FEHMİ KORU'DAN SONRA ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN KOLTUĞUNA BİR TALİPLİ DE DOĞAN GRUBUNDAN ÇIKTI!..

Palavra tevazuya gerek yok, Hürriyet veya Milliyet'i yönetmek hepimizin hayali

Referans Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can, Habertürk'ten Gülin Yıldırımkaya'ya konuştu!


Ben başarılı herkesin farklı olduğuna inanıyorum. Sizin de yaşam öykünüze gözattığımda yanılmadığımı gördüm. 6 çocuklu bir ailenin tek erkek çocuğusunuz. 13 yaşında evden kaçmışsınız, değil mi?

Kaçmak değil de evden uzaklaşmak diyelim. Çünkü Adana'da ailemle birlikte yaşıyordum. Tek erkek çocuktum. Yıllarca beklemişler. Onun verdiği bir özlem, sevgi... O sevgi bir baskıya dönüştüğü için bir an önce evden uzaklaşma isteği gelişti bende. Çok küçükken kaçtığım da oluyordu. Ama 13 yaşında Adana'da oturduğumuz halde ben evin dışında, yurtta kalmaya başladım. Tabii çok direndiler başlangıçta ama sonra ikna oldular. Amerika'da 16-17 yaşında gençler böyle yaşar. Genelde aileler teşvik ederler çocuklarının kendi başlarına kalmasını, hatta kız çocuklarını bile. Amerika'da 17-18 yaşına gelince ayrı eve çıkarlar. Benimki eve çıkmak olmadı ama 13 yaşında ayrı bir yurda çıkmış oldum.

Peki o yurda nasıl karar verdiniz? Gülen cemaati geçmişiniz orada mı başladı?

Ailem zaten muhafazakar bir aileydi. Dolayısıyla çok uzak olduğum bir ortam değildi. Kaldığım yurtlar arasında cemaat yurtları da vardı, normal yurtlar da vardı. Daha sonra okuldan arkadaşlarla lisedeyken ayrı bir eve çıktık. Tek bir yerde uzun süre kalmadım.

Gülen cemaati okullarından söz açılmışken şöyle bir gözlemim var; çok iyi üniversiteleri kazanıyorlar, iyi yabancı dil biliyorlar, istisnası yok denecek kadar başarı yakalanıyor. Genellikle de bir yurtdışı serüvenleri oluyor. Nedir bu başarının sırrı? Eğitim kalitesi mi yüksek gerçekten yoksa bir misyona odaklanmış kişiler orada buluştuğu için mi?

Bunun bir sürü sebebi olabilir. Fettullah Gülen cemaatine bağlı okullarda okuyan öğrencilerin başarı ortalaması normal düz liselerden daha mı fazla daha mı düşük bilmiyorum. Elimde veri yok. Ama gözlemlere dayanarak böyle bir yargıya varmak da fazla genellemecilik gibi geliyor. Sizin çevrenizdeki insanlar çok başarılıdır ama çevreniz o genelin tamamını yansıtmıyor olabilir. O yüzden sağlam bir veri olmadan o yargıya ulaşmak istemem. Bunun yanı sıra o okullarda tabii normal müfredatın, eğitimin yanısıra bir rehberlik sistemi var. Bence o okulların en büyük başarısı o rehberlik sisteminden kaynaklanıyor. Rehberlik sistemi kabaca şu; öğrencinin sadece dersleriyle ilgilenmiyorlar onun bütün sorunlarıyla, ailevi sorunları olabilir, kişisel sorunları olabilir, hepsiyle ilgileniliyor. Çünkü gençlik çağlarımız hepimizin birçok sorunu içimizde büyüttüğümüz, o sorunlarla nasıl baş edeceğimizi tam bilemediğimiz, kendi başımıza çözemediğimiz dönemler. O dönemde size böyle şefkatle ama aile şefkatiyle ailenin baskısını da uygulamadan yaklaşan bir hoca, rehberlik sistemi gelince siz okulunuzu da çok seviyorsunuz. Hocalarınızı daha çok seviyorsunuz, sevdiğiniz için derslerinizle ilgilenmeye başlıyorsunuz. Yani bu çok zincirleme birşey. Bence onun etkisi vardı. Son yıllarda Milli Eğitim'de de bu rehberlik sistemine fazla önem verildi. Batı'ya, Avrupa'ya, Amerika'ya baktığınızda rehberlik sistemi eğitimde en az o müfredat dersleri kadar önemli hatta çoğu zaman onlardan daha da önemsenen birşey. Bu sonuçta psikolojik olarak sizin çocukları o yaşta çok iyi yönetiyor olmanız ve onların sorunlarıyla ilgileniyor olmanız gerekiyor ki; onların performansı derslerde daha iyi ortaya çıksın. Pisikolojileri iyi yönetilmezse o yaş grubundaki öğrencilerin, başarılı, yetenekli bile olsalar, o sorunlardan dolayı derste performanslarını tam gösteremiyorlar. Bence biraz bunun etkisi var.


Harvard'a geçişiniz nasıl oldu?

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğrencilik yaptım. Sonra üniversitede mastera başladım. Yine aynı üniversitede. O dönem tam ne yapacağıma karar vermemiştim. Üniversite yıllarında Anadolu Ajansı'nda staj yaptım. TRT, TGRT birçok yere böyle girip çıkıyordum. Meslekte ne yapmak istediğimi anlamak için. Okulun tek başına bana herşeyi veremeyeceğini ilk yıl farkettim. İletişim Fakültesi'ne girerken o hayalle giriyorsunuz. Bir de bizim girdiğimiz dönem tam özel televizyonların açıldığı dönemdi. Dolayısıyla iletişim fakültelerinin patladığı dönemdi. Ama okula girince okulun bunu tek başına sağlamadığını gördüm. Bir yerde bir şekilde mesleğe içeriden başlamak yani o zanaat kısmına eğilmem gerektiğini anladım ve o yüzden de okulla işi hep beraber götürdüm. Ama tam işe girdiğimde de ne yapacağımı bilmiyordum. İletişim fakültesi genel bir şemsiye konsept. Onun içinde halkla ilişkiler var, televizyon var, gazetecilik var, sinema var bir sürü alt bölüm var. Ben de onların kendime yakın olan bir kısmı ile ilgilendim. O ilgilenmeler büyük ölçüde ne yapmak istediğime karar verme süreciydi. Ve en sonunda sinema öne çıktı. Metin Erksan bizim hocamızdı üniversitede ve Metin Erksan'ın sineması hakikaten de Türk sineması için özel bir yerdir, onunla kurduğumuz ilişki. Okulda bazı hocalarla kurduğum özel ilişki benim mesleki anlamda ne yapmak istediğime de karar vermeme yardımcı oldu. Niyazi Öktem'i de sayabilirim. Hakikaten çok iyi de hocalarımız vardı. Bizi inanılmaz derecede farklı entellektüel donanımlara getirdiler. Ben üniversiteye 89'da girmiştim. Öğrenci olaylarını 1. ve 2. sınıfta yaşadık ve 3. sene bıçakla kesilir gibi kesildi. İlk yıl ve 2. yıl kantinimiz işgal ediliyor, okulumuz bir gün tamamen işgal altındaydı ve çatışmalar çıktı. Bunu yapan da arkadaşlarımız sonuçta. Bu kadar politize bir dönem yaşadım. Bir sene sonra o olayların hiçbiri yoktu ve o olaylar sanki 50-100 yıl gerideymiş gibi herşey normal akışında devam ediyordu. Bütün o keskin kutuplaşmayı ve sonrasında normalleşmeyi okulda görmek benim için çok önemli bir deneyim oldu. İkisini de yaşama şansına ulaştım. Şans diyorum çünkü ikisi de farklı tecrübelerdi. Bütün bunların sonunda da yazılı basın bana en sıcağı geldi. Fakat yazılı basında da şunu gördüm, belli bir alanda uzmanlaşmazsanız, sadece iletişim fakültesi, gazetecilik okursanız, hatta gazetede çalışmak çok da sizi bir yere götürmüyor. O yüzden de uzmanlaşma ihtiyacını, hocalarımın da etkisiyle hissettiğim için, yurtdışına, Amerika'ya gittim. Harvard'da uluslararası ilişkiler masterı yaptım. İletişim ya da gazetecilik masterı yapmak istemedim. Çünkü orada alabilecek fazla birşeyim yoktu. Onu meslekte kendinizi geliştirerek yapabiliyorsunuz.

Siz Zaman'dayken ABD'ye gittiniz değil mi? Ne kazandırdı size ABD yıllarınız?

Evet. Röportajlar yapıyordum. Amerika'da da 2.5 yıl kaldım. O tabii apayrı bir deneyim oldu benim için. Harvard'ın bir marka değeri var. O yüzden de ulaşılmaz birşeymiş gibi görünüyor. Öyle değil. Hatta ben, çevremdeki dostlarımın çocuklarını da teşvik ediyorum. Öyle ulaşılmaz gibi birşey değil yani. Harvard'ın içinde çok iyi bölümler var. Çok iyi hocalar var. Genel kurumsal marka değeri çok yüksek ama çok vasat hocalar, bölümler de var. İlla da hani Harvard denilince herşeyin dört dörtlük olduğu bir bölüm değil. Ama Amerikan ortalamasının en iyi okulu. Onun için de dünyanın her tarafından öğrenci çekiyor. Ben orada öğrenciyken 20 bin öğrencinin 5 bini uluslararası öğrenciydi. Her yıl bu sayıyı dörtte bir hatta yarı yarıya çıkartmak gibi de bir hedefleri var. Bu da şunu getiriyor; çeşitliliği, kozmopolitliliği ve dünyanın dört bir tarafından yetenekli insanların orada bir araya gelip, o eğitim sisteminden geçip, orada yarattıkları katma değerin okulun marka değerine katkısı oluyor. Bana çok şey kattı ama en önemlisi öğrendiğim bilgiden ziyade düşünme biçimi çok kıymetliydi. Çünkü Amerikan eğitim sistemi bizden çok farklı. Orada insanların düşünmesi isteniyor ve sizi düşünmeye itiyor. Klasik sınav sistemi yok. Biz üniversitelerde bile hala sınav sistemiyle eğitim veriyoruz. Size yıl boyunca öğrendiklerinizi aynen hocanızın sorduğu 3-5 sorudan aktarmanız istenmiyor. Sizin onlardan hareketle yorum yapmanız isteniyor. Bizde öğrencinin yorum yapması pek de teşvik edilmez. Orada sizin düşünceleriniz önemli. Derste kalkıp müfredatı aktardığınızda, ben birkaç kere yaşadım, hoca "Ben senden papağan gibi aynı şeyleri tekrar etmeni değil, sen bunlarla ilgili ne düşünüyorsun onları anlatmanı istiyorum" dedi. Bütün bunlar bir hayata bakışımı, eğitim sistemine bakışımı, düşüncemi açmamı çok ciddi etkiledi. Sonra döndüm. Ekrem Dumanlı ile birlikte Zaman'da dönüşüm sürecinde rol aldım. 3 yıllık bir süreçti o. Keyifli bir tecrübeydi. Hakikaten Zaman'ın kendi o geleneksel kalıplarından dünyaya açılma serüveninde bence önemli bir adımdı gazetenin yaşadığı o dönüşüm. Farklı fikirlerden isimlerin, yazar olarak bir platformda buluşması. Hem gazetenin kendine ait bir dil, kendine ait bir mizanpaj oluşturması önemli bir deneyimdi.

Niye ayrılma ihtiyacı hissettiniz Zaman'dan? Merkez medya-muhafazakar medya şeklinde konumlandırılıyordu o yıllarda, muhafazar medyadakileri çeken ne vardı merkez medyada?

Ben bu meslekte profesyonelliğe inanan bir insanım. Dolayısıyla bir yere gidip hayatım boyunca orada çalışacağım gibi bir şey hiçbir zaman olmadı. Benim kişisel anlamda bu soruya vereceğim yanıt şu: Biz daha Ekrem Dumanlı ile Zaman'ın dönüşüm projesini konuşurken ben ona, "Ben burada 3 yıl çalışırım" diyordum. Orada ömrümün ne olduğunu biliyorum. Çünkü orada yapabileceklerim var. Daha ilk başta ben ona demiştim. "3 yıl sonra bana müsaade". O zaman gülmüştü, çok ciddiye almamıştı. Hakikaten ama 3 yılın sonunda ben onun kapısını çaldım.

Referans'ta kaçıncı yılınız?

Referans'ta şu anda 5.


Süreyi epey aşmışsınız bu sefer?


Ama Referans'a gelirken 3 yıl diye gelmedim. Ona ilişkin de kafamda bir serüven var. Çünkü hayatta kendimi yenilemeyi, bir adım sonrasına geçirmeyi önemsiyorum ve kariyerime de öyle bakıyorum. Şurada olayım diye bir derdim olmamıştır hiçbir zaman. Ama ben yaptığım işi iyi yapayım. O bir noktadan sonra tekrara düşüyorsa ben orada bırakabilmeliyim dedim. Röportaj yaparken, çok iyi röportaj yapıyordum, hiç tevazu yapmayacağım. Ama orada da 3.5-4 yıl sonra dedim ki artık yeter. Çünkü orada da aynı şeyi yapmaya başlıyorsunuz. Röportajcılık çok tekrara dayalı değil gibi görünüyor, her zaman başka bir insanla görüşüyorsunuz ama bir süre sonra sürekli aynı şeyi tekrar ediyorsunuz diye düşünüyorsunuz. Bende oldu. Bunu yapan Türkiye'de çok iyi gazeteciler var. Eminim onlar da zaman zaman yaşıyordur. Bir şekilde onlar götürmeyi tercih ediyorlar. Orada da ben durdum. Uluşlararası ilişkiler okurken de derdim oydu. Ben acaba farklı bir formasyonu nasıl elde edebilirim? Farklı bir perspektif ile gazeteciliğe nasıl bakarım? Sonra hiç backgroundım olmamasına rağmen ekonomi gazetesi yönetmeye başladım.


ERTUĞRUL ÖZKÖK EKONOMİ KÖKENLİLER BU İŞİ ÇOK SIKICI YAPIYOR DİYE BENİ SEÇTİ

Sıkıcı mı ekonomi gazetesi yönetmek?

Değil. Benim için değil. Başlangıçta algısı öyleydi. Hatta çok iyi hatırlıyorum, ilk Vuslat Hanım ve Ertuğrul Bey ile görüştüğümde, bana böyle bir teklif yaptıklarında şaşırdım. Dedim ki "Ekonomi backgroundından gelmiyorum, niye bana böyle birşey teklif ediyorsunuz?" Onlar da bana "Biz senin gazetecilik vizyonuna güveniyoruz, yapabilirsin" dediler. Hatta Ertuğrul Bey "Tam da bu sebeple senin bu işi yapmanı istiyorum çünkü ekonominin içinden gelenler bu işi çok fazla sıkıcı yapıyorlar. Sen bu işe dışarıdan bakan bir gözle yaklaşacağın için eminim çok daha farklı birşey çıkaracaksın" dedi. Amerika'daki Wall Street Journal, Financial Times'ın gazetecilik bakış açısının Türkiye'ye gelmesini istediği için Ertuğrul Bey, o bakış açısını biraz tartıştık. Baktım aynı yerde duruyoruz. Benimki büyük bir zorluktu başlangıçta. O yüzden de bana bir hafta müsade edin, bunu hazmetmem lazım dedim. Kendimi ikna etmem lazım, böyle bir şeyi yapıp yapamayacağıma. Kendimi ikna edeyim ki; ortaya sizi ikna edebilecek bir proje koyabileyim. İkna olmazsam da zaten gelirim size Allahaısmarladık derim dedim. Bir hafta sonra geldiğimde onlar benim olumsuz cevap vereceğimi düşünüyorlardı. O kadar rezervli konuştum ki; o bir haftalık düşünme sürecinde neden olmasın dedim ve kendi kendimi ikna ettim. Sonra da sürekli, 5 yıldır Referans Gazetesi'nde ben hem ekonomi gazetesi yöneticisiyim, hem de iyi bir ekonomi öğrencisiyim. Böyle olunca da sıkıcı değil. Çünkü sürekli yeni şeyler öğreniyorum.


REFERANS'TA EN FAZLA 3 YILLIK DAHA SERÜVEN VAR BENİM AÇIMDAN, SONRA OTURUP YENİDEN KONUŞURUM

Var mı aklınızda bir takvim Referans için, Zaman'da olduğu gibi? Ne zamana kadar Referans?

Benim Referans'a ilişkin başlangıçtaki düşüncem, sıfırdan bir gazete olduğu için gazetenin oturması birinci aşamaydı. Meyvelerini vermesi ise ikinci aşama. Şimdi oturdu. 5 yılda Referans'ı ekonomi gazetesi olarak oturttuk. Marka değeri, ürettiği haberler, bakış açısıyla bir tarz yakaladık. Şimdi meyvelerini alma dönemi. Onun da en fazla önümüzdeki 3 yıllık serüveni var benim açımdan. Yani 2012 gibi ben de oturup yeniden konuşurum.


PALAVRA TEVAZUYA GEREK YOK, HÜRRİYET VEYA MİLLİYET'İ YÖNETMEK HER GAZETECİNİN HAYALİ

Eyüp Can Referans'ta Genel Yayın Yönetmenliği stajı yapıyor. Bir süre sonra Hürriyet'in veya Milliyet'in başına geçecek diyenler var.

Yani yakıştıma ve dedikodu her zaman olur. Ben hayatta hep şuna inandım. Meşhur bir şeydir, "Nereye gittiğiniz önemli değil, nasıl gittiğiniz önemli". Bu benim hayatımda çok belirleyici olmuştur. İlla şuraya gideyim diye birşey hiçbir zaman olmadı. Her gazetecinin, palavra bir tevazunun gereği yok, eğer yöneticilik de kariyerinde varsa tabii ki Hürriyet gibi Milliyet gibi, Türkiye'nin önde gelen gazetelerinin başına geçmek, orada yöneticilik yapmak hayali olur. Ama ben yola çıkarken illa şuraya geleyim demedim. Onun yerine ben yöneticiyim, Doğan Grubu'nun içerisinde yöneticiyim. Genç yaşta başladım. Ben 30 yaşında ekonomi gazetesi yayın yönetmeni oldum. Ben alabileceğim çok şeyi hayatta aldım. Tatminsizlik içinde değilim. Yaptığım işi severek yapıyorum. Tatmin olarak yapıyorum. Yarın, öbürgün bir başka yer olabilir, başka şekil olabilir. Yöneticilik olmak zorunda değil. Gazetecilik yaparak da ben bu mesleği çok keyif alarak sürdürebilirim.

Ama dedikodu gerçekleşse güzel olur diyorsunuz...

Herkes böyle hayaller kurabilir. Ben bir yere odaklı hayal kurmaktan, ben oraya nasıl gidiyorum, onu önemsiyorum. Benim kendimi hazır hissetmem lazım. Yarın sizin karşınıza böyle bir teklif geldiğinde önemli olan o teklife evet hayır demek değil. Önemli olan o teklifi değerlendirebilecek pozisyonda olmak. 30 yaşında bana bir ekonomi gazetesi yönetmek teklif edildiğinde eğer ben onu taşıyabilecek yetkinlikte olmasaydım... Tamam öyle bir teklif almak hoş, herkesin gururunu okşar. Ama bir sene sonra başarısız oluyorsan... Dolayısıyla bir işi yaparken bir hevesle girip, 6 ay 1 sene sonra hevesle de baş aşağı gitmek değil, bunu sağlam bir şekilde yapmayı önemsiyorum. Bir de Türkiye konjonktürlere bağlı olarak değişen bir ülke, hızlı değişiyor, hayatta hep ona da inanırım. Konjonktür ile gelen eğer sağlam, kalıcı bir altyapıya sahip değilse konjonktür ile de gider. Hayatta hiçbir şekilde konjonktürle gelen biri de olmak istemem, istemedim, konjonktürle giden biri de olmak istemem.


28 ŞUBAT'IN MAĞDURLARI BUGÜN KENDİLERİ MAĞDURİYET YARATIYOR. AYNI MÜHENDİSLİK DİZAYNINI YAPMAYA KALKARLARSA AYNI İFLASLA KARŞI KARŞIYA KALIRLAR

Eskiden muhafazakar medya olarak tabir edilen kanat kendini ispatlama, var olma çabası içerisindeydi. Şimdi baktığımızda durum tersine mi dönüyor? Merkez medya merkez olmaktan uzaklaşıyor, eskiden tutunmaya çalışan muhafazkar basın ise büyüyor. Yanlış zamanda yanlış yerdeyim düşüncesine kapılıyor musunuz Zaman'dan gelmiş biri olarak?

Yok öyle düşünmedim. Türkiye'de siyasetin merkezi kaydı. 2002 öncesinde merkez partiler dediğimiz partilerin çoğu sandığa gömüldü. Ve o güne kadar adı doğru dürüst duyulmamış bir lider ortaya çıktı. Tamam Tayyip Erdoğan belediye başkanlığı falan yaptı ama Türkiye'yi yönetecek bir lider değildi. Hatta o dönemde çok iyi hatırlıyorum, bu ülkede imam hatip mezunu muhtar bile olamıyor, onu başbakan mı yapacaklar diyen insanlar küçümseyerek Tayyip Erdoğan'ın asla bu ülkeyi yönetemeyeceğini söylüyorlardı. Türkiye'nin lider profili, siyaset profili, ciddi anlamda değişti 2002, 3 Kasım seçimleriyle birlikte. şimdi siyasetin bu kadar merkezinin kaydığı bir ortamda ekonominin, medyanın, kurumların eski merkezlerle aynen birebir devam etmesi mümkün değildi. Zaten biz bu 2002-2007 arasında bu değişimi gördük. 2007 sonrasında yaşanan kutuplaşma AK Parti'yi biraz daha büyüterek getirdi ve o büyümenin de getirdiği güçle, bence biraz zafer sarhoşluğuyla bu kez normal kendi akışında yaşanan değişme biraz zorlanarak daha böyle yukarıdan mühendisliklerle yeniden dizayn edilmeye çalışıldı. İşin doğası gereği olması gereken değişimleri her zaman önemserim. Onun faydalı olduğuna inanıyorum. Orada sosyolojik bir değişim var. Ama tepeden dizayn etme yöntemiyle yapılan değişiklikleri de her zaman sakıncalı bulmuşumdur. 28 Şubat döneminde yapılan dizayn siyasetin 2002'de iflas etmesine sebep oldu. AK Parti belki de hiç hayalini kuramayacağı güçle geldi. Bunun sebebi önceki dizaynın iflas etmiş olması. Aynı dizaynı 28 Şubat'ın mağdurları bugün siyasete yapmaya ya da bürokrasiye, medyaya yapmaya kalkarlarsa aynı iflasla onlar da karşı karşıya kalır.

Görüyor musunuz öyle bir tehlike?

Görüyorum. İşin doğasını çok zorlamamak gerekiyor. Sosyolojik olarak bir değişim yaşanırken bu toplumda o daha akışkandır. Çok genellemeci, çok kategorize edici, şucu, bucu, AK Partili, laik falan gibi böyle kallavi kelimelerin arkasına insanları koyan katı bir yaklaşım yoktur. İnsan doğası zaten böyle değildir. Çok daha karmaşıktır. İnsanların yaşamlarına baktığınızda birçok unsuru bir arada görürsünüz. Ama biz daha tepeden bunları etiketlemeye kalkarsak bu ister 28 Şubatçıların yaptığı gibi laiklik adına olsun, ister AKP'nin kimi zaman yaptığı gibi din adına olsun, bir noktadan sonra tıkanır. Toplumun o doğal akışını da bozar. Bugün yaşadığımız sorunların temel sebebi bu bakış açısının her kesimde olması. Sadece AKP'de yok. Daha önce 28 Şubat'ta vardı. Bugün onun rövanşı mı alınıyor duygusuyla, o günün mağdurları kendileri bir mağduriyet yaratıyorlar. Ben bunu tehlikeli buluyorum ve sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Sağlıklı olan şey bizim bu akışkanlıkları barındırmamız. Ben Zaman'da çalışan biri olarak gelip Doğan Grubu'nda bir gazetede yönetici oluyorsam, Doğan Grubu'nda çalışan bir arkadaşım yarın öbür gün, Zaman'da, Yeni Şafak'ta, Star'da yönetici olması, gazetecilik yapabilmesi o da sağlıklı. Bunun önünü tıkayıp, Zaman'da çalışıyorum, şucu, bucu gibi etiketlerle onları bloke edersek bu toplumun dokusuna da, demokrasi kültürümüze de ciddi biçimde zarar verir. Artık bunun kırıldığını görüyorum. Öbür taraftan da hala bununla düşünen, hayatı böyle okuyan ve buna göre dizayn etmeye çalışan yapılar, insanlar söz konusu. Bugünkü gerilim de oradan kaynaklanıyor. Üstteki mühendislik dizaynının çökeceğini, hayatın doğal akışının devam edeceğini, kurallarını kendisinin hepimize sunacağını düşünüyorum.

Bahsettiğiniz kutuplaşmada, gerginlikte Başbakan'ın rolü ne sizce?

Tayyip Bey'in rolü çok yüksek. İki biçimde de yüksek. Tayyip Bey ilginç bir biçimde pragmatist bir adam. Öyle olduğu için de herkesi şaşırtacak bir performansla hem kendi partisini hem Türkiye'yi 7 yılda inanılmaz bir yere getirdi. Tek bir kimliği yok. Tayyip Erdoğan'a ilişkin analizlerde kimisi Erdoğan'ın pragmatist kişiliğine bakıyor. Ondan dolayı inanılmaz biçimde alkışlıyor. Kimise de daha hırçın daha böyle öfkeli geçmişten taşıdığı kini taşıyan kimliğine bakıp İslam ve din sosu ekleyip orada fotoğrafı donduruyorlar. İkisi de doğru ikisi de yanlış. Tayyip Erdoğan'ın bir tane yüzü yok. Ben size Tayyip Erdoğan'ın 8-10 tane yüzünü sayabilirim. Hepsi de geçerli. Zaten insan dediğimiz varlık böyle birşey. Bir tane yüzümüz yok ki bizim. Biz teke indirdiğimizde o insanı analiz etmekte en büyük hatayı yapıyoruz. Tayyip Erdoğan'ı sevmeyebilirsiniz. Onunla mücadele ediyorsunuzdur, rakipsinizdir hatta ama karşınızdaki rakibinizi doğru analiz etmeniz gerekir. Analizinizi hatalı yapıyorsanız onunla mücadele edememeyi baştan kabul etmiş olursunuz. Bugün CHP'nin ve muhalefet partilerinin Tayyip Erdoğan'a ve AKP'ye karşı sağlam bir muhalefet geliştirememelerinin en önemli sebebi bu. Onun o çok yönlü kimliğini göremiyorlar. Tayyip Erdoğan bakıyorsunuz hiç olmadık yerde inanılmaz şaşırtıcı adımlar atıyor. Sadece o adımlara baktığınızda vay ne demokrat, inanılmaz derece de ilerici vizyoner bir lider diyorsunuz. Ama bakıyorsunuz inanılmaz derecede iptidai reflekslerle bir takım siyasi söylemler geliştiriyor. Medyaya karşı söylemi çok problemli. O da nasıl ki; rakipleri onu doğru okuyamıyorsa medyayı dünyayı o çoğulculuk içinde doğru okuyamıyor. Okuyamadığı için de çok böyle sekter tepkiler veriyor. Medya boykotları... Bir siyasi liderin böyle şeylere girmesine gerek var mı? Bir gazetenin tavrını sevmeyebilirsin, yazarı sevmeyebilirsin. Hakaret ediyor. Dava açarsın. Açıyorsun zaten. Bitti, onun ötesinde senin tutup bir medya grubunu, yazarı, gazeteyi hedef tahtasına oturtman, mitingte onları yuhlatmak gibi birşeyin içerisine girmen aslında siyasi lider olarak kendi vizyonsuzluğunu gösteriyor. Bir tarafta acayip bir vizyon var öbür tarafta da çapsız bir yaklaşım. İkisi de Tayyip Erdoğan, ikisi de AK Parti. Birine bakıp öbürü yok mu diyeceğiz. Hayır. Ben kategorik olarak Tayyip Erdoğan'ı reddeden ya da kutsayan iki yaklaşımı da marazi olarak hastalıklı buluyorum. İyi yaptığı şeyi iyi, kötü yaptığı şeyi kötü olarak ortaya koyduğumuzda aslında bu sorunlar da bu kadar mesele edilmeden konuşulabiliyor olacak. Onu yapamadığımız için eleştirdiğinizde, bunlar zaten beni yok etmek için eleştiriyorlar, düşmanım diye hemen ötekileştiriyor. O öyle bakınca siz de öyle bakıp beni yok etmek istiyor diye siz ona bir söylem geliştirmeye başlıyorsunuz. Ve kısır bir tartışmanın içinde yuvarlanıyoruz. İkisi de aynı derecede hastalıklı.

Çok fazla yüzü var Tayyip Erdoğan'ın dediniz. Eşinizle olan ilişkinizden dolayı mı insanların farklı yüzlerini daha kolay keşfetmeyi başarıyorsunuz? Çünkü Elif Şafak'ta da çok kadın var. Nasıl bir duygu bu kadar çok kadınla yaşamak?Akıllı, güzel, entellektüel.. Nasıl kazandınız böyle bir kadının aşkını?

Hayata böyle baktığım için, insanları tek boyutlu görmediğim için ilişkilerimde de tek boyutlu ilişkileri tercih etmedim. Elif ile ilişkimiz inanılmaz derecede zenginleştirici. Çünkü çoğunluğu siz kendi içinizde taşıyabiliyorsanız bunu ilişkinize de yansıtıyorsanız bu sizin kazanımınız. Çünkü çoğalıyorsunuz. Birken 3-5-7-10 oluyorsunuz. Bundan daha keyifli birşey olabilir mi? Bir ilişki sizi çoğalttığı oranda kıymetlidir. Aşk dediğimiz şey sonuçta en çarpıcı metaforlardan biri aslında. Karşımızdaki kişiye seni seviyorum derken ilk aşamasında beni seviyorum diyorsunuz. O size ayna tutuyor. O ayna size iyi tutulduğunda karşınızdakine aşık olduğunuzu zannediyorsunuz ama kendinize aşıksınız. Aşkın ilk aşaması bu. Bu aşamadan sonra aşkın başka aşamaları da var. Sonra kendinizden bağımsız iki kişinin bir olabilmesi. O çoğullukları ezmeden birarada yaşatabilmesi. Aşkta yaşadığınız safhaları Elif'te yaşattığı için ona, hayata ve Tanrı'ya minnettarım.

İlk safhası nerede başladı, ilk nerede tanıştınız Elif Şafak'la?

2001'de. 11 Eylül'ün hemen arifesindeydi. O Bilgi Üniversitesi'nde ders veriyordu. Tünel'de bir proje için biz biraraya geldik. İlk anda da tabii aramızda bir elektrik oldu. Ben onun Mahrem kitabı çıkmıştı, onu okumuştum. Sonra Pinhan'ı okumuştum. Mahrem hala da benim en sevdiğim kitabıdır. Çok özel bir kitaptır o. Tanıştık, 11 Eylül sonrası dünyanın içine girdiği durum falan... İkimiz de o çoğulluk içinde hayata bakmaya çalışan insanlardık. Fark edince aramızda duygusal ve zihinsel bir çekim oldu.

2 çocuğunuz var ve eşiniz hamileyken de zor günler atlatmış pek çok kadın gibi. Siz de o sırada Tuna Kiremitçi gibi "Biz hamileyiz" modunda mıydınız? O sıkıntıyı yaşarken siz neredeydiniz?

O sıkıntının bir kısmına eşlik edebildim. Çünkü bir kısmında yanında olamadım. Askerdeydim. O açıdan da kendisine minnettarım. Bana hiç hissettirmeden çok büyük bir şeyle atlattı. Ama olduğum kısmında sürekli yanında olmaya çalıştım. Anlamaya çalıştım. Siyah Süt'ü yazmasını şu açıdan da önemsiyorum. Bir erkek olarak, o kitap sanki sadece kadınların okuması gerekiyormuş gibi algılanıyor ama bence aslında erkeklerin okuması gereken bir kitap. Çünkü kadın zaten farkında olmadığı şeyleri orada görüyor. Kendisini suçlamaya varabilecek kadar inişli çıkışlı hormonal değişikliklerin, kendisini suçlamadan bu meselelere yaklaşması gerektiğini, bir erkek içinde 9 ay kadın karnında taşıyor, o herşeyiyle hissediyor onu ama sizin için çocuğumuz olacak, hamile ama aynı şiddette hissetmiyorsunuz. Kimyanız değişmiyor. Duygusal yoğunluğunuz değişmiyor, zihinsel durumunuz, fiziğiniz değişmiyor. Kadının herşeyi değişiyor hamilelik sürecinde. Ona ayak uydurmak için de kadının yaşadığı herşeyi iyi anlaması gerekiyor erkeğin. Anlamazsanız eşinizden soğuyabilirsiniz. Onun yanında olacağınıza onunla kavga ediyor olabilirsiniz. Onun istemeden yaptığı gelgitlere tahammül edemeyip ters birşey yapabilirsiniz. O dönemi çok daha özel geçirmesi gerekiyor kadının. Erkeğin de özel duruma uygun hareket etmesi gerekiyor. O yüzden de onu yazmış olması bir erkek olarak bana açıkcası o serüvenin ne olduğuna dair bambaşka bir dünya veriyor.

Şimdi nasıl çocuklarla aranız? Siz de herhalde Elif Hanım kadar ilgileniyorsunuzdur?

Tabii. Benim çocuklarla aram hep iyi oldu. Çünkü o geniş 6 çocuklu ailede büyüdüm ve ben en küçüğüm. Benden büyük ablalarımın çocukları da benimle beraber büyüdüler. Bana yakın yaşı olan yeğenlerim var. Dolayısıyla çok çocuklu bir ailede büyüdüğüm için çocuklarla iletişim kurmak, onlarla oynamak normal benim için. Elif tek başına daha yalnız bir çocukluk geçirdiği için o daha da zorlandı. Ama şu anda bir anne olarak yaşadığı dönüşümü görünce şapka çıkarıyorum.


ÇOCUKLAR ÇİFT DİLLİ YETİŞSİN DİYE KARAR ALDIK. ELİF EVDE İNGİLİZCE KONUŞUYOR, BEN TÜRKÇE

Elif Hanım İngilizce kitaplar da yazıyor. Çocuklarla iletişim kurarken İngilizce kullanıyor musunuz evde? Şimdiden başladılar mı öğrenmeye?

Kuruyoruz. Şöyle... Başlangıçta böyle bir karar aldık. Elif İngilizce konuşuyor ben Türkçe konuşuyorum. Pedagoglar çok dilli yetişmesi için çocukların bir kişinin aynı dilde konuşması kuralının çok önemli olduğunu söylüyorlar. Arada bir ingilizce arada bir Türkçe konuştuğunuzda çocukta o kafa karışıklığına yol açıyor. Öğrenmekten çok zarar veriyor. Ama bir kişi onunla aynı dilde iletişim kuruyorsa...

Sadece İngilizce konuşuyor Elif Hanım... Siz de sadece Türkçe konuşuyorsunuz..

Evet, o zaman daha iyi öğreniyor ve hiçbir zorluk yaşamıyor.

Ona İngilizce size Türkçe yanıt mı veriyor?

Daha küçük olduğu için ve çevremizde Türkçe konuşulduğu için Türkçe ama Amerika'da yaşıyor olsaydık bu sefer bana İngilizce yanıt verecekti. Daha çok Türkçe'yi duyduğu için cevaplar Türkçe oluyor. Anladığı şeyi Türkçe'ye çevirerek cevap veriyor. Aralarda İngilizce de kısa cevaplar veriyor ama henüz tam cümle kuramıyor. O aşama sonra.


Kaç yaşında çocuklarınız?


Şehrazat Zelda iki buçuk yaşında Emir Zahir 7 aylık.


Elif Hanım'ı ve çocuklarınızı da Fethullah Gülen ile tanıştırdınız mı?

Yok. Ben şahsen tanışıyorum. Söyleşi de yaptım. Kitap olarak da çıktı zaten. Ailece görüşmek, onun özel hayatının içine girmek...

Belki çocuklarınızı tanıştırmak istemiş olabilirsiniz dedim.

Yok. Hiç Amerika'ya götürmedik çocukları.


GÜLEN GAZETECİ ÇAĞIRMIYOR ABD'YE. GİTMİŞKEN ZİYARET EDİYORLAR, NEZAKETEN KABUL EDİYOR

Gülen'le olan ilişkinizde gençlik yıllarınıza göre problem mi var? Çünkü Amerika'ya çağırdığı gazeteciler arasında siz yoksunuz.

Öyle bir sorun yok. Gittiğimde ziyaret edebilirim. Öyle bir problemim yok. Amerika'ya gazeteci çağırmak da herhalde orada bir organizasyon olmuş en son, o organizasyona gitmiş 3 gazeteci arkadaş. Onlar gitmişken ziyaret de edelim diye uğramışlar. Çok münzevi bir hayat yaşıyor zaten. Uzun zamandır öyle. Ben öğrenci iken Amerika'da o da oradaydı. 10 yıl oldu herhalde. O süreçte gördüğüm giderek daha fazla içine kapandığı yönünde.

Sağlık sorunlarından dolayı mı?

En büyük sebep o. Onun ötesinde biraz kendi psikolojisi, şartlar, yaşı, daha fazla kendisini manevi konularla meşgul etmek, dünyevi konulardan alabildiğine uzaklaşmak gibi bir tavrı olduğunu ben biliyorum o dönemlerden.
Fırsat olunca oraya kadar gitmişken ziyaret ediliyor. Nazik bir insan, o da gelenlere nezaketi içerisinde çıkan, konuşan, gezen, dolaşan bir Fettullah Gülen Amerika'da.