GEZİ PARKI NEDEN YANIYOR?
Bu kadar çok şeyi neden yaşadık, neden kavga ettik? Kimimiz öldü, kimimiz sakat kaldı. Derdimiz neydi ki bizim? Bir Murat Tolga Şen yazısı...
İnsanlar neden yakar, yıkar? Bilmem kaç metrekarelik laminant parkeli evlerde oturanlar neden TV’deki konserveleri tüketmek yerine sokağa iner, olmadı yemek yapmak için kullandığı tencere-tavasını birbirine çarpar? Neden ders çalışması ya da arkadaşlarıyla geleceğe dair keyifli bir muhabbet yapması gereken genç, polisin gözünün içine bakarak “senden korkmuyorum” der ve neden o polis onun gözünü çıkarır?
Tabela demokrasilerinde olur böyle şeyler…
Sokrat, “demokrasi kitleleri baştan çıkarabilen adamın rejimidir.” der. Başbakanın sandık hevesi de demokratlığından değil bundan kaynaklanıyor zaten. O bu ülkenin insanlarına diğer siyasetçilerden daha güçlü hitap etmesini biliyor ve bunun getirisi olarak 10 yıldan fazla bir süredir iktidarda. Sahi, bir adam neden bir ülkeyi bu kadar uzun süre yönetmek ister?
Başbakan uzun yıllardır ağzından özgürlük söylemlerini düşürmediği halde demokrat olmayı seçimle başa gelip-gitmekten ibaret sandı. İnsanlara aş-iş üretmek için elinden geleni de yaptı. Ben pek çok kişinin aksine onun içinde saf bir kötülük olduğuna inanmıyorum.
Gözden kaçırılan nokta şu oldu. İnsanlar artık birilerinin, onlar adına düşünmesinden ve yaşadıkları ortama, iklime seyirci kalmaktan hoşlanmıyor. 70’lerde içinden lağım akan derenin kenarında yaşayan ama işi olduğu için şükreden insanlardan oluşmuyor artık bu toplum. Göç edenler değiliz, şehrimizde doğduk, büyüdük ve sahip çıkıyoruz.
Toplumun duyarlılıkları zamanın ruhuna uygun olarak değişirken yönetenlerin de buna aynı şekilde ayak uydurmaları gerekiyor artık. Kitlelerin karşısına geçip özgürlük nutukları atmak siyah-beyaz ve 15 kare çekilmiş görüntülerde kaldı. Yönetenlerin konuşmaktan ziyade dinlemesi gereken zamanlardayız.
Yazının başlığına tekrar dönelim. Gezi Parkı ve neredeyse tüm memleket neden yandı, yanıyor?
Cevabı çok belli... Çünkü yönetenler hiç bu kadar sağır olmamıştı. Kocaman hoparlörlerden verilen kendi sesleri yüzünden insanların sesini duyamıyorlar.
Tazesinden iki örnek; Aylin Kotil, seçim barajının %10’luk seçim barajının yani muhalif partiler geçemesin diye inşa edilmiş iktidar duvarının düşürülmesi için güneşin alnında ve yağmurun altında 19 gün boyunca İstanbul’dan, Ankara’ya yürüdü. Yanında binlerce imza vardı ancak İktidar partisi onunla görüşmeyi reddetti, randevu vermedi, kaale almadı.
Geçenlerde oradaydım. Muğla’nın Akyaka beldesi inanılmaz bir cennet ve bir “yavaş şehir”. Toki burayı, yaşayanlara sormadan, bir beton diyarına dönüştürmek için kolları sıvamış. Akyaka’lılar yönetenlere ulaşmak, seslerini duyurabilmek için feryat ediyorlar ama yine dinleyen yok.
Bunu yaptığınız zaman iktidarın gücünü göstermiş olmuyorsunuz ama insanların ruhunu yaralıyorsunuz. O yaralı ruhlar giderek çoğalıyor. İmzalar, yürüyüşler, barışçıl oturma eylemleri, internet protestoları işe yaramayınca, iktidar imzaya ve protestoya duyarsızlaştıkça, demokrasinin kalbine kan taşıyan damarlar tıkanıyor ve bir gün… Bir gün, insanlar sokaklara iniyor, daha önce eşiyle, sevgilisiyle gezdiği sokakta bu defa yönetenlerin ordusuyla çarpışıyor.
Yaşadıklarımızdan ders alındı mı? Sanmam... Öyle olsa, Kadir Topbaş "Central Park yapacağım", Başbakan "Central Park olmaz Şehir Parkı olsun" demezdi. Kürsüden inip küçük bir çocuğun yanına eğilip sorun bakalım, orada ne olsun istiyor?
Hala umursamıyorlar ve sonra da çıkıp “ağaç falan bunların umurunda değil” diyorlar. Umursanmayan halkın ta kendisiyken…
MURAT TOLGA ŞEN /
Tabela demokrasilerinde olur böyle şeyler…
Sokrat, “demokrasi kitleleri baştan çıkarabilen adamın rejimidir.” der. Başbakanın sandık hevesi de demokratlığından değil bundan kaynaklanıyor zaten. O bu ülkenin insanlarına diğer siyasetçilerden daha güçlü hitap etmesini biliyor ve bunun getirisi olarak 10 yıldan fazla bir süredir iktidarda. Sahi, bir adam neden bir ülkeyi bu kadar uzun süre yönetmek ister?
Başbakan uzun yıllardır ağzından özgürlük söylemlerini düşürmediği halde demokrat olmayı seçimle başa gelip-gitmekten ibaret sandı. İnsanlara aş-iş üretmek için elinden geleni de yaptı. Ben pek çok kişinin aksine onun içinde saf bir kötülük olduğuna inanmıyorum.
Gözden kaçırılan nokta şu oldu. İnsanlar artık birilerinin, onlar adına düşünmesinden ve yaşadıkları ortama, iklime seyirci kalmaktan hoşlanmıyor. 70’lerde içinden lağım akan derenin kenarında yaşayan ama işi olduğu için şükreden insanlardan oluşmuyor artık bu toplum. Göç edenler değiliz, şehrimizde doğduk, büyüdük ve sahip çıkıyoruz.
Toplumun duyarlılıkları zamanın ruhuna uygun olarak değişirken yönetenlerin de buna aynı şekilde ayak uydurmaları gerekiyor artık. Kitlelerin karşısına geçip özgürlük nutukları atmak siyah-beyaz ve 15 kare çekilmiş görüntülerde kaldı. Yönetenlerin konuşmaktan ziyade dinlemesi gereken zamanlardayız.
Yazının başlığına tekrar dönelim. Gezi Parkı ve neredeyse tüm memleket neden yandı, yanıyor?
Cevabı çok belli... Çünkü yönetenler hiç bu kadar sağır olmamıştı. Kocaman hoparlörlerden verilen kendi sesleri yüzünden insanların sesini duyamıyorlar.
Tazesinden iki örnek; Aylin Kotil, seçim barajının %10’luk seçim barajının yani muhalif partiler geçemesin diye inşa edilmiş iktidar duvarının düşürülmesi için güneşin alnında ve yağmurun altında 19 gün boyunca İstanbul’dan, Ankara’ya yürüdü. Yanında binlerce imza vardı ancak İktidar partisi onunla görüşmeyi reddetti, randevu vermedi, kaale almadı.
Geçenlerde oradaydım. Muğla’nın Akyaka beldesi inanılmaz bir cennet ve bir “yavaş şehir”. Toki burayı, yaşayanlara sormadan, bir beton diyarına dönüştürmek için kolları sıvamış. Akyaka’lılar yönetenlere ulaşmak, seslerini duyurabilmek için feryat ediyorlar ama yine dinleyen yok.
Bunu yaptığınız zaman iktidarın gücünü göstermiş olmuyorsunuz ama insanların ruhunu yaralıyorsunuz. O yaralı ruhlar giderek çoğalıyor. İmzalar, yürüyüşler, barışçıl oturma eylemleri, internet protestoları işe yaramayınca, iktidar imzaya ve protestoya duyarsızlaştıkça, demokrasinin kalbine kan taşıyan damarlar tıkanıyor ve bir gün… Bir gün, insanlar sokaklara iniyor, daha önce eşiyle, sevgilisiyle gezdiği sokakta bu defa yönetenlerin ordusuyla çarpışıyor.
Yaşadıklarımızdan ders alındı mı? Sanmam... Öyle olsa, Kadir Topbaş "Central Park yapacağım", Başbakan "Central Park olmaz Şehir Parkı olsun" demezdi. Kürsüden inip küçük bir çocuğun yanına eğilip sorun bakalım, orada ne olsun istiyor?
Hala umursamıyorlar ve sonra da çıkıp “ağaç falan bunların umurunda değil” diyorlar. Umursanmayan halkın ta kendisiyken…
MURAT TOLGA ŞEN /