''HAYATIMDA HİÇ BALIK TUTMADIM!'' ALİ KAPTAN'IN BELALISI BALIKÇI ŞOK ETTİ!

Orhan Alkaya'yı toplumun geniş bir kesimi 'Öyle Bir Geçer Zaman Ki' dizisiyle tanıdı.

Orhan Alkaya şair, yazar, tiyatrocu, aktivist ve oyuncu... Yıllardır kültür sanat camiasınınyakından tanıdığı bir isim. Birçok tiyatro oyununu sahneye aktardı, şiir kitaplarıyayımladı, gazete ve dergilerde yazdı. Ama hayatının hiçbir döneminde adı bugünkü gibi gündeme gelmedi. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde balıkçı karakterini oynamaya başlamasıyla popüler olan Alkaya, ’Küçük Osman’ı kurtaran balıkçı’ olaraknam saldı. Karşılaştığı ilgiye şaşırdığını söylüyor ve ekliyor: "Ara sıra Tarkan muamelesi gördüğüm oluyor. Parmakla gösterenler de var, çığlık atanlar da... Bugüne kadar en parlak işlerimi yaptığım dönemlerde bile çığlıkla karşılanmamıştım." Hayatında hiç balık tutmayan Alkaya, konu dizi olunca ser veriyor sır vermiyor ve "Dizinin senaryosunu gizli dosyalarda saklıyorum." diyor.

Orhan Alkaya’yı toplumun geniş bir kesimi ’Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisiyle tanıdı. Ama o yıllardır kültür-sanat dünyasının içinde yer alan bir isim. İyi bir şair, yazar, tiyatrocu, oyuncu, aktivist... Orhan Alkaya ile 50 yaşından sonra gelen şöhreti, popüler kültürü ve dizileri konuştuk.

Şair, yazar, tiyatrocu, aktivist. Yıllardır eser üretiyorsunuz. Ama balıkçı rolüyle insanlar sizden söz etmeye başladı. Diziyle ne değişti?

Popüler kültür çok farklı bir saha. Şairliğin, rejisörlüğün, yazarlığın getirmiş olduğu tanınmışlıkla buradaki tanınmışlık arasında fark var. İnsanlar burada karakterle özdeşlik kurarak ilişkiye geçiyorlar. Bu süreçte bir de şunu fark ettim: Ben hem şair hem rejisör olarak tanınan biriyim. Ama bu alanlara hiç bakmamış çok büyük bir insan topluluğu ile aynı kadrajın içindeyiz ve birlikte yaşıyoruz.

Sokak tepkileri nasıl? İstiklal Caddesi’nde eskisi gibi yürüyebiliyor musunuz?

İnsanlar karakterle ilişki kurmak istiyorlar, sizinle değil... Karaktere figüre dokunmak istiyorlar. Ara sıra Tarkan muamelesi gördüğüm oluyor. Parmakla gösterenler de var, çığlık atanlar da. Bugüne kadar en parlak işlerimi yaptığım dönemlerde bile çığlıkla karşılanmamıştım. Çığlık yeni bir deneyim oldu benim için.

Birçok sıfatınız var ama diziyle birlikte daha çok "Küçük Osman’ı kurtaran balıkçı" olarak anılıyorsunuz. Medya da böyle. Bu nasıl bir duygu?

Bu beklenmeyen bir şey değil. Saha değişince bunların olması kaçınılmaz. Ama asıl ilginç olan, çok değerli dostum Doğan Hızlan da dizinin tutkunuymuş. Küçük Osman’ı kurtaran oyuncunun şair olduğunu ilk o yazdı. Demek ki böyle sahici bir yakalanma noktası oluşmuş. Bu aynı zamanda yapılan işin başarılı olduğunu da gösteriyor ve hiçbir başarı tesadüfi değildir.

Daha evvel dizi tecrübeniz olmuş muydu?

Benim başlangıç noktam oyunculuk. 1980’lerde TRT için çekilen bazı dizilerde rol almıştım. 12 Eylül’den sonra 38 sanatçı, çalışmasında sakınca görülen kişiler olarak Şehir Tiyatroları’ndan atıldık. O dönemde çalıştım. Mesela Ziya Öztan’ın yaptığı İttihat ve Terakki dizisinde Cemal Paşa’yı oynamıştım. Yine rol aldığım Sekiz Sütuna Manşet’i hatırlıyorum. Ama sonuç itibarıyla oyunculuğun dışındaki alanlara, yazmaya, edebiyata; rejisörlük bağlamında tiyatroya yatırım yaptım. Bu işe girince de, temelde bir oyunculuk başlangıcı olduğu için "hatırladım". Yeniden, geç kalmış olup olmama meselesini hiç düşünmeden oyunculuğa yatırım yapmaya başladım.

Oyunculuğunuzun üzerinden neredeyse 30 yıl geçmiş. Bu arada hiç teklif almış mıydınız?

Oyunculuk yapmamama rağmen her yıl bana üç-beş teklif geliyordu.

Peki bunu nasıl kabul ettiniz?

Birçok faktör bir araya geldi. Öncelikle Coşkun Irmak’ın senaryosunu sevdim. Melodramı çok doğru kurgulamış. Matematiği iyi olan bir senaryoydu. Prodüksiyon ekibini, görüşme yaptığım insanları sevdim.

Oyunculuğa kolay ısındınız mı?

Uzun süre oyunculuk yapmayan herkeste oyunculuk fobisi oluşur. Oyuncuların korkulu rüyaları vardır. Sahnedesinizdir, salon doludur ve trak gelir. Her şeyi unutursunuz ve terlemeye başlarsınız. Oyunculuk yapmadığım senelerde de gördüm ben bu rüyayı. Tiyatro oyuncusunun yaşadığı sahici bir andır. Bu korkunun bu işi yapmamamla bir ilgisi vardı sanırım. Sonra kendime şöyle dedim: "Sen Türkiye’nin en iyi oyuncularının bir bölümünü yönettin. Hadi şimdi kendinle uğraş!" Filme ısınmamda dizinin sinema algısı gelişmiş yönetmeni Zeynep Günay Tan’ın büyük katkısı oldu. Oyunculuğa dönerek bir fobiyi de aşmış oldum.

Oyuncu için kameranın ışığı farklı mı sahneden?

Çok farklı. Sinema da televizyondan farklı. Ayrı ayrı alanlar. Ritimleri, kurgu mantıkları farklı. Şöyle bir gerçek var, aynı anda birçok kanalda diziler gösteriliyor. Siz bir an için ilgiyi üzerinizde toplamakta zorlanırsanız, seyircinin elinde uzaktan kumanda aleti var. Hemen öbür kanala geçiyor. Seyircinin bir kanalda sürekli durabilmesini sağlamak ayrı bir meziyet. Sinema böyle değil. Filmi seçiyor, bilet alıyor, salonun içine giriyorsunuz ve tanımadığınız insanlarla beraber film seyrediyorsunuz. Sonuç itibarıyla o ilişkinin içinde koltukta oturuyorsunuz. TV’de böyle bir lüksünüz yok.

Sinema filminde oynadınız sanırım?

Sinema oyunculuğunu Atıf Yılmaz’ın itelemesiyle yaptım. Yine 1980’li yıllardı. Toplasanız onu geçmez oynadığım filmler. Ama sinema eleştirmenliğini ciddi yaptım.

Şu anda Şehir Tiyatroları’ndaki göreviniz?

Rejisör kadrosundayım. Cast yapmayı başarabilirsem Bertolt Brecht’in Galileo Galilei’sini sahneleyeceğim. Aylardır uğraşıyorum, tam anlamıyla bir Brecht castı oluşturmayı beceremedim henüz. Sırada Atinalı Timon var. Bir de yeni kaybettiğim sevgili arkadaşım Tarık Öcal’ın, Melih Cevdet Anday’ın şiirinden bestelediği ’Anı’ şarkısını eksene alan bir "Rosenbergler Ölmemeli" yorumu için çalışıyorum.

RÖPORTAJIN DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ