GÖRMÜŞ'TEN MEDYAYA SERT ELEŞTİRİ! ÇATIŞMA GAZETECİLİĞİ HANGİ HABERLERİ SEVMEZ?

"Bu savaşın derhal bitmesi, hiç kimsenin ölmemesi için adımların atılması kadar savaşa değil, barışa hizmet eden bir medya da talep ediliyor..."

"Barış bir gün bu ülkeye de gelecek ama bu medyaya rağmen gelecek!" Bu sert cümleler Taraf gazetesinin medya eleştirileri ile dikkat çeken yazarı Alper Görmüş’e ait. Görmüş yazısında çeşitli örnekler vererek birkaç gazete dışında medyanın barış için hiç çaba sarfetmediğini ileri sürdü.

İşte Alper Görmüş'ün o yazısı...

Çatışma gazeteciliği hangi haberleri sevmez

Bir savaşı, çatışmayı durdurmak yerine onun devam etmesini isteyenlerin en korktukları şey, savaşan tarafların homojenliğini ya da yekpareliğini tehdit eden gelişmelerin ortaya çıkmasıdır. Pozisyonları böyle olanlar açısından ideal durum, iki tarafta da hiçbir çatlak sesin çıkmamasıdır, iki tarafta da herkesin “savaş” demesidir. Yine de çatlak sesler çıkıyorsa eğer, kendileri için belirledikleri birincil görev, bu seslerin duyulmaması için azami gayret göstermektir.

Yine, bunların en nefret ettiği kesimler, her iki tarafın hatalarını da eleştirip barışa yol vermek isteyenlerdir. Bu “arada kalmışlar”, her iki tarafın kesintisiz savaş yanlılarınca “düşman”dan bile daha büyük bir nefretle anılırlar. (Mesela geçenlerde, Yeni Akit gazetesinin Ankara temsilcisi Yener Dönmez “Açılımcılar sussun” başlıklı bir yazı yazdı ve “Taraf yazarlarının tümü”nü bu çerçevede mütalaa ettiğini söyledi.)

Barış gazeteciliğinin önde gelen isimleri Annabel McGoldrick ve Jake Lynch, 17 maddelik “Barış Gazeteciliği” kılavuzlarının birinci maddesini, çatışan tarafları homojenmiş gibi gösterme çabalarına ayırmışlar, çatışmayı sürdürmeyi değil, barışı isteyen ve ona odaklanan gazetecilerin buna karşı nasıl bir çizgi izlemeleri gerektiği üzerinde durmuşlardı. Buna göre:

“Bir çatışmayı sadece iki tarafın çatışması gibi göstermekten kaçının. (...) Barış yanlısı bir gazetecinin yapması gereken, iki tarafı farklı amaçlar peşinde koşan pek çok küçük gruba ayırarak, yaratıcı çözümlere kapı aralamaktır.”

İki taze haber üzerinden giderek, gazeteciliğimizin “barış gazeteciliği”nden ne ölçüde nasiplendiğine bakalım...

Birinci haber: Kürt kadınlarının eylemi...

Haber şöyle:

“Van ve Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinden dün sabah yola çıkan ‘Barış Annesi İnisiyatifi’ üyesi bir grup, PKK’lıların askeri birliği pusuya düşürdüğü Hakkâri- Çukurca Karayolu’nun 12’nci kilometresine geldi. Olay yerine beyaz tülbent bırakan kadınlar basın açıklaması yaptı. Hakkâri Belediye Başkanı BDP’li Fadıl Bedirhanoğlu ve BDP Hakkâri İl Başkanı Orhan Koparan’ın da eşlik ettiği kadınlar adına Leyla Duman, Türkçe ve Kürtçe basın açıklaması okudu. Güvenlik güçlerinin operasyonlarının durdurulması istenen açıklamada, şöyle denildi:

“Biz savaş istemiyoruz. Biz burada asker annelerine de sesleniyoruz; gelsinler bizimle birlikte olsunlar. Ne bir asker annesi ne de bir gerilla annesi ağlamasın artık. Asker de bizim çocuğumuz, dağdaki insanlar da bizim çocuğumuz. Bu mübarek ramazan ayında bu kadar Müslüman öldürülüyor. Bu kadar asker öldürülüyor. Başbakan bu savaşı durdursun artık.”

Haberi Radikal’in manşetinden aktardım. Gazetenin haberin spotunda da belirttiği gibi, beyaz tülbent atma, aşiretler arasındaki kavganın bitirilmesi için başvurulan bir Kürt geleneği... Kürt kadınlarının davranışını bu sembolizmle birlikte okuduğumuzda, yaptıkları eylemin ne kadar önemli ve anlamlı olduğu daha iyi anlaşılır. Kürt annelerine eşlik edenlerin Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) temsilcileri olduğunu da hesaba kattığınızda...

Buyurun size, “karşı taraf”ın savaştan yana homojen bir yapı, yekpare bir blok oluşturduğu yönündeki “bizim taraf”tan yapılan propagandanın altını oyacak çok önemli bir gelişme...

Peki, gazetelerimiz bu haberi nasıl verdi? Eylem pazar günü (21 ağustos) yapılmıştı, ben pazartesi tarihli gazetelerin birinci sayfalarına baktım. Manzara şöyle: Radikal dışında sadece Taraf ve Evrensel gazeteleri itibar etmişlerdi bu habere. Haberi Özgür Gündem de vermişti ama, annelerin “tülbent atma” eylemini gizleyerek... Bu gazetemize göre, anneler “canlı kalkan” olmak üzere sınıra gidiyorlardı, hepsi o kadar.

İkinci haber: “Kürtlerden PKK’ya ‘dur’ çağrısı”

İkinci haberimiz birinciden de önemli... Bu haberi ise Taraf’tan aktarıyorum, çünkü haberi en fazla o önemsemiş (24 ağustos, sürmanşet):

“Diyarbakır’da biraraya gelen ve aralarında Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR), Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) ve çok sayıda sivil toplum örgütünün de bulunduğu oluşum, bir kez daha devlete operasyonları durdur, PKK’ya silah bırak çağrısında bulundu.”

Ahmet Altan da aynı günkü yazısını bu gelişmeye ayırmıştı. Ona göre bu çağrının anlamı şuydu:

“Aslında bu, çok sık tekrarlanan ‘standart’ bir çağrı. Ama bugünkü anlamı çok büyük... Çünkü PKK, halk kitlelerini ayaklandıracak bir savaş başlatabilme hayaliyle saldırıları şiddetlendirip yoğunlaştırmıştı.

“Bu çağrı, PKK’nın beklentisinin gerçekleşmeyeceğini çok kesin bir şekilde ortaya koyuyor.

“Silvan saldırısıyla Apo’yu kenara itmeye çabalayan PKK yönetiminin, ‘benim siyasete, demokrasiye falan ihtiyacım yok, ben istediğim iktidarı silahla alırım’ anlayışı yürümedi.”

Yanılıyor muydu Ahmet Altan? Hayır, yanılmıyordu. Bu çağrının anlamı tastamam buydu. Peki, bu kadar önemli bir gelişme karşısında gazetelerimiz ne yapmıştı?

Vaziyet şöyle: Haber, Taraf dışında sadece Evrensel ve Özgür Gündem gazetelerinde vardı.

Şimdi bu nedir? Bu, basbayağı çatışma gazeteciliğidir. “Karşı taraf”tan gelen bu ölçüde bir “heterojen” çıkışı bilerek, isteyerek görmemek, ancak savaşın sürmesini isteyenlerin tavrı olabilir.

Ben bu yazıyı yazarken birkaç internet sitesinde benzer bir habere rastladım. Haber, Güneydoğu’da faaliyet gösteren 11 kadın örgütünün, “bu savaşın derhal bitmesini, hiç kimsenin ölmemesi için adımların atılmasını, ayrıca savaşa değil, barış ortamına hizmet eden bir medya talebini” içeren bildirisine ilişkindi.

Hiç kuşkum yok ki, ertesi günkü gazetelerde bu haberi de görmeyeceğiz.

Barış bir gün bu ülkeye de gelecek ama bu medyaya rağmen gelecek!

‘Öcalan bitti’ propagandası neye hizmet ediyor?

Ortada garip bir yarış var...

“Sözün bittiği yerdeyiz”ci kalem erbabı, Öcalan’ın PKK’ya söz geçiremediğini, gizlemeyi beceremedikleri bir sevinçle tekrarlayıp duruyorlar.

Tam bu noktada, “İyi ama, sadece onlar değil, sözün bitmediğini, bitmemesi gerektiğini söyleyenler de, bu arada siz de Öcalan’la PKK arasında bir gerilim olduğunu söylemiyor musunuz” diye sorabilirsiniz...

Doğru, haklısınız, ama iki rezervim var:

Birincisi: Bizler bu gerilimi sevinçle karşılamıyoruz, çünkü mevcut tabloda PKK’yı ateşi kesmeye ikna edecek yegâne güç Öcalan olarak görünüyor. (Fakat tabii, oyunuz savaştan yanaysa, bu hakikat sizin için sevimsiz bir hakikattir.)

İkincisi: Doğru, Öcalan’ın “Devletle Kürt tarihinin en kapsamlı anlaşmasını yaptım, çatışmayı durdurun” çağrısından sonra PKK Silvan saldırısını gerçekleştirdi ve ardından Çukurca dâhil öteki eylemleri yaptı. Doğru da, bu, Öcalan’ın örgüt üzerinde hiçbir etkisinin kalmadığını mı gösterir? Durum, mesela Sedat Laçiner’in tesbit ettiği gibi midir:

“En son saldırılarla PKK Öcalan’ı gömdü. PKK’yı Öcalan’ın yönetmediği net bir şekilde ortaya çıktı.” (Vatan, 21 ağustos)

Oysa gerek PKK’dan gerekse de BDP ve DTK’dan gelen tepkiler, durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Zaten tersi nasıl düşünülebilir ki? Öcalan’ın, Kürtlerin PKK’ya sempatiyle bakan kesimi üzerindeki manevi otoritesi neredeyse “tanrısal” bir mertebedeyken PKK’nın Öcalan’la “ipleri koparması” nasıl mümkün olabilir ki?

Şurası kesin: Kürtler nasıl kendilerine ne verilirse verilsin PKK’yı “satma” taleplerine “hayır” diyorlarsa, Öcalan’ı “satmak” isteyecek bir PKK’ya da “hayır” diyeceklerdir. Bunu PKK biliyor, dolayısıyla kısa vadeler dışında Öcalan’ın talimatlarının dışında bir hat benimsemeleri mümkün değildir.

İşte bütün bu nedenlerle, BDP’lilerin Öcalan’la görüşme talepleri çok önemli.

Aynı nedenlerle devletin bu aşamada Öcalan’ın sesini kesmesinin vebali de büyük olacaktır.

Bırakın Öcalan konuşsun. Hatta İmralı’dan istediğiyle konuşabilmesinin koşullarını yaratın. Dediği gibi PKK gerillalarını sınır ötesine çekebilirse, konuşmaya devam edersiniz.

Yok eğer bunu beceremezse, o zaman gerçekten de sözünü dinletemediği ortaya çıkar ki o zaman her şey oturulup yeniden düşünülür.

Fakat bana öyle geliyor ki, Öcalan’a böyle bir imkânın sağlanması durumunda onun PKK’ya söz geçirememesinden çok söz geçirebilmesinden korkuluyor.

Çünkü bu, barışın yolunun açılması ve fakat aynı zamanda Öcalan’ın da yolunun açılması (bir anlamda da Öcalan’ın Mandelalaşması) anlamına gelecek.

Hangisini tercih edersiniz? Savaşı mı, Öcalan’ın Mandelalaşması sonucunu doğuracak barışı mı?