FETHULLAH GÜLEN "CEMAATE DOKUNAN YANIYOR" ALGISI İÇİN NE DEDİ?
Gülen cemaatinin "kurumsal yüzü" olarak kabul gören Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil t24.com.tr'den Selin Ongun'a konuştu.
Fethullah Gülen “cemaate dokunan yanıyor” algısı için ne dedi? Gülen hareketine yönelik şüphe ve eleştiriler, cemaatte nasıl değerlendiriliyor? Bu konuda muhasebe yapıldı mı? Hanefi Avcı ile gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları konusunda ne düşünülüyor? Emniyet ya da yargı içinde hukuksuzluklara karışan cemaat sempatizanları için neden “bizim dostumuz olamazlar” deniyor? Hanefi Avcı, kitabı yayımlanmadan önce cemaatten kiminle görüştü, ne konuşuldu? Fethullah Gülen, Avcı’nın kitabını okudu mu?
Gülen cemaatinin “kurumsal yüzü” olarak kabul gören Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı’nın Başkanı Mustafa Yeşil ile yaptığımız söyleşi, bu sorulara güncel enformasyon sunuyor.
1985 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra iki yıl boyunca Fethullah Gülen’den Arapça dersleri alan Yeşil, uzun yıllar din dersi öğretmenliği yaptı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler alanındaki yüksek lisansının ardından Zaman Gazetesi Genel Koordinatörlüğü görevinde bulundu. 2003 yılında gazetenin İngiltere temsilciliğine atanan Yeşil, Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı olmadan önce merkezi Almanya’da bulunan World Media Group Company’nin yönetim kurulu başkanlığını yürütüyordu.
Mustafa Yeşil’in www.t24.com.tr’den Selin Ongun’un sorularına verdiği cevaplar şöyle:
-Önce şunu sorarak başlayalım; Ergenekon terör örgütü üyeliği suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın yer aldığı bu son gelişmeler, Ergenekon’a bakışınızı değiştirdi mi?
Ben Ergenekon’a “Bu dava boş bir davadır” demiyorum. Devletin belli noktalarına sızmış ve devleti yıllardır belli gruplara karşı manipüle etmiş, hukuk dışı uygulamalarda bulunmuş bir organizasyonun ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Nihayetinde bu dava kapsamında ortaya konan deliller, bulgular, yer altından çıkan silahlar, kemikler beni buna inandırıyor. Son olaylara gelince, Ergenekon’un haklılığı ve haksızlığını sadece bu hadiselerle tartmanız mümkün değil. Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi, iki gazetecinin tutuklanmasının, Ergenekon’un bunca delilleri konusunda benim bakışımı değiştirmesi söz konusu değil. O ayrı bir mesele.
-Nasıl bir mesele?
Ben olaya şu açıdan bakıyorum. Hatırlarsanız, Hanefi Avcı meselesinde benzeri bir rüzgâr çok ciddi manada esti. O kitap çıktıktan sonra Hanefi Avcı’nın içeri alınması hareketin müdahalesi olarak algılandı. Ve bunu ciddi ciddi ve çok net hükümlerle köşelerinde yazanlar oldu.
‘Hanefi Avcı’nın tutuklanmaması gerekirdi’
-Gülen hareketine tepkisel yaklaşmayan hatta Gülen hareketini olumlayan yazarların da “Artık mağdur değil mağrur bir cemaat var” yönünde açıklamaları olmuştu.
Evet, böyle kesin ifadelerde bulunan dostlarımız oldu. O dönem, hiç unutmuyorum, dostlarımızdan biri şöyle dedi: “Bu zatın içeri alınmasının size fatura edileceği bu kadar belli olduğu halde neden müdahale etmediniz?” Bu soru o kadar tuhaf ve akıl dışı ki. Nihayetinde bu tutuklama, hizmete, gönüllüler hareketine fatura edildi, değil mi? Bu mantıkla yargıda, emniyette hak ve adalet duygusu yerine harekete duyduğu sempatiyle hareket edenler var ise o zaman Hanefi Avcı’nın tutuklanmaması gerekirdi. Kaldı ki Hanefi Avcı’nın iddia ettiği meseleler çok yeni ve güncel meseleler değil. “Devlet içindeki kadrolaşma ve yapılanma” meselesi yıllardır söylenen, tartışılan bir mesele. Ancak düne kadar bu harekete yakın gözüken, bu cenahta olduğu düşünülen emniyet içinden bir isim olarak Hanefi Avcı’nın bunları iddia etmesinin tesiri dostlarımızın dahi savrulmasına neden oldu.
‘Avcı kitabı yazdığını söylemedi, birkaç saat görüştük’
-Siz Hanefi Avcı ile tanışır mıydınız?
Bu kitabı yayımlanmadan evvel burada birkaç saat bir görüşmemiz olmuştu. O zaman tanışmıştık.
-Ne zaman oldu bu görüşme?
Geçen yıl Türkçe Olimpiyatları’nı izlemeye gelmiş kendisi. Takibinde arkadaşlarımıza benimle görüşmek istediğini iletmiş, dolayısıyla geçen Haziran ayında (Avcı’nın kitabı Haliç’te Yaşayan Simonlar, Ağustos ayında raflardaydı) görüştük.
-Hanefi Avcı, “Kitabı yazmadan önce cemaatin ileri gelen bazı isimleri ile görüştüğünü” söylemişti. Sizin görüşmeniz de bu kapsamda mı?
Kendisi bize kitabın hazırlığından söz etmedi. Emin Aslan meselesinden çok rahatsızdı. Emin Aslan’ın içeriye alınmasını, onun tabiriyle söylüyorum, cemaate yakın insanların o işi kotardığı düşüncesindeydi. Emin Aslan’a yöneltilen suçlar hakkında “Ben yapabilirim ama o yapmaz” diyecek kadar kendisine kefildi. Emin Aslan’ın içeri alınma meselesindeki rahatsızlığını ve bu tarzdaki uygulamaların doğru olmadığını söyledi. Onun ifadelerinden şunu anladım; içeride bir çekişme var. Bir çekememezlik ve bir yerlere gelme gayret ve çekişmesini ifade eder tarzda konuşuyordu. Bu manada, “Bizim gibi milletini devletini seven insanlar mağdur ediliyor” gibi bir kanaat arz etti. Ben de onunla şunu paylaştım; Hocaefendi ve hizmeti seven, bilen, kabul eden insanlar hayatın her tarafında olabilir. Biz emniyette harekete sempati besleyen, ilgi duyan insanların olduğunu inkâr etmiyoruz. Kimileri bunu deklare edebilir, kimi içinde tutar. Hareketin bu kadar geniş zeminde seveninin olduğu bir zeminde, güç çatışmalarında birileri kendilerini hareketten yana konumlandırarak bunu bir mücadelede üstünlük vesilesi de yapabilir. Bu da bir risk.
‘Hanefi Avcı’ya beraber dua edelim, dedim’
-Siz bunları Hanefi Avcı’ya mı anlatıyorsunuz?
Tabii. Kendisine aynen şöyle dedim; eğer bir insan “Ben Hocaefendi’yi ve düşüncesini seviyorum” diyorsa yalan, komplo, ayak oyunları ile hukuksuzluklar yapıyorsa o bizden beridir, biz ondan beriyiz! Ben teşkilatın içinde ne olduğunu, artılarını, eksilerini, kimin ne mücadelesi yaptığını gerçekten bilmiyorum, bilemem. Ben İçişleri Bakanı mıyım; ne yetkim var, hangi araştırmayı neye göre yapabilirim? Ama hizmeti kullanarak veya Hocaefendi’yi sevdiğini bahane ederek insanlara zulüm eden, birilerinin ayağını kaydıran düzenbazlar varsa, ellerimizi açalım beraber dua edelim, dedim. Dua edelim; Allah onların ne müstahakları varsa versin, dedim.
-Avcı ne yaptı?
Sükût etti.
-O gün el sıkışarak mı ayrıldınız?
Evet. Gayet normal konuştuk, öyle de ayrıldık.
-Peki siz bu anlattığınız konuşmayı Fethullah Gülen’e ilettiniz mi?
Konuşmanın hemen ertesinde iletecek imkânım yoktu. Birkaç ay sonra Hocaefendi’yi ziyarete gittiğimiz vakitte, o zaman kitap da çıkmıştı, “Hocam, kendisi böyle böyle bir sıkıntısı olduğunu ifade etmişti. Ama kitapla ilgili hiçbir mevzudan bahsetmemişti, çok şaşırdım” dedim.
‘Hocaefendi, Avcı’nın üslubuna çok şaşırdım, dedi’
-Fethullah Gülen ne dedi?
“Hanefi Avcı neden böyle bir üsluba, yaklaşıma girdi; çok şaşırdım” dedi. Acaba bürokraside bir yerlere gelme mücadelesinde bizden bekledigini bulamama gibi bir kanaatle mi hareket etti Sayın Avcı? Çünkü malum Türkiye’de geçmiş senelerde, Futbol Federasyonu seçimlerinde biri kaybedince, “Eğer Fethullah Hoca beni destekleseydi seçilirdim, desteklemediği için seçilemedim” demişti. Bunun üzerine yıllar önce bir gün Hocaefendi ile otururken kendisi de espri ile, “Artık futbol federasyonuna seçilemeyen adam da bunu bizden bilirse artık varın gerisini siz düşünün” demişti.
-Gülen’in kitap çıktıktan sonra “Mustafa Bey, siz keşke bu konuşmayı bana daha önce iletseydiniz” gibi bir yaklaşımı oldu mu?
Hayır, “Maalesef bazen insanlar ikbal hesaplarıyla hak ve adalet çizgisini gözetemiyorlar” dedi. Bu hadisenin olması mukaddermiş gibi bir atmosfer hissettim ancak çok uzun boylu bir açıklamada bulunmadı. Sayın Gülen daha sonra hatırlarsanız, “Allah taksiratını affetsin” diyerek düşüncesini belirtmişti. Zaten Sayın Avcı belli yargılara kilitlenmiş, kararını da vermişti. Bizimle müzakere etmeye değil, kendi düşüncelerinden bizi haberdar etmeye geldi. Kaldı ki böyle bir kitap hazırladığını da söylemedi.
-Fethullah Gülen Hanefi Avcı’nın kitabını okudu mu?
Baştan sona okumamıştır. Ancak içeriğini özet olarak dinlemiş olabilir.
-Hanefi Avcı’nın kitabında yazanları ifade özgürlüğü kapsamında niteler misiniz?
İfade özgürlüğünün tanımını yeniden yapacak halimiz yok. Orada ispatlanması söz konusu olmayan ifadeler var. “Benim duyduğuma göre, benim tecrübeme göre, bana anlatılana göre” diyerek bu denli ciddi iddialarda nasıl bulunabilirsiniz?
-Mesela o görüşmenizde Hanefi Avcı, size emniyetin imamı olduğu söylenen Kozanlı Ömer’den ya da bu gibi kişilerden bahsetti mi?
Hayır hiç söylemedi onları. Böyle bir kitap, böyle insanlar, böyle isimler bunlar hakkında hiçbir ifadesi olmadı. Zaten böyle isimler söylese de benim bilmem mümkün değil. Ben emniyetin, askerin, yargının içini nasıl, nereden bilebilirim.
‘Sivil hayatta hareketi suistimal edenleri, yolsuzluk yapanları gördük’
-Şu şıkkın gündeminizde yer alması mümkün değil mi; Gülen hareketine sempati besleyen emniyet, yargı içinden insanlar hukuksuzluklara karışamaz mı?
Suistimal kapılarının her zaman, her kurumda, her yapıda açık olduğunu söylüyoruz. Bugün de, gelecekte de sizin adınızı kullanarak, size ait sempatizanlık kredisini kullanarak gayri kanuni işler yapanlar olabilir; bu mümkün. Bakın ben size gördüğümü söyleyeyim. Ben bu suistimal kapılarını kullanan insanları sivil hayatta gördüm. “Ben filan okulun yönetim kurulu üyesiyim” diyerek insanlardan para toplayan, yolsuzluk yapan insanları gördük biz. Sizin isminizi, jargonunuzu kullanarak belirli yerlere gelmek isteyenler çıkacaktır, çıkmıştır. Bu sizin dışınızda gerçekleşen bir olay. Aynen bunu ifade ettim Sayın Avcı’ya. Hareketin dokusu, hizmetin genel felsefesi ile uyumsuz, kul hakkı yiyen, zulüm eden insanlar kendilerini bu hareketten görse de, bu kişiler zaten bizim dostumuz olamaz.
-Fethullah Gülen’in ya da hareketten insanların “Bu kitapta bahsedilen insanlar kim? Tanıdığımız insanlar mı, hukuksuzluğa karışmışlar mı; araştırılmalı” demesi neden ihtimal dışı?
Devlet kademesi veya teşkilatı içinde size sempati duyanların mevcudiyeti ayrı bir şeydir. O teşkilatın içinde gayri hukuki işler yapanların takip edilmesi, adaletin önüne getirilmesi devletin kendi kanun ve kuralları içinde olacak bir şeydir. Bu tip hukuksuzluklara karışanları bulup çıkarmak Hocaefendi’nin işi midir yoksa devletin ilgili kurumlarının mı? Şunu da söyleyeceğim; 30 yıldır bu hareketin içinde olan bir insanım. Benim için bu iddiaların yeni bir yanı yok.
‘Nuh Mete Yüksel’in kaset olayı araştırılmalı, savcıya baskı yapıldı mı?’
-Mustafa Bey, güncel tartışma belli: “Cemaate dokunan yanıyor.” Fakat filmi biraz geriye saralım. Fethullah Gülen davasına bakan eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in seks kaseti çıkmış ve yine benzer bir algı olmuştu. Bunları muhasebe ediyor musunuz?
O olay patladığında biz şöyle düşündük. Bakıyoruz, düşünüyoruz; Nuh Mete Yüksel milliyetçi, devletçi makul bir zat. Ancak bu zat, Hocaefendi’ye gerçekten o kadar akıl almaz suçlarla itham ediyordu ki. İddianameyi açın okuyun, hukuki olarak mesnetsiz iddialar. Bir insan nasıl bir tazyik ve baskı altında kalarak bunları ısrarla iddia eder? Bunu uzun süre düşündük, merak ettik. Ama sonra ortaya çıktı.
-Ne ortaya çıktı?
Hatırlayın bu kasetler nereden çıktı? Ergenekon sanığı Gülseven Yaşer’in başında bulunduğu ÇEV’deki aramalarda ele geçirildi bu görüntüler. O zaman bizim aklımıza şu geldi. Acaba birilerinin bu görüntüleri kaydetme amacı savcıyı baskı altına almak mıydı? Yani, “Bu davayı takip edip, ısrarla sürdüreceksin” noktasıyla bu görüntüler savcıya karşı kullanılmış olabilir mi? Hocaefendi’nin avukatları bu şüpheyi mahkeme salonunda da ifade ettiler zaten. Ve hatırlayın Hocaefendi’nin beraatı yüksek yargıda neticelendi. Yani şöyle deseniz doğruydu; kasetler çıktı Nuh Mete Yüksel davadan çekildi, Fethullah Gülen hakkındaki iddialar düştü. Fakat böyle değil. Bizim kanaatimize göre, savcının bu kasetler nedeniyle baskıya maruz kalıp kalmadığı hala ciddiyetle bakılması gereken bir mesele. Çünkü kasetten dolayı savcıya ceza verildi ama maalesef meselenin bu yönü mahkeme tarafından araştırılmadı.
‘Tutuklamalar, hareketle ilgili algıyı tetikledi, dostlarımız savruldu’
-Hanefi Avcı’dan sonra yine benzer bir kitap çalışması içinde olduğu bilinen Ahmet Şık’ın tutuklanması “Cemaate dokunan yanıyor” algısını kuvvetlendirdi. Bu algının Gülen hareketine tepkisel yaklaşmayan çevrelerde de kabul görmesi, sizin açınızdan muhasebe konusu olmuyor mu?
Bakınız gerçekten yargıda, emniyette hareketi seven, tasvip eden birileri eğer hak ve adalet çizgisiyle değil de “Aman harekete zarar vermeyelim” noktasıyla hareket ediyorlarsa zaten bu kişileri içeri almamaları gerekirdi. İşin bir kaotik noktası da budur. Neden; çünkü bu tutuklamalar, hareketle ilgili birçok algıyı tetikledi. Birçok dostumuzun savrulmasına neden oldu. Ben diyorum ki, bu tutuklamaların nedeni iddia edildiği gibi harekete sempati besleyen kesimler tarafından gerçekleştiriliyorsa, en başta onlar, hareketle ve cemaatle ilgili sorgulamalara vesile olduğunu görüyorlardır.
-Emniyet ya da yargı içinde Gülen hareketine sempati duyan bir grubun bu noktada cemaate zarar verdiğini mi düşünüyorsunuz?
Benim şahsi olarak böyle net bir bilgim, malumatım yok. İfade ettiğimi şudur; eğer bir yetkim, gücüm olsaydı en başta Hanefi Avcı’nın içeriye alınmamasını isterdim. Çünkü tutuklandığı zaman birçok zihinde, “Cemaat hakkında kitap yazdı içeri attılar” gibi bir algı doğdu. Aynı şekilde benzer bir hava, son olarak tutuklanan gazetecilerde de oldu. Kendimizi yargıdan üstün görecek halimiz yok, polisin ve savcının eline geçirdiği belgeleri, delilleri bilmiyorum.
‘Vicdanı olan biri Şener ve Şık’a ne halleri varsa görsünler diyebilir mi?’
-Tutuklanan meslektaşlarımız da bilmiyor! Siz Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gazetelerde yer alan, savcılıkta verdikleri ifadeleri okudunuz mu?
Okudum.
-Böyle bir resimde “Açıklayamayacağımız deliller nedeniyle sizi tutukluyoruz” dense ne hissederdiniz?
Rica ederim; “Ben şimdi ne halleri varsa görsünler” diyebilir miyim. Vicdanı olan hangi insan bunu diyebilir? Fakat zaten şu an medyadaki kavga, hak ve adalet üzerinden yürüyen bir zeminde değil.
-Örneğin cemaate yakın televizyonların ve Zaman gazetesinin yayınlarına baktığımızda “Kesin suçlular, yargılamaya dahi gerek yok” anlayışında bir yayın çizgisi görüyoruz. Gülen hareketinin “hoşgörü ve diyalog” söylemi ile tutarsız değil mi bu?
Bu kuruluşlar hakkında “Şu konuda yanlış, bunda doğru yapıyorlar” gibi bir beyanda bulanacak bir makamda değilim. Şu da bir gerçek; gazetecilik öyle zor bir hale geldi ki, tabiri caizse gündemin toz duman olduğu bir ortam orası. Ayrıca ben haberleri başka bir açıyla da okuyorum. Ben, Zaman ve birçok gazetenin, iddia edilen Ergenekon gibi bir yapının ortaya çıkarılması ve Türkiye’nin bağırsaklarını temizlenmesi için haber atlamama gayreti gösterdiklerini düşünüyorum.
‘Zaman’daki arkadaşlara biraz daha sakin bir üslup dedik, ama...’
-Sizin “kesin suçlular” anlayışı ile yapılan gazeteciliği eleştirmeniz söz konusu olamaz mı?
Bizim “Hizmeti dost bilen medyada çıkan haberlerin hepsi doğrudur, bu haberlerde hiçbir hata, eksik yoktur” gibi bir ifademiz yok. Şöyle bir durum var; medya zemininde müspetiyle menfisiyle harekete dair algılarla alakalı olarak muhatap olan insanlar bunlar. Yani küfredenler onlara küfrediyor, teşekkür edenler onlara teşekkür ediyor. Şunu samimiyetle ifade edeyim size. Bir gün oturduk bu arkadaşlarımızla konuşurken, “Biraz daha sakin, bizim üslubumuza uygun dingin bir beyanda ve dilde olamaz mısınız” dedik. Aldığımız yanıt şuydu: “Sen suratına her gün onlarca küfür yesen, hiç beklemediğin yerlerden hücumlar yapılsa, dingin kalma şansın olur mu?” Ayrıca ifade ettiğiniz türden haberler varsa ve bir hata yapılmışsa bence medya halka karşı mesuldür. Medya Ergenekon’un ne avukatlığını, ne de savcılığını yapmalıdır. Masumiyet karinesini de hep göz önünde tutmalıdır. Oysa maalesef medya alanında ciddi bir kutuplaşma var. Böylesi bir zeminde bu arkadaşlarımız da bazen suhuletle davranmama halinde olabiliyor. Medyadaki bu anormal zemin nedeniyle hasıl oluyor bunlar.
‘Hocaefendi, Bill Clinton-Monica Lewinsky olayını bile özel hayat görüp ilgilenmedi’
-Bir örnek; Deniz Baykal’ın kaset olayında “özel hayat” çizgisini koruyan Zaman, Hanefi Avcı meselesinde örneğin Ekrem Dumanlı, “Meselenin bir de yüz kızartan yanı varmış” gibi bir ahlak dersinde bulunmuştu. Bu sizin hoşnut olabileceğiniz bir üslup mu?
Şahısların şahsi hayatları kendilerine aittir, özeldir. Özelin deşifre edilmesi genel manada tasvip edilecek bir durum değil. Yıllar önce, Bill Clinton’ın Monica Lewinski ile ilişkisi gündeme getirildiğinde Hocaefendi’nin “Şahsi bir meseledir, bunu gündeme getirmeye bile gerek yok. İnsanların şahsi hayatları bizim meselemiz değil” ifadesinde bulunduğunu hatırlıyorum. Ancak Sayın Dumanlı’nın bahsettiğiniz yazısında herhalde, “Acaba bu ilişkinin istihbarı bir yanı olabilir mi? Bu kadın Avcı’ya yönlendirildi mi?” gibi bir yaklaşımı olmalı.
-Hayır; ahlak dersi veren bir yaklaşım vardı.
Sayın Dumanlı’nın toplumumuzun büyük çoğunluğunun bu husustaki duyarlılığına tercüman olduğunu düşünüyorum ve biliyorsunuz o dönem “Evli bir bayanla evli bir erkeğin ilişkisi toplum değerlerimizi zedeler” tartışması gündeme gelmişti.
-Mustafa Bey, az önce örnek verdiğiniz “Özel hayattır, bizi ilgilendirmez” prensibi kişiden kişiye değişiyor mu? Örneğin Hanefi Avcı’nın ilişkisini tartışma konusu yapanlar başka bir vesile ile Adnan Menderes’i hayır dualarıyla anabiliyorlar?
Kanımca her dönemde öne çıkan unsurların farklılaşmasından kaynaklanıyor bu durum. Menderes döneminde öne çıkan unsur, milletin hasretle beklediği demokratik bir yaklaşım imiş, diğer mesele mevzu dahi olmamış. Tabii ki hoş ve doğru olan, insanlık vicdanını yaralayan meselelerde duruşunuzu “senin insanın-benim insanım” demeden herkes için sergilemek. Tasvip edilecek olan budur.
‘Keşke Ahmet Şık’ın kitabı çıksaydı da okusak’
-Siz Ahmet Şık’ın kitabının yayınlanmasını ister miydiniz? Kitabı merak ediyor musunuz?
Keşke kitabı çıksaydı da görseydik, bu kitabın ne mahsuru olabilirdi! Bu kitap daha önce çıkmış onlarca kitabın ifade ettiğinden farklı ne söyleyecekti? Keşke çıksa da okusak. Hiçbir mahsuru yok. Garez ve kinle yazılmamış, iftira taşımayan ve hoşumuza gitmese de sırf gerçekleri açığa çıkarmak için dile getirilen hiçbir eleştiriden rahatsızlık duymayız. Bilakis onların bizi geliştireceğine inanırız. Fakat bir ısmarlama söz konusu ise o ayrı bir mesele. Zira bazı kitapların bu mahiyette olup kara propaganda amaçlı olduğu düşüncesi akla geliyor zaman zaman.
-“Emniyet-yargı içindeki cemaatçi polisler” ifadesinin sizin açınızdan bir enformasyon olması mümkün değil mi?
“Cemaatçi polisler, polis içindeki yapılanmalar” bu gibi ifadeler dezenformasyon için kullanılıyor. Ve bakın önemlidir; bu iddialar bu hizmete gönül veren herkesi üzdüğü gibi muhtemelen polis teşkilatı içinde hizmete, harekete taraf görülen insanları da fevkalade üzen ve ürküten bir söylem.
-Neden?
Diyelim ki kişi bu hareketin faaliyetlerini tasvip ediyor. “Bu hareket eğitim, diyalog yoluyla ülkedeki temel problemlere uzlaşarak çözüm arayan bir yol izliyor. Ne kadar güzel” diyor. Hareketin hizmetlerini fevkalade olumlu buluyor. Ancak “cemaatçi polisler” gibi söylemlerden dolayı ben inanıyorum ki birçok insan taraftar olmaya çekiniyor. Sempatisi olduğunu söylemeye çekiniyor. Kaldı ki ben şunu da gördüm. Hareketin hizmetlerini, okullarını gören ve çok beğenen bazı akademisyen, gazeteci arkadaşlarımız kendi arkadaş gruplarına bu değerlendirmelerini söylemekten çekiniyorlar. Çünkü söylerse, hele böyle bir atmosferde, o da yaftalanacak. “Cemaatçi vay seni de mi satın aldılar” denecek vs. Bunlar elbette çok üzücü. Fakat bu savrulmaları biz geçmişte de yaşadık. O nedenle bugün bazı dostlarımızın keskin ifadelerine şaşırmıyoruz.
‘Hem seni seviyorum diyeceksin, hem de hareketi zor durumda bırakacaksın!’
-Mustafa Bey, Gülen hareketine takıntılı yaklaşmayan, Ergenekon davalarını Türkiye’nin demokratikleşmesi için destekleyen kimi zihinlerde yer alan şu değerlendirmeyi soralım hemen: “Pensilvanya’nın ya da Gülen hareketindeki isimlerin dahili dışında gelişmeler yaşanıyor. Türkiye’de güçler yer değiştiriyor, teşkilatta da bu böyle. Operasyonların başında elbette Fethullah Gülen yok. Ama onun öğretisini benimseyenler, bugün bir başka iktidar kavgası içinde?”
Çok geniş bir tabana yayılmış olan bu hareketin sempatizanlarının, bu hareketin yapısına ve dokusuna zarar verecek tarzda hareket etmemeleri lazım. Bu dokuya itham ve iftiraya vesile olacak üslup içinde olmamaları lazım. Hocaefendi’nin uzun yıllardır ifade ettiği hep budur. Sen hem, “Seni seviyorum” diyeceksin hem de beni zor durumda bırakacaksın. Hem, “Senin düşündüğün gibi düşünüyorum” diyeceksin hem beni kamuoyunda çaresiz ve sıkıntılı bir hale getireceksin. Böyle düşünen insanlar var ise Hocaefendi’nin sözlerine, kulak vermeliler. Öbür taraftan da şunu beklerim; gerçekten haksızlık, zülüm ve adaletsizlik varsa devlet, kurumlarıyla takip ve müessesleriyle bunun gereklerini yerine getirmeli. Kesin bir üslupla konuşmanın riskli olduğu bir dönem içinde bulunduğumuzu görüyoruz. Bu hareket belli çekirdek zihinlerde her zaman zan altında. Ancak bugün resme dingin bir akılla bakıldığında kamuoyunda şöyle bir algı da var: Acaba bu kadar ciddi bir dava, bir şekilde sulandırılıyor mu, itibarsızlaştırılıyor mu?
‘Hareketin masumiyetine şüphe sıçratan tutuklamalar yaşanmamalıydı’
-Gülen cemaatinin, bugün, kendisine karşı yıllardır slogan atan geleneksel karşıtları tarafından değil, saygın aydınlar tarafından da sorgulandığını görüyoruz. Soruyu yine tekrar edelim; bu noktada bir muhasebe içine girdiniz mi?
Ben topyekûn cemaatin sorgulandığını düşünmüyorum. Belki cemaatten görünen ya da öyle olduğunu söyleyen bazı kimselerin sorgulanmaları söz konusu. Ergenekon davasını takip edenler devletin yargı organları ve onların emrindeki emniyet. Ama her tutuklama dalgalarında belli tereddütler ve endişeler dile getiriliyor. Fakat daha sonra davaların açılmasıyla ortaya çıkan bilgiler ve belgeler kamuoyunda bir çok tartışmayı sona erdiriyor. Bugün bazı hususlarda hala belirsizlikler var. Ancak soruşturma hala devam ediyor. Keşke; toplumun bir kesiminde bu kadar tepki ve sıkıntıya vesile olacak tutuklama gibi yöntemler daha az olsaydı, çünkü bu tutuklamalar toplumdaki kutupları bir kere daha tetikledi ve açtı. Ayrıca Hanefi Avcı ve Ahmet Şık başta olmak üzere bu tutuklamalar; hareket mensuplarınca yapılmış gibi bir psikolojik harp unsuru olarak kullanıldı, kullanılıyor. Bu durum tabii ki hizmetin ve hareketin masumiyetine ve güzel işleri üzerine bir şüphe sıçramasına vesile oluyor. Ben bunların yaşanmamasını isterdim. Bir de şu hususu düşünmek lazım: Devletin değişik istihbarat kurumları var; emniyet, askeriye ve MİT. Sonra savcılar, hâkimler daha sonra da üst mahkemenin hâkimleri var. Eğer birileri bütün bu insanları hareketin yönlendirdiğine inanıyorsa binde bir ihtimale inanmış demek değil midir? Makul müdür bu? Fakat şimdi yargı diyor ki, “Elimde açıklayamayacağım deliller var.”
‘Deliller bir an önce açıklanmalı’
-Siz bu açıklamayı problemli buluyor musunuz?
Öncelikle şunu ifade etmeliyim; Türkiye düne göre daha demokrat ve yargı da düne göre daha çoğulcu bir çizgide. Bugün toplumdaki çalkantı ve dalgalanmaları nazarı itibara alarak delillerin bir an önce açıklanmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Savcılık, “İddianameyi hazırlayana dek bunu açıklamamaya hakkım var” gibi hukuki bir gerekçeye sığınıyor ama “Ergenekon fasa fisodur” diyenler de, son tutuklamalarla Ergenekon’un sulandırıldığını düşünenler de bu durumu kullanıyor. Umarız ki bu insanlar suçsuz oldukları halde böyle bir yöntemle içeriye alınmamışlardır. Çünkü kamu vicdanını ikna edici deliller ortaya sürülmezse, bu gelişmeler Ergenekon meselesinde çok ciddi çatlak oluşturabilir.
Gülen: Dokunan yanıyor diyenler neden Allah’ın adaletini düşünmez?
-Son gelişmeleri Fethullah Gülen ile değerlendirme fırsatınız oldu mu? Daha önce “Nazımızın geçtiği arkadaşlar seslerini yükseltmeseler” şeklinde bir değerlendirmesi olmuştu. Bugün “Cemaate dokunan yanıyor” algısı konusunda ne düşünüyor?
Kendisi, Ergenekon davası kapsamındaki gelişmelerin hareketten kaynaklı bir süreçmiş gibi algılanmasından duyduğu üzüntüyü defalarca dile getirdi. Elbette gelişmeleri esefle karşılıyordur. Fedakâr insanların yüzlerce ülkede ve yurt içinde yaptığı hizmetin bu türlü karalamalarla, karartılmasından dolayı üzgündür. Dokunanın yanması bir yana, Hocaefendi aleyhinde 40 sene yazı yazan insanlar hakkında bile “Keşke onlara bir iyilik yapma fırsatım olsa da, herkese bağrımızın açık olduğunu, herkesle dostça yaşamaktan başka muradımızın olmadığını bizzat görseler” diyen bir insandır. Son olarak, “Dokunan yanıyor diyen insanlar neden bir kere de Allah’ın adaletini düşünmez? Bazı kimselerin kaderin eliyle tokatlandıklarını akla getirmezler” diye sorduğunu kendisini ziyaretten yeni dönen bir arkadaşımızdan öğrendim. Dolayısıyla yargı meseleyi bir an önce netleştirmeli, süreç teenni ile izlenmeli. Bizlere düşen adaletin gerçekleşmesini temenni etmektir.
‘Hocaefendi’nin memlekete dönme defteri hiç kapanmaz’
-O meşhur soruyu da soralım; Gülen’in Türkiye’ye dönme defteri kapandı mı?
Hocaefendi’nin memlekete dönme defteri hiç kapanmaz. Kendisi duyduğu hasreti her zaman ifade ediyor. Ancak her meselenin kendisiyle ilişkilendirildiği bir Türkiye, bu süreç devam ettiği sürece dönüş takvimi etkilenecektir. Çünkü kendisinin gündemin ana objesi olmak gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Fakat bugün burada olmadığı halde yapılan tartışmalar belli. Bizler, Türkiye’deki dalgalanmanın bitmesini ve Hocaefendi’nin hasretinin sona ermesini arzu ediyoruz elbette.
-Daha önce yaptığımız söyleşide Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ta Necmettin Erbakan için söylediği, “Hükümeti bırakmalı, ülkeyi daha fazla germemeli” sözlerinden pişmanlık ve üzüntü duyduğunu öğrenmiştik. Acaba Sayın Erbakan’ın vefatından önce, kendisi hastanedeyken temasları oldu mu; kırgın mı ayrıldılar?
Sayın Erbakan hastanede iken bir görüşme yaptıklarına dair bilgim olmadı. Fakat bildiginiz gibi Hocaefendi, Sayın Erbakan’ın vefatı üzerine bir taziye yayınladı. Bu taziye mesajında Sayın Erbakan’ın bu ülkenin bir değeri olduğunu ve kalıcı hizmetlar yaptığını ifade ettikten sonra, gurbette olması hasebiyle cenayeze katılamadığından duyduğu mahzuniyeti dile getirdi.
Gülen cemaatinin “kurumsal yüzü” olarak kabul gören Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı’nın Başkanı Mustafa Yeşil ile yaptığımız söyleşi, bu sorulara güncel enformasyon sunuyor.
1985 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra iki yıl boyunca Fethullah Gülen’den Arapça dersleri alan Yeşil, uzun yıllar din dersi öğretmenliği yaptı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler alanındaki yüksek lisansının ardından Zaman Gazetesi Genel Koordinatörlüğü görevinde bulundu. 2003 yılında gazetenin İngiltere temsilciliğine atanan Yeşil, Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı olmadan önce merkezi Almanya’da bulunan World Media Group Company’nin yönetim kurulu başkanlığını yürütüyordu.
Mustafa Yeşil’in www.t24.com.tr’den Selin Ongun’un sorularına verdiği cevaplar şöyle:
-Önce şunu sorarak başlayalım; Ergenekon terör örgütü üyeliği suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın yer aldığı bu son gelişmeler, Ergenekon’a bakışınızı değiştirdi mi?
Ben Ergenekon’a “Bu dava boş bir davadır” demiyorum. Devletin belli noktalarına sızmış ve devleti yıllardır belli gruplara karşı manipüle etmiş, hukuk dışı uygulamalarda bulunmuş bir organizasyonun ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Nihayetinde bu dava kapsamında ortaya konan deliller, bulgular, yer altından çıkan silahlar, kemikler beni buna inandırıyor. Son olaylara gelince, Ergenekon’un haklılığı ve haksızlığını sadece bu hadiselerle tartmanız mümkün değil. Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi, iki gazetecinin tutuklanmasının, Ergenekon’un bunca delilleri konusunda benim bakışımı değiştirmesi söz konusu değil. O ayrı bir mesele.
-Nasıl bir mesele?
Ben olaya şu açıdan bakıyorum. Hatırlarsanız, Hanefi Avcı meselesinde benzeri bir rüzgâr çok ciddi manada esti. O kitap çıktıktan sonra Hanefi Avcı’nın içeri alınması hareketin müdahalesi olarak algılandı. Ve bunu ciddi ciddi ve çok net hükümlerle köşelerinde yazanlar oldu.
‘Hanefi Avcı’nın tutuklanmaması gerekirdi’
-Gülen hareketine tepkisel yaklaşmayan hatta Gülen hareketini olumlayan yazarların da “Artık mağdur değil mağrur bir cemaat var” yönünde açıklamaları olmuştu.
Evet, böyle kesin ifadelerde bulunan dostlarımız oldu. O dönem, hiç unutmuyorum, dostlarımızdan biri şöyle dedi: “Bu zatın içeri alınmasının size fatura edileceği bu kadar belli olduğu halde neden müdahale etmediniz?” Bu soru o kadar tuhaf ve akıl dışı ki. Nihayetinde bu tutuklama, hizmete, gönüllüler hareketine fatura edildi, değil mi? Bu mantıkla yargıda, emniyette hak ve adalet duygusu yerine harekete duyduğu sempatiyle hareket edenler var ise o zaman Hanefi Avcı’nın tutuklanmaması gerekirdi. Kaldı ki Hanefi Avcı’nın iddia ettiği meseleler çok yeni ve güncel meseleler değil. “Devlet içindeki kadrolaşma ve yapılanma” meselesi yıllardır söylenen, tartışılan bir mesele. Ancak düne kadar bu harekete yakın gözüken, bu cenahta olduğu düşünülen emniyet içinden bir isim olarak Hanefi Avcı’nın bunları iddia etmesinin tesiri dostlarımızın dahi savrulmasına neden oldu.
‘Avcı kitabı yazdığını söylemedi, birkaç saat görüştük’
-Siz Hanefi Avcı ile tanışır mıydınız?
Bu kitabı yayımlanmadan evvel burada birkaç saat bir görüşmemiz olmuştu. O zaman tanışmıştık.
-Ne zaman oldu bu görüşme?
Geçen yıl Türkçe Olimpiyatları’nı izlemeye gelmiş kendisi. Takibinde arkadaşlarımıza benimle görüşmek istediğini iletmiş, dolayısıyla geçen Haziran ayında (Avcı’nın kitabı Haliç’te Yaşayan Simonlar, Ağustos ayında raflardaydı) görüştük.
-Hanefi Avcı, “Kitabı yazmadan önce cemaatin ileri gelen bazı isimleri ile görüştüğünü” söylemişti. Sizin görüşmeniz de bu kapsamda mı?
Kendisi bize kitabın hazırlığından söz etmedi. Emin Aslan meselesinden çok rahatsızdı. Emin Aslan’ın içeriye alınmasını, onun tabiriyle söylüyorum, cemaate yakın insanların o işi kotardığı düşüncesindeydi. Emin Aslan’a yöneltilen suçlar hakkında “Ben yapabilirim ama o yapmaz” diyecek kadar kendisine kefildi. Emin Aslan’ın içeri alınma meselesindeki rahatsızlığını ve bu tarzdaki uygulamaların doğru olmadığını söyledi. Onun ifadelerinden şunu anladım; içeride bir çekişme var. Bir çekememezlik ve bir yerlere gelme gayret ve çekişmesini ifade eder tarzda konuşuyordu. Bu manada, “Bizim gibi milletini devletini seven insanlar mağdur ediliyor” gibi bir kanaat arz etti. Ben de onunla şunu paylaştım; Hocaefendi ve hizmeti seven, bilen, kabul eden insanlar hayatın her tarafında olabilir. Biz emniyette harekete sempati besleyen, ilgi duyan insanların olduğunu inkâr etmiyoruz. Kimileri bunu deklare edebilir, kimi içinde tutar. Hareketin bu kadar geniş zeminde seveninin olduğu bir zeminde, güç çatışmalarında birileri kendilerini hareketten yana konumlandırarak bunu bir mücadelede üstünlük vesilesi de yapabilir. Bu da bir risk.
‘Hanefi Avcı’ya beraber dua edelim, dedim’
-Siz bunları Hanefi Avcı’ya mı anlatıyorsunuz?
Tabii. Kendisine aynen şöyle dedim; eğer bir insan “Ben Hocaefendi’yi ve düşüncesini seviyorum” diyorsa yalan, komplo, ayak oyunları ile hukuksuzluklar yapıyorsa o bizden beridir, biz ondan beriyiz! Ben teşkilatın içinde ne olduğunu, artılarını, eksilerini, kimin ne mücadelesi yaptığını gerçekten bilmiyorum, bilemem. Ben İçişleri Bakanı mıyım; ne yetkim var, hangi araştırmayı neye göre yapabilirim? Ama hizmeti kullanarak veya Hocaefendi’yi sevdiğini bahane ederek insanlara zulüm eden, birilerinin ayağını kaydıran düzenbazlar varsa, ellerimizi açalım beraber dua edelim, dedim. Dua edelim; Allah onların ne müstahakları varsa versin, dedim.
-Avcı ne yaptı?
Sükût etti.
-O gün el sıkışarak mı ayrıldınız?
Evet. Gayet normal konuştuk, öyle de ayrıldık.
-Peki siz bu anlattığınız konuşmayı Fethullah Gülen’e ilettiniz mi?
Konuşmanın hemen ertesinde iletecek imkânım yoktu. Birkaç ay sonra Hocaefendi’yi ziyarete gittiğimiz vakitte, o zaman kitap da çıkmıştı, “Hocam, kendisi böyle böyle bir sıkıntısı olduğunu ifade etmişti. Ama kitapla ilgili hiçbir mevzudan bahsetmemişti, çok şaşırdım” dedim.
‘Hocaefendi, Avcı’nın üslubuna çok şaşırdım, dedi’
-Fethullah Gülen ne dedi?
“Hanefi Avcı neden böyle bir üsluba, yaklaşıma girdi; çok şaşırdım” dedi. Acaba bürokraside bir yerlere gelme mücadelesinde bizden bekledigini bulamama gibi bir kanaatle mi hareket etti Sayın Avcı? Çünkü malum Türkiye’de geçmiş senelerde, Futbol Federasyonu seçimlerinde biri kaybedince, “Eğer Fethullah Hoca beni destekleseydi seçilirdim, desteklemediği için seçilemedim” demişti. Bunun üzerine yıllar önce bir gün Hocaefendi ile otururken kendisi de espri ile, “Artık futbol federasyonuna seçilemeyen adam da bunu bizden bilirse artık varın gerisini siz düşünün” demişti.
-Gülen’in kitap çıktıktan sonra “Mustafa Bey, siz keşke bu konuşmayı bana daha önce iletseydiniz” gibi bir yaklaşımı oldu mu?
Hayır, “Maalesef bazen insanlar ikbal hesaplarıyla hak ve adalet çizgisini gözetemiyorlar” dedi. Bu hadisenin olması mukaddermiş gibi bir atmosfer hissettim ancak çok uzun boylu bir açıklamada bulunmadı. Sayın Gülen daha sonra hatırlarsanız, “Allah taksiratını affetsin” diyerek düşüncesini belirtmişti. Zaten Sayın Avcı belli yargılara kilitlenmiş, kararını da vermişti. Bizimle müzakere etmeye değil, kendi düşüncelerinden bizi haberdar etmeye geldi. Kaldı ki böyle bir kitap hazırladığını da söylemedi.
-Fethullah Gülen Hanefi Avcı’nın kitabını okudu mu?
Baştan sona okumamıştır. Ancak içeriğini özet olarak dinlemiş olabilir.
-Hanefi Avcı’nın kitabında yazanları ifade özgürlüğü kapsamında niteler misiniz?
İfade özgürlüğünün tanımını yeniden yapacak halimiz yok. Orada ispatlanması söz konusu olmayan ifadeler var. “Benim duyduğuma göre, benim tecrübeme göre, bana anlatılana göre” diyerek bu denli ciddi iddialarda nasıl bulunabilirsiniz?
-Mesela o görüşmenizde Hanefi Avcı, size emniyetin imamı olduğu söylenen Kozanlı Ömer’den ya da bu gibi kişilerden bahsetti mi?
Hayır hiç söylemedi onları. Böyle bir kitap, böyle insanlar, böyle isimler bunlar hakkında hiçbir ifadesi olmadı. Zaten böyle isimler söylese de benim bilmem mümkün değil. Ben emniyetin, askerin, yargının içini nasıl, nereden bilebilirim.
‘Sivil hayatta hareketi suistimal edenleri, yolsuzluk yapanları gördük’
-Şu şıkkın gündeminizde yer alması mümkün değil mi; Gülen hareketine sempati besleyen emniyet, yargı içinden insanlar hukuksuzluklara karışamaz mı?
Suistimal kapılarının her zaman, her kurumda, her yapıda açık olduğunu söylüyoruz. Bugün de, gelecekte de sizin adınızı kullanarak, size ait sempatizanlık kredisini kullanarak gayri kanuni işler yapanlar olabilir; bu mümkün. Bakın ben size gördüğümü söyleyeyim. Ben bu suistimal kapılarını kullanan insanları sivil hayatta gördüm. “Ben filan okulun yönetim kurulu üyesiyim” diyerek insanlardan para toplayan, yolsuzluk yapan insanları gördük biz. Sizin isminizi, jargonunuzu kullanarak belirli yerlere gelmek isteyenler çıkacaktır, çıkmıştır. Bu sizin dışınızda gerçekleşen bir olay. Aynen bunu ifade ettim Sayın Avcı’ya. Hareketin dokusu, hizmetin genel felsefesi ile uyumsuz, kul hakkı yiyen, zulüm eden insanlar kendilerini bu hareketten görse de, bu kişiler zaten bizim dostumuz olamaz.
-Fethullah Gülen’in ya da hareketten insanların “Bu kitapta bahsedilen insanlar kim? Tanıdığımız insanlar mı, hukuksuzluğa karışmışlar mı; araştırılmalı” demesi neden ihtimal dışı?
Devlet kademesi veya teşkilatı içinde size sempati duyanların mevcudiyeti ayrı bir şeydir. O teşkilatın içinde gayri hukuki işler yapanların takip edilmesi, adaletin önüne getirilmesi devletin kendi kanun ve kuralları içinde olacak bir şeydir. Bu tip hukuksuzluklara karışanları bulup çıkarmak Hocaefendi’nin işi midir yoksa devletin ilgili kurumlarının mı? Şunu da söyleyeceğim; 30 yıldır bu hareketin içinde olan bir insanım. Benim için bu iddiaların yeni bir yanı yok.
‘Nuh Mete Yüksel’in kaset olayı araştırılmalı, savcıya baskı yapıldı mı?’
-Mustafa Bey, güncel tartışma belli: “Cemaate dokunan yanıyor.” Fakat filmi biraz geriye saralım. Fethullah Gülen davasına bakan eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in seks kaseti çıkmış ve yine benzer bir algı olmuştu. Bunları muhasebe ediyor musunuz?
O olay patladığında biz şöyle düşündük. Bakıyoruz, düşünüyoruz; Nuh Mete Yüksel milliyetçi, devletçi makul bir zat. Ancak bu zat, Hocaefendi’ye gerçekten o kadar akıl almaz suçlarla itham ediyordu ki. İddianameyi açın okuyun, hukuki olarak mesnetsiz iddialar. Bir insan nasıl bir tazyik ve baskı altında kalarak bunları ısrarla iddia eder? Bunu uzun süre düşündük, merak ettik. Ama sonra ortaya çıktı.
-Ne ortaya çıktı?
Hatırlayın bu kasetler nereden çıktı? Ergenekon sanığı Gülseven Yaşer’in başında bulunduğu ÇEV’deki aramalarda ele geçirildi bu görüntüler. O zaman bizim aklımıza şu geldi. Acaba birilerinin bu görüntüleri kaydetme amacı savcıyı baskı altına almak mıydı? Yani, “Bu davayı takip edip, ısrarla sürdüreceksin” noktasıyla bu görüntüler savcıya karşı kullanılmış olabilir mi? Hocaefendi’nin avukatları bu şüpheyi mahkeme salonunda da ifade ettiler zaten. Ve hatırlayın Hocaefendi’nin beraatı yüksek yargıda neticelendi. Yani şöyle deseniz doğruydu; kasetler çıktı Nuh Mete Yüksel davadan çekildi, Fethullah Gülen hakkındaki iddialar düştü. Fakat böyle değil. Bizim kanaatimize göre, savcının bu kasetler nedeniyle baskıya maruz kalıp kalmadığı hala ciddiyetle bakılması gereken bir mesele. Çünkü kasetten dolayı savcıya ceza verildi ama maalesef meselenin bu yönü mahkeme tarafından araştırılmadı.
‘Tutuklamalar, hareketle ilgili algıyı tetikledi, dostlarımız savruldu’
-Hanefi Avcı’dan sonra yine benzer bir kitap çalışması içinde olduğu bilinen Ahmet Şık’ın tutuklanması “Cemaate dokunan yanıyor” algısını kuvvetlendirdi. Bu algının Gülen hareketine tepkisel yaklaşmayan çevrelerde de kabul görmesi, sizin açınızdan muhasebe konusu olmuyor mu?
Bakınız gerçekten yargıda, emniyette hareketi seven, tasvip eden birileri eğer hak ve adalet çizgisiyle değil de “Aman harekete zarar vermeyelim” noktasıyla hareket ediyorlarsa zaten bu kişileri içeri almamaları gerekirdi. İşin bir kaotik noktası da budur. Neden; çünkü bu tutuklamalar, hareketle ilgili birçok algıyı tetikledi. Birçok dostumuzun savrulmasına neden oldu. Ben diyorum ki, bu tutuklamaların nedeni iddia edildiği gibi harekete sempati besleyen kesimler tarafından gerçekleştiriliyorsa, en başta onlar, hareketle ve cemaatle ilgili sorgulamalara vesile olduğunu görüyorlardır.
-Emniyet ya da yargı içinde Gülen hareketine sempati duyan bir grubun bu noktada cemaate zarar verdiğini mi düşünüyorsunuz?
Benim şahsi olarak böyle net bir bilgim, malumatım yok. İfade ettiğimi şudur; eğer bir yetkim, gücüm olsaydı en başta Hanefi Avcı’nın içeriye alınmamasını isterdim. Çünkü tutuklandığı zaman birçok zihinde, “Cemaat hakkında kitap yazdı içeri attılar” gibi bir algı doğdu. Aynı şekilde benzer bir hava, son olarak tutuklanan gazetecilerde de oldu. Kendimizi yargıdan üstün görecek halimiz yok, polisin ve savcının eline geçirdiği belgeleri, delilleri bilmiyorum.
‘Vicdanı olan biri Şener ve Şık’a ne halleri varsa görsünler diyebilir mi?’
-Tutuklanan meslektaşlarımız da bilmiyor! Siz Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gazetelerde yer alan, savcılıkta verdikleri ifadeleri okudunuz mu?
Okudum.
-Böyle bir resimde “Açıklayamayacağımız deliller nedeniyle sizi tutukluyoruz” dense ne hissederdiniz?
Rica ederim; “Ben şimdi ne halleri varsa görsünler” diyebilir miyim. Vicdanı olan hangi insan bunu diyebilir? Fakat zaten şu an medyadaki kavga, hak ve adalet üzerinden yürüyen bir zeminde değil.
-Örneğin cemaate yakın televizyonların ve Zaman gazetesinin yayınlarına baktığımızda “Kesin suçlular, yargılamaya dahi gerek yok” anlayışında bir yayın çizgisi görüyoruz. Gülen hareketinin “hoşgörü ve diyalog” söylemi ile tutarsız değil mi bu?
Bu kuruluşlar hakkında “Şu konuda yanlış, bunda doğru yapıyorlar” gibi bir beyanda bulanacak bir makamda değilim. Şu da bir gerçek; gazetecilik öyle zor bir hale geldi ki, tabiri caizse gündemin toz duman olduğu bir ortam orası. Ayrıca ben haberleri başka bir açıyla da okuyorum. Ben, Zaman ve birçok gazetenin, iddia edilen Ergenekon gibi bir yapının ortaya çıkarılması ve Türkiye’nin bağırsaklarını temizlenmesi için haber atlamama gayreti gösterdiklerini düşünüyorum.
‘Zaman’daki arkadaşlara biraz daha sakin bir üslup dedik, ama...’
-Sizin “kesin suçlular” anlayışı ile yapılan gazeteciliği eleştirmeniz söz konusu olamaz mı?
Bizim “Hizmeti dost bilen medyada çıkan haberlerin hepsi doğrudur, bu haberlerde hiçbir hata, eksik yoktur” gibi bir ifademiz yok. Şöyle bir durum var; medya zemininde müspetiyle menfisiyle harekete dair algılarla alakalı olarak muhatap olan insanlar bunlar. Yani küfredenler onlara küfrediyor, teşekkür edenler onlara teşekkür ediyor. Şunu samimiyetle ifade edeyim size. Bir gün oturduk bu arkadaşlarımızla konuşurken, “Biraz daha sakin, bizim üslubumuza uygun dingin bir beyanda ve dilde olamaz mısınız” dedik. Aldığımız yanıt şuydu: “Sen suratına her gün onlarca küfür yesen, hiç beklemediğin yerlerden hücumlar yapılsa, dingin kalma şansın olur mu?” Ayrıca ifade ettiğiniz türden haberler varsa ve bir hata yapılmışsa bence medya halka karşı mesuldür. Medya Ergenekon’un ne avukatlığını, ne de savcılığını yapmalıdır. Masumiyet karinesini de hep göz önünde tutmalıdır. Oysa maalesef medya alanında ciddi bir kutuplaşma var. Böylesi bir zeminde bu arkadaşlarımız da bazen suhuletle davranmama halinde olabiliyor. Medyadaki bu anormal zemin nedeniyle hasıl oluyor bunlar.
‘Hocaefendi, Bill Clinton-Monica Lewinsky olayını bile özel hayat görüp ilgilenmedi’
-Bir örnek; Deniz Baykal’ın kaset olayında “özel hayat” çizgisini koruyan Zaman, Hanefi Avcı meselesinde örneğin Ekrem Dumanlı, “Meselenin bir de yüz kızartan yanı varmış” gibi bir ahlak dersinde bulunmuştu. Bu sizin hoşnut olabileceğiniz bir üslup mu?
Şahısların şahsi hayatları kendilerine aittir, özeldir. Özelin deşifre edilmesi genel manada tasvip edilecek bir durum değil. Yıllar önce, Bill Clinton’ın Monica Lewinski ile ilişkisi gündeme getirildiğinde Hocaefendi’nin “Şahsi bir meseledir, bunu gündeme getirmeye bile gerek yok. İnsanların şahsi hayatları bizim meselemiz değil” ifadesinde bulunduğunu hatırlıyorum. Ancak Sayın Dumanlı’nın bahsettiğiniz yazısında herhalde, “Acaba bu ilişkinin istihbarı bir yanı olabilir mi? Bu kadın Avcı’ya yönlendirildi mi?” gibi bir yaklaşımı olmalı.
-Hayır; ahlak dersi veren bir yaklaşım vardı.
Sayın Dumanlı’nın toplumumuzun büyük çoğunluğunun bu husustaki duyarlılığına tercüman olduğunu düşünüyorum ve biliyorsunuz o dönem “Evli bir bayanla evli bir erkeğin ilişkisi toplum değerlerimizi zedeler” tartışması gündeme gelmişti.
-Mustafa Bey, az önce örnek verdiğiniz “Özel hayattır, bizi ilgilendirmez” prensibi kişiden kişiye değişiyor mu? Örneğin Hanefi Avcı’nın ilişkisini tartışma konusu yapanlar başka bir vesile ile Adnan Menderes’i hayır dualarıyla anabiliyorlar?
Kanımca her dönemde öne çıkan unsurların farklılaşmasından kaynaklanıyor bu durum. Menderes döneminde öne çıkan unsur, milletin hasretle beklediği demokratik bir yaklaşım imiş, diğer mesele mevzu dahi olmamış. Tabii ki hoş ve doğru olan, insanlık vicdanını yaralayan meselelerde duruşunuzu “senin insanın-benim insanım” demeden herkes için sergilemek. Tasvip edilecek olan budur.
‘Keşke Ahmet Şık’ın kitabı çıksaydı da okusak’
-Siz Ahmet Şık’ın kitabının yayınlanmasını ister miydiniz? Kitabı merak ediyor musunuz?
Keşke kitabı çıksaydı da görseydik, bu kitabın ne mahsuru olabilirdi! Bu kitap daha önce çıkmış onlarca kitabın ifade ettiğinden farklı ne söyleyecekti? Keşke çıksa da okusak. Hiçbir mahsuru yok. Garez ve kinle yazılmamış, iftira taşımayan ve hoşumuza gitmese de sırf gerçekleri açığa çıkarmak için dile getirilen hiçbir eleştiriden rahatsızlık duymayız. Bilakis onların bizi geliştireceğine inanırız. Fakat bir ısmarlama söz konusu ise o ayrı bir mesele. Zira bazı kitapların bu mahiyette olup kara propaganda amaçlı olduğu düşüncesi akla geliyor zaman zaman.
-“Emniyet-yargı içindeki cemaatçi polisler” ifadesinin sizin açınızdan bir enformasyon olması mümkün değil mi?
“Cemaatçi polisler, polis içindeki yapılanmalar” bu gibi ifadeler dezenformasyon için kullanılıyor. Ve bakın önemlidir; bu iddialar bu hizmete gönül veren herkesi üzdüğü gibi muhtemelen polis teşkilatı içinde hizmete, harekete taraf görülen insanları da fevkalade üzen ve ürküten bir söylem.
-Neden?
Diyelim ki kişi bu hareketin faaliyetlerini tasvip ediyor. “Bu hareket eğitim, diyalog yoluyla ülkedeki temel problemlere uzlaşarak çözüm arayan bir yol izliyor. Ne kadar güzel” diyor. Hareketin hizmetlerini fevkalade olumlu buluyor. Ancak “cemaatçi polisler” gibi söylemlerden dolayı ben inanıyorum ki birçok insan taraftar olmaya çekiniyor. Sempatisi olduğunu söylemeye çekiniyor. Kaldı ki ben şunu da gördüm. Hareketin hizmetlerini, okullarını gören ve çok beğenen bazı akademisyen, gazeteci arkadaşlarımız kendi arkadaş gruplarına bu değerlendirmelerini söylemekten çekiniyorlar. Çünkü söylerse, hele böyle bir atmosferde, o da yaftalanacak. “Cemaatçi vay seni de mi satın aldılar” denecek vs. Bunlar elbette çok üzücü. Fakat bu savrulmaları biz geçmişte de yaşadık. O nedenle bugün bazı dostlarımızın keskin ifadelerine şaşırmıyoruz.
‘Hem seni seviyorum diyeceksin, hem de hareketi zor durumda bırakacaksın!’
-Mustafa Bey, Gülen hareketine takıntılı yaklaşmayan, Ergenekon davalarını Türkiye’nin demokratikleşmesi için destekleyen kimi zihinlerde yer alan şu değerlendirmeyi soralım hemen: “Pensilvanya’nın ya da Gülen hareketindeki isimlerin dahili dışında gelişmeler yaşanıyor. Türkiye’de güçler yer değiştiriyor, teşkilatta da bu böyle. Operasyonların başında elbette Fethullah Gülen yok. Ama onun öğretisini benimseyenler, bugün bir başka iktidar kavgası içinde?”
Çok geniş bir tabana yayılmış olan bu hareketin sempatizanlarının, bu hareketin yapısına ve dokusuna zarar verecek tarzda hareket etmemeleri lazım. Bu dokuya itham ve iftiraya vesile olacak üslup içinde olmamaları lazım. Hocaefendi’nin uzun yıllardır ifade ettiği hep budur. Sen hem, “Seni seviyorum” diyeceksin hem de beni zor durumda bırakacaksın. Hem, “Senin düşündüğün gibi düşünüyorum” diyeceksin hem beni kamuoyunda çaresiz ve sıkıntılı bir hale getireceksin. Böyle düşünen insanlar var ise Hocaefendi’nin sözlerine, kulak vermeliler. Öbür taraftan da şunu beklerim; gerçekten haksızlık, zülüm ve adaletsizlik varsa devlet, kurumlarıyla takip ve müessesleriyle bunun gereklerini yerine getirmeli. Kesin bir üslupla konuşmanın riskli olduğu bir dönem içinde bulunduğumuzu görüyoruz. Bu hareket belli çekirdek zihinlerde her zaman zan altında. Ancak bugün resme dingin bir akılla bakıldığında kamuoyunda şöyle bir algı da var: Acaba bu kadar ciddi bir dava, bir şekilde sulandırılıyor mu, itibarsızlaştırılıyor mu?
‘Hareketin masumiyetine şüphe sıçratan tutuklamalar yaşanmamalıydı’
-Gülen cemaatinin, bugün, kendisine karşı yıllardır slogan atan geleneksel karşıtları tarafından değil, saygın aydınlar tarafından da sorgulandığını görüyoruz. Soruyu yine tekrar edelim; bu noktada bir muhasebe içine girdiniz mi?
Ben topyekûn cemaatin sorgulandığını düşünmüyorum. Belki cemaatten görünen ya da öyle olduğunu söyleyen bazı kimselerin sorgulanmaları söz konusu. Ergenekon davasını takip edenler devletin yargı organları ve onların emrindeki emniyet. Ama her tutuklama dalgalarında belli tereddütler ve endişeler dile getiriliyor. Fakat daha sonra davaların açılmasıyla ortaya çıkan bilgiler ve belgeler kamuoyunda bir çok tartışmayı sona erdiriyor. Bugün bazı hususlarda hala belirsizlikler var. Ancak soruşturma hala devam ediyor. Keşke; toplumun bir kesiminde bu kadar tepki ve sıkıntıya vesile olacak tutuklama gibi yöntemler daha az olsaydı, çünkü bu tutuklamalar toplumdaki kutupları bir kere daha tetikledi ve açtı. Ayrıca Hanefi Avcı ve Ahmet Şık başta olmak üzere bu tutuklamalar; hareket mensuplarınca yapılmış gibi bir psikolojik harp unsuru olarak kullanıldı, kullanılıyor. Bu durum tabii ki hizmetin ve hareketin masumiyetine ve güzel işleri üzerine bir şüphe sıçramasına vesile oluyor. Ben bunların yaşanmamasını isterdim. Bir de şu hususu düşünmek lazım: Devletin değişik istihbarat kurumları var; emniyet, askeriye ve MİT. Sonra savcılar, hâkimler daha sonra da üst mahkemenin hâkimleri var. Eğer birileri bütün bu insanları hareketin yönlendirdiğine inanıyorsa binde bir ihtimale inanmış demek değil midir? Makul müdür bu? Fakat şimdi yargı diyor ki, “Elimde açıklayamayacağım deliller var.”
‘Deliller bir an önce açıklanmalı’
-Siz bu açıklamayı problemli buluyor musunuz?
Öncelikle şunu ifade etmeliyim; Türkiye düne göre daha demokrat ve yargı da düne göre daha çoğulcu bir çizgide. Bugün toplumdaki çalkantı ve dalgalanmaları nazarı itibara alarak delillerin bir an önce açıklanmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Savcılık, “İddianameyi hazırlayana dek bunu açıklamamaya hakkım var” gibi hukuki bir gerekçeye sığınıyor ama “Ergenekon fasa fisodur” diyenler de, son tutuklamalarla Ergenekon’un sulandırıldığını düşünenler de bu durumu kullanıyor. Umarız ki bu insanlar suçsuz oldukları halde böyle bir yöntemle içeriye alınmamışlardır. Çünkü kamu vicdanını ikna edici deliller ortaya sürülmezse, bu gelişmeler Ergenekon meselesinde çok ciddi çatlak oluşturabilir.
Gülen: Dokunan yanıyor diyenler neden Allah’ın adaletini düşünmez?
-Son gelişmeleri Fethullah Gülen ile değerlendirme fırsatınız oldu mu? Daha önce “Nazımızın geçtiği arkadaşlar seslerini yükseltmeseler” şeklinde bir değerlendirmesi olmuştu. Bugün “Cemaate dokunan yanıyor” algısı konusunda ne düşünüyor?
Kendisi, Ergenekon davası kapsamındaki gelişmelerin hareketten kaynaklı bir süreçmiş gibi algılanmasından duyduğu üzüntüyü defalarca dile getirdi. Elbette gelişmeleri esefle karşılıyordur. Fedakâr insanların yüzlerce ülkede ve yurt içinde yaptığı hizmetin bu türlü karalamalarla, karartılmasından dolayı üzgündür. Dokunanın yanması bir yana, Hocaefendi aleyhinde 40 sene yazı yazan insanlar hakkında bile “Keşke onlara bir iyilik yapma fırsatım olsa da, herkese bağrımızın açık olduğunu, herkesle dostça yaşamaktan başka muradımızın olmadığını bizzat görseler” diyen bir insandır. Son olarak, “Dokunan yanıyor diyen insanlar neden bir kere de Allah’ın adaletini düşünmez? Bazı kimselerin kaderin eliyle tokatlandıklarını akla getirmezler” diye sorduğunu kendisini ziyaretten yeni dönen bir arkadaşımızdan öğrendim. Dolayısıyla yargı meseleyi bir an önce netleştirmeli, süreç teenni ile izlenmeli. Bizlere düşen adaletin gerçekleşmesini temenni etmektir.
‘Hocaefendi’nin memlekete dönme defteri hiç kapanmaz’
-O meşhur soruyu da soralım; Gülen’in Türkiye’ye dönme defteri kapandı mı?
Hocaefendi’nin memlekete dönme defteri hiç kapanmaz. Kendisi duyduğu hasreti her zaman ifade ediyor. Ancak her meselenin kendisiyle ilişkilendirildiği bir Türkiye, bu süreç devam ettiği sürece dönüş takvimi etkilenecektir. Çünkü kendisinin gündemin ana objesi olmak gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Fakat bugün burada olmadığı halde yapılan tartışmalar belli. Bizler, Türkiye’deki dalgalanmanın bitmesini ve Hocaefendi’nin hasretinin sona ermesini arzu ediyoruz elbette.
-Daha önce yaptığımız söyleşide Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ta Necmettin Erbakan için söylediği, “Hükümeti bırakmalı, ülkeyi daha fazla germemeli” sözlerinden pişmanlık ve üzüntü duyduğunu öğrenmiştik. Acaba Sayın Erbakan’ın vefatından önce, kendisi hastanedeyken temasları oldu mu; kırgın mı ayrıldılar?
Sayın Erbakan hastanede iken bir görüşme yaptıklarına dair bilgim olmadı. Fakat bildiginiz gibi Hocaefendi, Sayın Erbakan’ın vefatı üzerine bir taziye yayınladı. Bu taziye mesajında Sayın Erbakan’ın bu ülkenin bir değeri olduğunu ve kalıcı hizmetlar yaptığını ifade ettikten sonra, gurbette olması hasebiyle cenayeze katılamadığından duyduğu mahzuniyeti dile getirdi.