"GİDİYORUM DEDİM KENDİ KENDİME,HERHALDE BİZİM ARKADAŞLAR MANŞET ÜSTÜNDEN GÖRÜRLER BİR ZAHMET!.." ENGİN ARDIÇ NASIL ÖLÜMDEN DÖNDÜ?

Üç hafta içinde iki defa zehirlendi, boynunda ur çıktı...İşte Ardıç'ın kaleminden o anlar...



Benmerkezci yazı

Gözünüz aydın sevgili düşmanlarım, üç hafta içinde iki kere zehirlendim, bir diş ameliyatı atlattım, önümüzdeki hafta ikincisi geliyor, bir hafta da dikişlerin alınmasına koyunuz...


Bir de boynumda ur çıktı, kanser korkusuyla üç gün geçirdim.
"Gidiyorum" dedim kendi kendime, "herhalde bizim arkadaşlar manşet üstünden görürler bir zahmet"...


İkinci günden başlayarak adının bir daha asla anılmayacağını bildiğin için, musalla taşında bir namazlık, basında da yirmi dört saatlik saltanatla yetineceksin.


Pravda gazetesinin başyazarı Mihail Koltsov, romancı İlya Ehrenburg'a "ben bugün senden çok daha fazla okunuyorum ama ben unutulacağım, sen kalacaksın" demişti... (İşin acı tarafı bugün Koltsov gibi Ehrenburg'u da bilen kalmadı.)


Ultrasonlar, tomografiler, emarlar, sağlık sektörümüze epeyce para katkısında bulunmalar derken...


Kanser değilmiş. İyi huyluymuş. Öteden beri şu "kötü huylu- iyi huylu" tanımına gülerdim, ilk kez sevgili boyun şişimi okşamak geldi içimden, cici şiş, munis yumurcak...


Doktor altı ay bekleyip duruma bakacak, büyüme eğilimi varsa alacak. Fakat "huy değiştirme", kötüleme ihtimali de yok değilmiş, huyu kuruyasıca...


Şimdi de midem ağrıyor, ağrı bıçak gibi, birkaç dakikalık aralarla girip girip çıkıyor, yazı mazı yazacak durumda değilim ama "bu durumda da yazı yazmak" gibi bir sidik yarışına çıktım kendi kendimle.


Ölüm korkusunu ucundan da olsa gördüm. Ne olduğunu anladım. Dünyaya bakışım da epey değişti.


İşte bunun için, şu anda kafamda Kürt meselesi değil, Demel Pastanesi'nin menekşeli şekeri var. Evet, menekşe şekeri.


Haşmet Babaoğlu yazmış, ben dönmüşüm Viyana'dan o gitmiş, bilseydim ertelerdim, keşke buluşabilseydik oralarda...


Burnuma da "Sacher turtası" kokuyor. "Tafelspitz" haşlamasının yanında elma püresiyle karışık acı yaban turbu kokuyor. Ölmeden bir kere daha yiyebilecek miyim?


Demel, imparatoriçe Sissi'nin sevdiği ve saraya ısmarladığı şekerleri on dokuzuncu yüzyıl sonlarının mukavva kutularında, "orijinal ambalajıyla" satar. Kazıktır da ha.


Yalnız orada değil, başta Kohlmarkt boyunca sıralananlar olmak üzere birçok dükkânın kapısında da "K.u. K" yazar... Kaiserlich und königlich... Emperyal ve ruayal...


Avusturya, tarihinden utanmaz.
Tam tersine, tarihini çok bilinçli bir politikayla "meta" haline getirmiş, pazarlamaktadır. Böylece o üzerine ölü toprağı serpilmiş, "çağdaş Pompei" dedikleri Viyana canlanmış, son yıllarda epeyce turist çeker olmuştur.


Avusturya bir cumhuriyettir ama eski imparatorluğuna küfür etmeyen bir cumhuriyettir.


Haşmet, hâlâ oralardaysan, git Landtmann'a, belediye parkına bakan yan taraçasında otur, benim için bir Gespritzer için. Şarap ve soda karışımı... Önünden de şlap şlop şlap şlop faytonlar geçsin. Kırmızı-beyaz tramvay geçsin. Benim aklımdan da bir merhum Haldun Taner geçer, bir de merhume eski "Viyanalı" sevgilim...


İmparatorluk devrinde, o karışımın her oranı için ayrı bir adı vardı, yüzde seksen şarap yüzde yirmi soda olursa bilmemne, yüzde yetmiş şarap yüzde otuz soda olursa bilmemne...


Başardım, yazı bitti bitiyor.
Ölümü bir ucundan gördüğüme göre de, eğilmem gereken mesele aslında Kürt meselesi tabii, dağlarda ölen binlerce Türk ve Kürt çocuğu. Onların değil Viyana'yı gezmek, Ankara'ya gidecek halleri olmadı. Şimdi de birileri onlar ölmeyi sürdürsünler istiyorlar, gün görmesinler istiyorlar.
Hele şu mide ağrısı geçsin de...


Bu arada isteyen istediği küfürü edebilir, istediği iftirayı atabilir, istediği çamuru sıvayabilir, bütün düşmanlarımı bağışladım. Onlarla bile yaşamak çok güzel.


Engin Ardıç/Sabah


changeTarget(document.getElementById("news_content"))