptığı insanları satmaya zorlanmaktan korktuğu için önüne çıkan her dala tutunmaya çalışan medyatik şapşallığın sahneye sürdüğü, şarap uzmanlığından umre yarenliğine, spermden iç çamaşırı markasına, Said Nursi’den Fethullah Hoca muhabbetine, oradan Ahmet Kaya’nın mezarına savrulan, her savruluşunda çaresizliğini ve paniğini sergileyen ar damarı çatlamışlıktan söz ediyorum.
Neyse ki sonu geldi bu oyunun. Dünyada eşi benzeri görülmemiş şekilde basını meslek örgütlerinden soyutlayıp çıkar çarkının dişlisi, gazetecilik mesleğini yarı/tam zamanlı iş takipçiliğine dönüştüren; kişiliksizliği çağdaş gazetecilik normu olarak tebcil eden madrabazlığın sonu bu. Kendine aydın diyen okur-yazar takımını Tayyip Erdoğan’la ilgili düşüncesini soran yabancı basına isimleri yayımlanmamak/açıklanmamak kaydıyla konuşur hale getiren veresiyeci zihniyetin sonu..
Sabık genel yayın müdürü ve şurekasını işaret edişime bakıp ona önem atfettiğimi, olan biteni onunla izah ettiğimi düşünmenizi istemem. Birilerini, bir şeyleri, bir zihniyeti, bir dönemi temsil ediyordu o. Astığı astık, kestiği kestikti. Katıydı bir zamanlar! Ta ki ‘Ya herru ya merru’ deyip, mensubu olduğu grubu büyük sermayenin sözcüsü yaptıktan sonra kavgada cepheleri, safları tanzim edecek, tereddüt içinde olanları angaje hale getirerek “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ilkesini Ak Parti’yle kavgasına hâkim kılana kadar...
Rüzgârın eli kulağında
Sonrası malum. Her şey bir anda yerle bir oldu. Her şeyi bir şeye dayamışlardı, bir şey yıkılınca her şey yıkıldı!
Yıllar yılı zirvede oturmuş, derinin derinine vakıf olduğu kabul edilen, her söylediğine keramet atfedilen insanın hiçbir öngörüsü gerçekleşmemişti. “Netice söylediğim gibi olacak, bana güvenin” dediği ne varsa tutmadı, aksi gerçekleşti. Askerin tavrı, yargının tepkisi, referandum, seçim... Bir oldu, iki oldu... Derken ona el veren, onu vekil kılanlar bir bir sırtlarını döndüler. Eridi o katı insan, yumuşadı. Aşina olmadığı, görülmesi hayra yorulmayacak yerlerde gezmeye, dilini, zihnini ve kulağını alışık olmadığı tatlara, kavramlara, seslere açmaya başladı. O kıvamda idare etti bir süre. Şu ara son demde gaz halini yaşamakta. Buğusunun, kokusunun hâlâ yoğun şekilde hissediliyor olması, ortalıkta esinti olmadığından. Ama vakti erişti, vade doldu. Yakındır, rüzgârın eli kulağında.
Avni Özgürel/Radikal
Dünün hükümet kurup yıkan kalem erbabına ne oldu da eli, ayağı, dili, kolu kesildi?
Kuyruğu dik tutma çabaları; ahbap çavuş takımı ya da ülkede ne olup bittiğinin farkında olmayan ‘beyaz’lara hitaben sergilenen mağduriyet gösterileri bile bir süre sonra etkisini yitiriyor, durumu gizlemeye yetmiyor! Gerçek şu ki Türkiye’de basın/matbuat/gazete/medya namına kayda değer pek bir şey kalmış değil. Mevcudun hülasası, sesini zar zor üç-beş kişiye ulaştırabilen dolayısıyla kamuoyu oluşturma kabiliyeti bulunmayan küçük bir grupla artık ne siyasetin ne ahalinin kaale almadığı ama sesi fazla çıkan sabık genel yayın yönetmeni makulesiyle şurekası! Eski deyimle erkan-ı erbaa!
Tablo şimdilik bu!
Durum hep böyle miydi, yoksa son üç-beş yılda mı bu hale geldi? Dünün burnundan kıl aldırmayan, başbakanları ayağına getirten, bakan tayin eden, hükümet kuran, hükümet yıkan kuvvetine ne oldu? Neden tırnaklarını çıkarmaz oldu, neden sürekli yalanma halinde? Ak Parti çok ceberut, Tayyip Erdoğan kimseye göz açtırmayan bir despot da o yüzden mi eli, ayağı, dili, kolu kesildi kalem erbabının? Bunlar ve benzeri soruların cevabını ararken kestirme yollarda gezinmek, perakende fotoğraflara bakmak yanıltabilir.
Oyunun sonu geldi
Uzun uzadıya tarih sayfalarını çevirmeye başlayıp zihninizi bulandırmak istemem. Zaten buna gerek de yok. Bugünü anlamak için geride bıraktığımız son işaret taşına bakmak, onu doğru okumak kâfi aslında. Son işaret taşı, yani medyanın Türkiye’yi yönetme, siyasetin çatısını şekillendirme iddiasını –hatta talebini- ortaya koyup amiyane tabiriyle siyasete ‘rest’ dediği 1997’yi okumaktan söz ediyorum! Gerisi kendiliğinden geldi.
Biraz açayım: Sağduyu sahibi, sezgisi derin, savaş görmüş, yük kaldırmış âkil büyüklerini yitirdikten sonra keyif ehli ikinci kuşağın elinde kiralık/devşirme akıllarla hareket eden büyük sermayenin medya üzerinden medyaya emanet sergilediği kurgudan söz ediyorum. Hani şu; ABD’nin farklı bir oyununun olabileceğini öngörememe, ordunun Pentagon çarpanı olmaksızın homurdanma ötesinde kıpırdayamayacağını hesap edememe, Almanya’ya haddinden fazla güvenme, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’yi hafife alıp Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’i gereğinden ziyade önemseme sonucu başarısızlığa uğrayan kurgu! Biraz daha açayım: Büyük yenilginin, yani Refah Partisi karşısında bütün partilerin kaybettiği, zar zor Anayasa Mahkemesi marifetiyle durumun toparlanmaya çalışıldığı ortamda zuhur eden Ak Parti’nin mevcut siyasete son darbeyi indirmesini takiben ABD’nin Türkiye’de demokrasinin varlığını önemsediğinden değil, çizgi dışına çıkıp NATO ordusu olduğunu unutan TSK’yi hizaya getirme kararıyla harekete geçip Ergenekon düğmesine basmasıyla yaşanan bozgun!..
Olan bitenin ABD’nin/uluslararası sistemin talebi; yanı sıra Ankara’da devlet çekirdeğinin değişim kararı ve devlet refleksi olduğunu fark etmeyip bunu meydanı boş bulan Ak Parti’nin cumhuriyetle hesaplaşma hamlesi sanan ve neye uğradığını anlayamadığından içine sürüklendiği kafa karışıklığı sebebiyle siyaset sahnesinde Ak Parti karşısında başarı elde etmenin tek çaresinin miadı geçmiş CHP ve ‘Altı Ok’u tarihe tevdi etmek olduğunu fark etmeyen, dolayısıyla “Bu partinin kontrolünü ele geçirmemiz lazım” deyip son bir umutla CHP’ye uzanan siyasi tecavüz heveslilerinin cezaevinde biten tirajikomik macerasından söz ediyorum. Keza darbenin nereden/kimden geldiğini fark eden Deniz Baykal’ın itirazı üzerine belden aşağı savrulmaya başlayan yumruklardan...
Oyunu kaybeden, aklına uyanlara verdiği zararın havsala alır boyutta olmadığı bilinen ancak batağa sürüklediği insanlar içinde cezaevine düşenlerin bir süre sonra canlarına tak edip konuşmaya başlamasından ve birilerinin kendisini sigaya çekip tetikçiliğini yaptığı insanları satmaya zorlanmaktan korktuğu için önüne çıkan her dala tutunmaya çalışan medyatik şapşallığın sahneye sürdüğü, şarap uzmanlığından umre yarenliğine, spermden iç çamaşırı markasına, Said Nursi’den Fethullah Hoca muhabbetine, oradan Ahmet Kaya’nın mezarına savrulan, her savruluşunda çaresizliğini ve paniğini sergileyen ar damarı çatlamışlıktan söz ediyorum.
Neyse ki sonu geldi bu oyunun. Dünyada eşi benzeri görülmemiş şekilde basını meslek örgütlerinden soyutlayıp çıkar çarkının dişlisi, gazetecilik mesleğini yarı/tam zamanlı iş takipçiliğine dönüştüren; kişiliksizliği çağdaş gazetecilik normu olarak tebcil eden madrabazlığın sonu bu. Kendine aydın diyen okur-yazar takımını Tayyip Erdoğan’la ilgili düşüncesini soran yabancı basına isimleri yayımlanmamak/açıklanmamak kaydıyla konuşur hale getiren veresiyeci zihniyetin sonu..
Sabık genel yayın müdürü ve şurekasını işaret edişime bakıp ona önem atfettiğimi, olan biteni onunla izah ettiğimi düşünmenizi istemem. Birilerini, bir şeyleri, bir zihniyeti, bir dönemi temsil ediyordu o. Astığı astık, kestiği kestikti. Katıydı bir zamanlar! Ta ki ‘Ya herru ya merru’ deyip, mensubu olduğu grubu büyük sermayenin sözcüsü yaptıktan sonra kavgada cepheleri, safları tanzim edecek, tereddüt içinde olanları angaje hale getirerek “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ilkesini Ak Parti’yle kavgasına hâkim kılana kadar...
Rüzgârın eli kulağında
Sonrası malum. Her şey bir anda yerle bir oldu. Her şeyi bir şeye dayamışlardı, bir şey yıkılınca her şey yıkıldı!
Yıllar yılı zirvede oturmuş, derinin derinine vakıf olduğu kabul edilen, her söylediğine keramet atfedilen insanın hiçbir öngörüsü gerçekleşmemişti. “Netice söylediğim gibi olacak, bana güvenin” dediği ne varsa tutmadı, aksi gerçekleşti. Askerin tavrı, yargının tepkisi, referandum, seçim... Bir oldu, iki oldu... Derken ona el veren, onu vekil kılanlar bir bir sırtlarını döndüler. Eridi o katı insan, yumuşadı. Aşina olmadığı, görülmesi hayra yorulmayacak yerlerde gezmeye, dilini, zihnini ve kulağını alışık olmadığı tatlara, kavramlara, seslere açmaya başladı. O kıvamda idare etti bir süre. Şu ara son demde gaz halini yaşamakta. Buğusunun, kokusunun hâlâ yoğun şekilde hissediliyor olması, ortalıkta esinti olmadığından. Ama vakti erişti, vade doldu. Yakındır, rüzgârın eli kulağında.
Avni Özgürel/Radikal