HEM EVİ SOYULDU HEM POLİSTEN FIRÇA YEDİ!.. KİM BU ŞOKE OLAN ÜNLÜ GAZETECİ?
"Kimsenin bana yardım etmeye niyetinin olmadığı o kadar belliydi ki. Evine hırsız giren ünlü gazeteci başından geçenleri bir bir yazdı.
Taraf gazetesi yazarı Ümit Kıvanç, "Mallarımı bildiriyorum" başlıklı yazısında, yaşadıklarından yola çıkarak çok ilginç bir sistem analizi yapıyor.
Kıvanç başına gelen iki hırsızlık olayını analiz ediyor ve devletin yurttaşları ile ilişkilerini değerlendiriyor.
Kıvanç, "hepimizin üstünde anlaştığı bir tek nokta vardır. Şu: Bizim devletimiz kendisi için çalışan bir örgüttür ve aslında onu rahatsız etmediğimiz sürece bizimle ilişkisi yoktur, bize karşı herhangi bir yükümlülüğü de yoktur. Elektriğimiz suyumuz veriliyorsa, bu, karşılığında para tahsil edilebildiği içindir.
Herhangi bir devlet görevlisiyle karşı karşıya geldiğinizde ilk yapmanız gereken, karşı karşıya gelmemeye çalışmaktır. Yanyana gelmeniz ihtimali de yoktur. Bu yüzden, hayatınızı devletin bulunmadığı yerlerden dolanarak yaşamanız gerekir." diyor.
Ümit Kıvanç soygun olayını değerlendirdiği yazısında başına gelenleri şöyle anlatıyor.
(...) iki defa evim soyuldu ve gerçekten çok büyük zarara uğradım. Her ikisinde de, yaptığım işler nedeniyle almak zorunda kaldığım, sadece sınırlı sayıda insanın kullandığı birtakım elektronik aletler çalındı.,
Yani hırsızların satmaya kalkması halinde kolaylıkla teşhis edilebilecek şeyler. İlkinde, karakoldaki polislerden biri bana, kesinlikle dostça, "uğraşma kardeşim, bulunmaz bunlar" dedi. İkincisinde, araya hatır gönül her şeyi soktuk, olay yeri inceleme, parmak izi ekibi, şu bu, hepsi tamamdı. Elbette hiç sonuç çıkmadı. Ama o arada, devlet tecrübemi olgunluk aşamasına sıçratan iki şey oldu.
Birincisi, sigorta için gereken bilmemne belgesini almaya gittiğim karakolda, oğlum olabilecek yaştaki bir polisin bana, "Sen niye gece hemen gelmedin ki buraya!" diye çıkışması, evi soyulan ve onlara muhtaç bir yurttaş olarak gittiğim karakolda o belgeyi rica minnet alabilmemdi. "İlgili ekip akşam gelir, sen gece dokuzda gel" türü sözler karşısında yutkuna yutkuna belgeyi almıştım.
Kimsenin bana yardım etmeye niyetinin olmadığı o kadar belliydi ki.
Neyse, polisin bu hırsızlık vakasıyla ilgilenen bir kesimi de vardı ve bir gün arayıp, evimde bulunan parmak izlerinden birinin sahibini tesbit ettiklerini söylediler. Çekim işlerinde asistanım olarak çalışan bir genç arkadaşındı. Söyledim, asistanım, zaten aletleri o taşıyor, üstünde parmak izi olması doğal, dedim.
Fakat bakın ne oldu! Bir gün eve mahkeme celbi geldi. Asistanım hırsızlıktan sanık, ben de şikâyetçiydim, celbe göre. Celbi muhtara bırakmışlardı, oradan aldım, çıktım, okudum, kaldırıma oturdum. Uzun süre, bunu birilerinin benimle alay etmek için yapıp yapmadığını düşünüp sonunda olamayacağına kendimi ikna ettim, Aziz Nesin’i andım. Mahkemeye gittik. Elbette iç acıtıcı kısmını bir yana bırakırsak, epey eğlenceli bir duruşma oldu. Hâkim bile kızdı, "böyle saçma şey olur mu" diye, çünkü sanık olan asistanıma "mahkeme duyurusunu nasıl aldın" diye soruyor, o da "Ümit Abi haber verdi" diyor, falan.
Kıvanç başına gelen iki hırsızlık olayını analiz ediyor ve devletin yurttaşları ile ilişkilerini değerlendiriyor.
Kıvanç, "hepimizin üstünde anlaştığı bir tek nokta vardır. Şu: Bizim devletimiz kendisi için çalışan bir örgüttür ve aslında onu rahatsız etmediğimiz sürece bizimle ilişkisi yoktur, bize karşı herhangi bir yükümlülüğü de yoktur. Elektriğimiz suyumuz veriliyorsa, bu, karşılığında para tahsil edilebildiği içindir.
Herhangi bir devlet görevlisiyle karşı karşıya geldiğinizde ilk yapmanız gereken, karşı karşıya gelmemeye çalışmaktır. Yanyana gelmeniz ihtimali de yoktur. Bu yüzden, hayatınızı devletin bulunmadığı yerlerden dolanarak yaşamanız gerekir." diyor.
Ümit Kıvanç soygun olayını değerlendirdiği yazısında başına gelenleri şöyle anlatıyor.
(...) iki defa evim soyuldu ve gerçekten çok büyük zarara uğradım. Her ikisinde de, yaptığım işler nedeniyle almak zorunda kaldığım, sadece sınırlı sayıda insanın kullandığı birtakım elektronik aletler çalındı.,
Yani hırsızların satmaya kalkması halinde kolaylıkla teşhis edilebilecek şeyler. İlkinde, karakoldaki polislerden biri bana, kesinlikle dostça, "uğraşma kardeşim, bulunmaz bunlar" dedi. İkincisinde, araya hatır gönül her şeyi soktuk, olay yeri inceleme, parmak izi ekibi, şu bu, hepsi tamamdı. Elbette hiç sonuç çıkmadı. Ama o arada, devlet tecrübemi olgunluk aşamasına sıçratan iki şey oldu.
Birincisi, sigorta için gereken bilmemne belgesini almaya gittiğim karakolda, oğlum olabilecek yaştaki bir polisin bana, "Sen niye gece hemen gelmedin ki buraya!" diye çıkışması, evi soyulan ve onlara muhtaç bir yurttaş olarak gittiğim karakolda o belgeyi rica minnet alabilmemdi. "İlgili ekip akşam gelir, sen gece dokuzda gel" türü sözler karşısında yutkuna yutkuna belgeyi almıştım.
Kimsenin bana yardım etmeye niyetinin olmadığı o kadar belliydi ki.
Neyse, polisin bu hırsızlık vakasıyla ilgilenen bir kesimi de vardı ve bir gün arayıp, evimde bulunan parmak izlerinden birinin sahibini tesbit ettiklerini söylediler. Çekim işlerinde asistanım olarak çalışan bir genç arkadaşındı. Söyledim, asistanım, zaten aletleri o taşıyor, üstünde parmak izi olması doğal, dedim.
Fakat bakın ne oldu! Bir gün eve mahkeme celbi geldi. Asistanım hırsızlıktan sanık, ben de şikâyetçiydim, celbe göre. Celbi muhtara bırakmışlardı, oradan aldım, çıktım, okudum, kaldırıma oturdum. Uzun süre, bunu birilerinin benimle alay etmek için yapıp yapmadığını düşünüp sonunda olamayacağına kendimi ikna ettim, Aziz Nesin’i andım. Mahkemeye gittik. Elbette iç acıtıcı kısmını bir yana bırakırsak, epey eğlenceli bir duruşma oldu. Hâkim bile kızdı, "böyle saçma şey olur mu" diye, çünkü sanık olan asistanıma "mahkeme duyurusunu nasıl aldın" diye soruyor, o da "Ümit Abi haber verdi" diyor, falan.