Mesleğe ilk başladığım yıllardı. O günlerde gündüz okula devam ediyor, geceleri ise Türkiye’nin en büyük haber ajanslarından birinde çalışıyordum. İki arkadaşımla birlikte, muhabirlerin ertesi gün yayınlanması için yazdıkları özel haberleri servise hazırlıyorduk. Bu haberleri sabaha karşı, teleksler aracılığıyla abonemiz olan tüm gazetelere geçiyorduk.
O günlerden zihnimde kalan görüntülerden biri, çalıştığım ajansın kapısını hem de her akşam çalan bir albay ve iki erbaşa aitti.
Bu asker arkadaşlar her akşam saat 20:00 gibi, o yıllarda tamamı Cağaloğlu’nda bulunan gazeteleri ve haber ajanslarını tek tek dolaşıp basılan gazetelerden ya da ertesi gün için hazırlanan ajans bültenlerinden birer tane alıp Selimiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürür, yaklaşık üç saat sonra da ellerinde kırmızı kalemle çizilmiş aynı gazete ve bültenlerle geri dönerlerdi.
Çizik yiyen haberler gazeteden veya bültenden çıkarılırdı.
Yaş almış okurlarımız hatırlar; sansür yemiş haberlerin ya da köşe yazılarının yeri boş çıkardı. Gazete kağıdı üzerindeki bu tuhaf beyazlık, o günlerin simgesi haline gelmişti.
Aradan kırk yıldan fazla zaman geçti. Çok şükür ki artık gazetelerimiz tuhaf beyaz boşluklarla çıkmıyor. Yani sansürleme işi alenen yapılmıyor. Akşamları saat 20:00’de gazetelerin, televizyonların, ajansların kapısı devletin üniformalı sansür memurlarınca çalınmıyor.
Bu iş artık “gönüllülük esası”na göre, “yüksek teknoloji”yle ve askeri değil, sivil personel tarafından yapılıyor.
Evet; yanlış okumadınız…
Aradan geçen 40 yıldan fazla zamana rağmen, sansür müessesesi hala tıkır tıkır çalışıyor.
Tabii; bazı farklarla…
Bir kere bu iş artık Selimiye’de konuşlu askeri personel tarafından değil de Ankara’daki CİB’de, yani Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nda görevli elemanlarca yapılıyor. Yayına hazır hale getirilen yandaş gazetelerin birinci sayfaları ve yazar makaleleri her akşam sıkıyönetim kotanlığının görevlendirdiği askerler tarafından değil de CİB'in bizzat görevlendirdiği denetim görevlileri tarafından didik didik ediliyor.
Saray eşrafını rahatsız edecek haberler, köşe yazıları, her gazetedeki “özel yetkili ve görevli kişilere” bildiriliyor ve sayfadan çıkması ya da ifadelerin yumuşatılması sağlanıyor.
Bugünkü sansürcülerin, 12 Eylül’deki sansürcülerden en önemli farkı ise sadece sakıncalı haberleri ya da makaleleri sansürlemekle kalmamaları… Bu arkadaşlar aynı zamanda yandaş gazetelerin ya da televizyonların “en tepesi”ndeki arkadaşları arayarak “sipariş manşet, haber ya da yazı listesi” de veriyor.
Böylece gazete okurları sık sık, farklı gazetelerin aynı başlıkla, aynı haberlerle, benzer köşe yazılarıyla çıktıklarına tanık oluyor.
Şimdi diyorsunuz ki, “Bu gazeteler ve televizyonların ismini ver!”
Yok, isim vermeyeyim. Daha doğrusu isim vererek sizi tek tek yormayayım:
Sözcü, Cumhuriyet, BirGün, Karar, Yeniçağ ve varsa diğer birkaç muhalif gazeteyle Halk TV, KRT, Tele1 ve bir iki muhalif haber kanalı dışındaki tüm yazılı ve görsel medya kuruluşlarını bir kenara koyun, geriye kalanların hepsi!
Yani “patrondan iktidar yanlısı” olanlar, gazeteciliği gazete bobinleriyle değil de banknot desteleriyle yapanlar…
Sabah, Akşam demeden Vakitli vakitsiz parayı Hürriyetlerine, Milliyetlerine hatta Türkiye’ye tercih edenler.
Star’laşmak için gazeteciliği Show aracı haline getirenler, küçük a’lar, büyük D’ler, N haberci sözde TV’ler “sanane”ler ve daha niceleri!
Sadede gelelim:
12 Eylül, 43 yıl sonra bile bitmedi. Tam tersine kurumsallaştı. Selimiye’deki “geçici karakollar”ın yerini CİB’ler aldı.
Habercilik namuslarını…
Hem de her sabah ve her akşam…
Saray görevlilerinin ellerine teslim eden sözde gazetecilere ve patronlarına binlerce kez yazıklar olsun!
*
Bu arada… Yıllar sonra yeniden “merhaba!”