Faruk Bildirici, Yıldırım Akbulut’un portresini yazdı! 'Turgut Özal'a direnen isim'

Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, bugün hayatını kaybeden eski başbakanlardan Yıldırım Akbulut'un portresini paylaştı.

Söz konusu portre, Faruk Bildirici'nin "Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi" kitabında da yer alıyor.

Bildirici'nin farukbildirici.com'da da yayımladığı portre şöyle:

“Siluetini sevdiğimin Türkiyesi” adlı kitabımda yer alan 28 portreden biri de Yıldırım Akbulut’a aitti. O tarihte Cumhurbaşkanı adaylığından sonuç alamamış, siyasi yaşamı inişe geçmişti. Bu portrenin yayımlanmasından sonra da bir daha yükselemedi.

2002’de ANAP’tan istifa etti; aynı yıl yapılan genel seçimlerde Doğru Yol Partisi’nden aday oldu. Seçilemeyince bir daha aday olmadı, siyasi yaşamdan elini eteğini çekti. Son zamanlarda iki görev üstlendi; Birincisi Turgut Özal Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı, ikincisi de Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliği…

Gerçi bir dönem “Akbulut fıkraları” ile anılan bir isimdi ama bence siyasi yaşamında geriye kalan en önemli iz, Başbakanlığa sırasında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a karşı direnebilmesi ve Türkiye’nin asker göndererek 1. Körfez Savaşı” olarak adlandırılan ABD’nin Irak’a müdahalesine katılmasını engellemesidir.

“Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi” kitabındaki Yıldırım Akbulut portresi aynen şöyleydi:

Fıkraların dengesi
Ablası Ayten, Yıldırım'ı çok severdi. Hacca gidip, Arafat dağına çıktığında bile kardeşi için dua etti; “Allahım, bütün insanları koru. Yıldırım'ı da Cumhurbaşkanı yap.”

Kardeşinin Cumhurbaşkanı olmasını istiyordu; ama Başbakan olacağı hayalinden bile geçmiyordu! Başbakan olduğunu duyduğunda o da şaşırdı! Hiç beklemiyordu! Ya Akbulut? O, “Şaşırmadım” dedi:

- Özal, yemin töreni için geldiğinde ‘Bir yere ayrılma, seninle konuşacağım’ dediğinde anlamıştım.

Tüm bildiği buydu! Özal, yemin ederken o kendini sürprize hazırlamıştı. Gerçekten de Özal, Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığı 9 Kasım 1989 günü, TBMM'ye girerken, kendisini karşılayan Akbulut'un kulağına eğilip fısıldamıştı; “Bekle seninle konuşacağım.” (1)

Ve yemin töreni sonrasında Başbakan olarak atamıştı. Bir de kağıt uzatmıştı, Bakanlar Kurulu listesi! Akbulut, Özal'ın yanına oturmuş, listedeki isimleri tek tek aramış; bakan olduklarını duyurmuştu! Sonra Meclis'e gitmiş, Genel Kurulda doğrudan Başbakanlık koltuğuna yönelmişti. Herkes, o zaman durumu anlamıştı:

- Aaa Akbulut Başbakan olmuş...

Ve haber, dalga dalga yayılmıştı. Tüm Türkiye, yeni Başbakanın adını öğrenmişti. Peki, Akbulut kimdi? Yaşamöyküsü, o güne değin bilinmiyordu. Nasıl olmuş da zirveye çıkabilmişti? İnsanlar, bu soruların yanıtını aramaya başladılar. Buldular da...

1935 yılında Erzincan'da doğmuştu. Babası Ömer Bey, PTT memuruydu. Sık sık tayini çıkıyordu. Tüm aile, sürekli bir taşınma halindeydi. Yıldırım, ilkokula gittiğinde aile, Eskişehirdeydi. Okulda, büyük öğrencilerle anlaşamadı. Onu dövüp sindirmek istediler. Ama başaramadılar. O topluca bir çocuktu; vurduğunu deviriyordu! Kısa zamanda adı ‘Cins horoz’a çıktı.

Arkadaşlarından ortaokulda ayrıldı. Babası, bu kez Samsun’a tayin edilmişti. Ortaokulu orada okudu. Liseyi ise memleketi Erzincan'da. Hızlı bir gençti o yıllarda. En büyük tutkusu futboldu. Koyu bir Galatasaray taraftarıydı. Aynı zamanda Erzincan gençlik takımında oynuyordu. Sağaçıktı. Yeni lakabı, topla kurduğu dostluktan esinlenerek konmuştu:

- Rüzgârın oğlu...

Beden eğitimi dersinde de başarılıydı. Edebiyat derslerini, Orhan Veli'nin şiirlerini seviyordu. Diğer dersleri de fena sayılmazdı. Sadece müzik dersiyle arası iyi değildi. Liseyi avukat olma hayaliyle bitirdi.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. İstanbul'da önce öğrenci yurdunda kaldı; emekli olan babasının gönderdiği harçlıkla zar zor geçiniyordu. Sonra babasının ölümü üzerine ondan kalan maaşla öğrenimini sürdürdü. Öğrenci olayları başlayınca yurttan ayrılıp Beyazıt'ta bir otele yerleşti. Düzenli bir öğrenciydi; en büyük eğlencesi sinemaydı. Brigitte Bardot ve Grace Kelly hayranıydı...

İşkence davasında avukatlık
Fakülteyi bitirdiğinde sınıf arkadaşı Saime ile evlenmeye karar vermişlerdi. Birbirlerini seviyorlardı. Tek sorun parasızlıktı. Hem evlenmek, hem de staj yapmak. İkisini birden başarmaları imkansızdı. Sırayla staj yapmaya karar verdiler. Tabii önce evlendiler...

Eşi avukatlık stajını yaparken, o Erzincan belediyesinde iş buldu. İktisat Müdürlüğü'ne kadar yükseldi. 1967-68'de, namı diğer ‘Hal müdürü’ idi. Evlilikleri yolundaydı, ilk kızlarına Gülsüm adını vermişlerdi.

Artık avukatlık zamanının geldiğine karar verdi. Stajını yaptı, ilk girdiği, bir gayrimenkul davasıydı. Kazandı. Sonra davalar birbirini izledi. ‘Kasaba avukatı’ olarak sürdü yaşamı. İki kızı daha oldu; Çiğdem ve Lale...

Yaşam çizgisini değiştiren kararı, 1971'de verdi. Politikaya atıldı! Adalet Partisi saflarında yerini aldı. AP Erzincan İl Başkanı oldu. Bir yandan belediye binasının karşısındaki eski ticaret lisesi binasında kiraladığı büroda avukatlığa devam ediyordu.

Akbulut'un yakın arkadaşlarından olan Pancar Kooperatifinin muhasebecisi Necdet Aksu, 17 Aralık 1972'de gece evine dönerken yolda, devriye gezen polislerle karşılaştı. Alkollü olan Aksu, polislerle tartıştı; küfür etti. Sinirlenen polisler, Aksu'yu Yenişehir Karakolu'na götürdüler. Coplamakla kalmayıp, falakaya yatırdılar.

Ertesi sabah serbest kalan Aksu, Akbulut'tan yardım istedi. İlk iş olarak Aksu'ya, Hükümet Tabipliğinden rapor alındı. El ve ayaklarındaki dayak izlerini tespit eden doktor, Aksu'ya 12 gün iş göremez raporu verdi. Akbulut, hemen öbür avukat arkadaşlarından yardım istedi. AP'li olmasına rağmen, CHP'lilerle de arası iyiydi. Onlardan da imza aldı, 20 Aralık'ta, Ferit Melen hükümetinin İçişleri Bakanı Ferit Kubat'a, 43 imzalı bir protesto telgrafı çekti. Aksu'nun dövülmesinden şikayet ederken, karakollarda halka kötü davranıldığını savundu:

“Polisin karakollara götürülenlere ve halka kötü muamele yaptığı kanaatindeyiz. Bunun bazı örneklerini biliyoruz. Halk bu nedenle karakollardan çekinmekte, korkmakta ve endişe duymaktadır.”

Akbulut, valiliğin açtığı soruşturmada da ifade verdi; ceza davasına da müdahil avukat olarak girdi. Erzincan Asliye Ceza Mahkemesi, iki komiser muavinini, üçer ay hapis cezasına mahkum etti; valilik de üçer günlük maaş kesimi cezası verdi.

12 Mart döneminde işkenceye karşı mücadele veren avukat Akbulut, aynı çizgiyi 12 Eylül'de de sürdürdü. Askeri Mahkemedeki, 120 sanıklı Dev-Yol davasına avukat olarak girdi. Akbulut'un avukatlığını üstlendiği beş sanıktan biri olan İlker Ağca, 1980 Temmuzunda Perşembe'deki bir miting sonrasında “Devletin faşist köpekleri” diye bağırdığı polislerle silahlı çatışmaya girmek ve iki polisi yaralamakla suçlanıyordu.

Sanık Ağca, işkenceyle alındığını savunduğu emniyet ifadelerini reddetti. Akbulut da 10 Ocak 1983'deki duruşmada bu görüşü tekrarladı. “..zora dayalı ifadenin ikrar sayılamayacağını” savunan Akbulut, müvekkilinin serbest bırakılmasını istedi. Tahliye istemini reddeden mahkeme, yargılama sonunda Ağca'yı 5 yıl ağır hapis cezasına mahkum etti.(2)

O yıl, askeri dönemin bitiş düdüğü çalındı, siyasete yeniden izin verildi. Yeni partiler kurulurken, eski lideri Süleyman Demirel'in kuracağı partiyi beklemedi. Önce gözünü MDP'ye dikti. MDP'nin Erzincan'da il örgütü kurma görevini başkasına verdiğini öğrenince rotasını ANAP'a çevirdi. (3) ANAP Erzincan İl Örgütünü kurdu; sonra Ankara'ya gidip, Özal ile tanıştı. Saygıyla eğilip elini öptü.

Seçim sonuçları yüzünü güldürdü. AP'de yıllarca uğraşıp başaramadığı hedefe ANAP'ta altı ayda ulaşmış, milletvekili olmuştu! Avukatlık defterini bir daha açılmamak üzere kapayıp, Ankara'nın yolunu tuttu. TBMM'de ilk görevi Başkanvekilliğiydi. Tam bu göreve alışmaya çalışırken, makam arabasının şoförü yeni bir müjde verdi:

- İçişleri Bakanı olmuşsunuz!

Tam bir sürprizdi! Zorlu bir dönem başladı. PKK, Güneydoğu'da eylemlere başlamıştı. Bir türlü önü alınamıyordu. O, teşhisini koydu, sözünü sakınmadı; “Güneydoğu'da gerilla savaşı var.”

Şeriatçı örgütlerin faaliyetlerinden söz edilmesine karşı çıktı; “Olaylar fazla abartılıyor. Koskoca Türkiye'de birtakım hareketler mutlaka vardır. Bir suç oluşmadan bizim kendimize pozisyon yaratmamız düşünülemez.” (4) Bu demeci de çok tartışıldı.

Fakat asıl ününü, polisin yetkilerini artıran Polis Vazife ve Selahiyetleri yasası değişiklikleri sırasında yaptı. Haziran 1985'te, TBMM'deki görüşmeler sırasında muhalefet milletvekilleri yasayı engellemek için olaganüstü çaba harcadılar. “İşkence yapan polise geniş yetkiler verilmesinin yanlışlığına” dikkat çektiler. Akbulut, suçlanan polisi savunmak için kürsüye çıktı:

“Biz kimseye işkence yapıldığını kabul etmiyoruz. Onun için işkence yapılacakmış gibi bir önlem almaya da gerek görmüyoruz.”

Erzincan'da girdiği davalarda yaşadıklarını, tutanaklara geçen konuşmalarını unutmuştu. İçişleri Bakanı Akbulut, avukat Akbulut gibi düşünmüyordu. Makamının gereğini yapan tipik bir politikacıydı...

Özal'dan gelen telefon
Polis yasası görüşmelerindeki cansiperane tutumu, Başbakan Özal'ın takdirini topladı. 1987 seçimlerinde yine liste başından aday gösterildi. İkinci kez seçildi.

Yeniden İçişleri Bakanı olacağını umuyordu. Bakanlar Kurulu'nun açıklanacağı gün evine kapandı, beklemeye başladı. Liste açıklandı. Ne İçişleri Bakanıydı, ne de başka bir bakanlığa kaydırılmıştı! Sıkıldı, Özal ile seçim öncesinde yaptıkları konuşmaları bir daha gözden geçirdi. Neden bakan olamamıştı, nerede yanlış yapmıştı? Tam bunu anlamaya çalışırken telefon çaldı, arayan Başbakandı. Bağladılar, Özal gülerek sordu; “Üzüldün mü?” Evet demeyi kendine yediremedi; “Biz güveni nerede yitirdik diye düşünüyorum...” Özal'ın yanıtı, Akbulut'un üzüntüsünü bir anda silip götürdü:

- Merak etme, merak etme. İnşallah seni Meclis Başkanı yapacağım.(5)

Özal dediğini yaptı ve Akbulut, siyasi yaşamında bir basamak daha yükseldi; Meclis Başkanı oldu. İki yıl süren bu görevi sırasında Özal'ın önünden yürümemeye özen gösterdi. Hatta TBMM'ye gelişlerinde kapıda karşıladı. Saygılı bir ilişki tutturdu.

Özal'ın Cumhurbaşkanlığı'na niyetlendiğinin belli olduğu andan itibaren ANAP'ta kulisler hareketlendi. Genel Başkanlığı içinden geçirmiyor değildi. Hırsından kendini yiyor fakat bir çaba da gösteremiyordu. Dizginlediği gerginliği, bir gün televizyon seyrederken açığa çıktı. Mesut Yılmaz'ın bir programda konuşmasına sinirlenmişti. Aniden bağırması yanındaktileri şaşırttı:

- Bu haksız rekabet...

Genel Başkanlık yarışında gölgede kaldığı doğruydu. Başbakanlık Konutundaki kulislerde “Türk büyükleri” olarak anılan sekiz Genel Başkan adayının katıldığı toplantıya çağrılmaması da Genel Başkanlık ihtimalinin olmadığı izlenimi veriyordu.

Özal, ANAP'ın önde gelenlerini tek tek konuta çağırıp görüş soruyordu. Bir kez de Akbulut'u çağırdı. Akbulut, Başbakan atamak için ANAP Kongresini beklememesini önerdi. “Başbakan olarak atanan zaten kongreyi de alır” dedi. Hatta Bakanlar Kurulu listesini de yeni başbakanın değil Özal'ın hazırlamasının doğru olacağını ifade etti.

Ne o gün, ne de daha sonra Özal'dan olumlu hiçbir sinyal alamadı. Büyük gün yaklaştıkça Başbakan atanmasını zayıf bir olasılık olarak görmeye başlamıştı. Özal'ın Cumhurbaşkanlığı yemininin hemen ardından verdiği müjdeyi duyunca üzerindeki yük kalktı; başı göğe erdi...

Başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra da yine Özal'ın desteğiyle olağanüstü kongrede Hasan Celal Güzel'i altederek ANAP Genel Başkanlığı'nı aldı. Ancak Özal, gümüş tepside armağan ettiği koltukların bedelini, onu silik bir Başbakan ve Genel Başkan yaparak ödetti. Uzun süre Özal'ın baskısına, kimi zaman el altından, kimi zaman da açıktan hükümet işlerini yönetmesine, kısacası fiili Başbakan olmasına itiraz edemedi. Özal, Anayasal yetkisini kullanıp her ay Bakanlar Kurulu'na başkanlık ediyor, bununla da kalmayıp atama kararlarını, kararnameleri Cumhurbaşkanlığı Köşkünde hazırlatıp, Akbulut'a imzaya gönderiyordu. Akbulut da buna ses çıkaramıyordu. (6)

Tam bu sırada birbiri ardına siyasi cinayetler başladı. 31 Ocak 1990’da Prof.Muammer Aksoy, 7 Mart 1990’da da gazeteci Çetin Emeç öldürüldü. Daha kötüsü, “iktidar boşluğu” yargısının yaygınlığıydı. Bu durum tüm ülkede umutsuzluğu körüklüyordu.

TBMM Başkanı Kaya Erdem, devreye girdi. Başbakan Akbulut ve muhalefet liderleri Süleyman Demirel ile Erdal İnönü’yü toplantıya çağırdı. Zirvede Akbulut, polis ve önlemlerin yetersizliği eleştirilerini kabul etmedi:

- Çetin Emeç olayında ne gibi mesafe alındığı veya Muammer Aksoy olayında ne gibi mesafe alındığı suallerine cevap aramaktansa, genel olarak emniyet güçlerinin durumu nedir, buna göre cevap aramak lazımdır.

Ona göre tüm önlemler alınıyordu; ne polisin ne de hükümetin bir zaafı sözkonusuydu. Akbulut’un tutumu bu olunca zirveden teröre karşı ortak bildiriden başka birşey çıkamadı. Cinayetler de sürüp gitti. (7)

Körfez krizi
Akbulut, hükümete yön vermek için bocalarken Körfez krizi patladı. Krizi fırsat bilen Özal, dış siyasette tek karar mekanizması gibi davranıyor, Türkiye’nin Körfez’de aktif tavır almasını istiyordu.

Akbulut, Türkiye'nin savaşta aktif rol almasını tehlikeli buluyordu. Özal'ın girişimiyle gündeme gelen Türkiye'nin Körfez’e asker göndermesine ilişkin yetki kararını engellemek istedi. Akbulut'un ikircikli halini gören Özal işi sıkı tuttu. Meclisteki görüşmelerden bir gün önce, Mehmet Keçeciler'in oğlunun sünnet düğününde Akbulut'a talimat verdi; “Milletvekili ve bakanları topla.”

Akbulut, 20 kadar ANAP'lı milletvekili ve bakanı Başbakanlık Konutunda topladı. Özal da gizlice Köşkten konuta geçti. Dondurmalar yendi, çaylar içildi. Özal, cebinden yabancı bir dergide yayımlanmış bir makalenin fotokopisini çıkardı. “Unutulan dost” başlıklı yazıyı okudu. Uzun uzun kritik gelişmeleri anlattı, yetki kararının gerekliği olduğunu söyledi. Ve tabii ANAP'lıları ikna etti. Akbulut, itiraz edecek fırsat bulamadı!

TBMM, “Hükümete, yurtdışına asker gönderme veya Türkiye'de yabancı asker bulundurma yetkisi veren tezkereyi” ertesi gün, görüştü. Üstelik Devlet Bakanı Vehbi Dinçerler başta olmak üzere karara itiraz eden ANAP'lı isyancıları sakinleştirmek de Akbulut'a düştü. Ancak Akbulut, gruba hakim olmayı başaramayınca muhalefet, yetki kararına “saldırı olması halinde” koşulunu eklemeyi başardı. Bu sınırlandırma, Özal'ın canını sıktı.

12 Ağustos 1990'daki bu kararla istediğini alamayan Özal, konuyu Eylül başında ikinci kez gündeme getirdi. Akbulut'un kararı oyalamaya çalıştığını farkeden Özal, 3 Eylül'de akşam saatlerinde aniden Bakanlar Kurulu'nu toplantıya çağırdı. Özal'ın emrivakisi işe yaradı ne Akbulut itiraz edebildi, ne de bakanları.

Özal, Meclis'te 4 Eylül'de yapılan görüşmeler sırasında da ANAP'lıların başında bekledi. Gizli oturumdaki oylama bitene değin TBMM'deki odasından ayrılmadı. Ve Akbulut'a rağmen, dışarıya asker gönderme ve yabancı askerlerin Türkiye'de bulundurulmasına izin yetkisinin hükümete devri kararını TBMM'den geçirmeyi başardı...

Krizler birbirini izledi. Akbulut, her seferinde bir darbe daha yedi; Başbakanlık koltuğunda biraz daha eridi. Akbulut'un siyasi geleceğini derinden etkileyen kriz, Semra Özal'ın ANAP İstanbul İl Başkanı olmak istemesi üzerine patladı.

Semra Özal'ın politikaya girişine, ilk itiraz, Milli Savunma Bakanı Hüsnü Doğan'dan geldi. Doğan, Semra Özal'ın partide görev üstlenmesine itiraz edince Turgut Özal küplere bindi:

- Hüsnü'ye söyle, MGK toplantısına gelmesin, gelirse azlederim.

Akbulut, bu sözleri Doğan'a nakletti. “MGK'ya katılacağım, bakanlıkta kalmak için böyle bir bedel ödemem!” Doğan'ın bu yanıtını da Özal'a aktardı. Özal geri adım atmadı. “O zaman azledelim.” Akbulut itiraz edemedi. Doğan'a telefon edip azledildiğini söylemek de ona düştü. (8) Muhafazakar kesimle yolları tamamen ayrılmış oldu.

Akbulut'un, bu operasyonu sessizce kabullenmesinin asıl nedeni, Özal'ın ANAP İstanbul İl'deki “dikenleri” kendisi için temizlediğini sanması, daha doğrusu Özal'ın bu yönde sözler sarfetmesiydi. Halbuki “liberal” kesim, kampanyada aktif olarak yer alıyor; Mesut Yılmaz, Semra Özal'ı, karargah olarak kullandığı The Marmara Otelinde gizlice ziyaret ederek, desteğini dile getiriyordu. Yılmaz'a, büyük kongrede Genel Başkanlık kapısının açılmasının tek yolu, İstanbul'daki muhafazakar kalenin yıkılmasından geçiyordu.

Devlet Bakanı Mustafa Taşar ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı Arif Yüksel'in yönetimindeki “iktidar takımı”, canını dişine takıp çalıştı. Zorlu, kavgalı bir süreç oldu. ANAP İstanbul İl Başkanlığı adeta sökülerek alındı ve Semra Özal'a teslim edildi. Bu zafere en çok sevinenlerden biri kuşkusuz Mesut Yılmaz'dı. Başbakan Akbulut, olup bitenleri anladığında çok geç kalmış olacaktı...

İşçiler dökülen gözyaşları
Son yılların en büyük işçi eylemi, onun döneminde oldu. Zonguldaklı maden işçileri, Ankara'ya yürüyüşe geçti. İşçileri, “Yerli Walesa” namıyla anılan Şemsi Denizer, sürüklüyordu. Akbulut, ilk kez Özal'a rağmen harekete geçti. Abant'a giderek, işçilerle görüşecek, eylemi durdurmaya çalışacaktı.

Bir gece önce Ankara'da, Hilton Otelinin restoranında Milliyet yazarlarıyla buluştu. Prof.Mümtaz Soysal, Zonguldaklıydı. Maden işçiliğinin ne denli zorlu bir iş olduğunu biliyor; onların o gece Abant'ta beklerken içinde bulundukları ruh halini az çok tahmin edebiliyordu.

“Bu adamları dinlemek lazım” diye söze başladı Soysal. Çocukluğunda gördüklerini, maden işçilerinin yaşamını anlattı. Dramatik bir konuşmaydı. Soysal, acıklı öyküleri birbirine eklerken, birden Başbakanın gözlerinin yaşardığını farketti. Akbulut'un, yanağından bir damla yaş süzülürken Soysal, sözlerini noktaladı. Daha uzatmaya gerek yoktu.

Akbulut, 5 Ocak 1991 sabahı Abant'a gitti. İşçilerle görüşüp, istedikleri ücret artışını verdi; sorunu çözdü. Bir gece önce ağlayan insanın başka türlü davranması da beklenemezdi zaten.

Beklendiği gibi, bu davranışı Özal'ın şimşeklerini üzerine çekti. Özal, o andan itibaren her fırsatta Akbulut'un başına kaktı maden işçilerine verdiği ücret artışını...

Aslında işçilere istediği artışı vermek ekonomiyi zorlamadı. Zaten ekonomi yönetimi sorunluydu. Ekonominin direksiyonunda Güneş Taner ile birlikte Işın Çelebi ve Ekrem Pakdemirli de bulunuyordu, üç bakan birbiriyle sürekli bir çekişme halindeydi.

Taner, “Enflasyon yüzde 50'nin altına indiremezsem istifa ederim” diyordu. Başaramadı, enflasyonu sadece yüzde 3 azaltabildi. 1990'da yüzde 60.3'e düşen enflasyon, bir yıl sonra yine yükseldi ve yüzde 65.9'a ulaştı. Bunun üzerine Taner, istifasını götürüp verdi. Akbulut kabul etmedi. “Körfez krizine rağmen enflasyonun bu kadar inmesi bir başarı” dedi.

Özal'a yakın bir isim olan Taner'i kabineden uzaklaştırması mümkün değildi. Kongre yaklaşırken bunu göze alamazdı. Aslında Taner'in, Devlet Bakanı Işın Çelebi ile sürekli çekişme halinde olmasından hoşlanmıyordu.

Anlaşamadıkları bir konu da köpekleriydi! Akbulut'un gözü gibi sevdiği kangalları, Taner'in köpeği Jack ile yanyana gelemiyorlardı. Bir keresinde Herkül ve Topak, Jack'ı biraz hırpaladılar. Akbulut, hemen kangallarını savundu:

“Bizimkiler demir parmaklık arkasında. O ne yapmak istediyse kafese yaklaşıyor, hadise orada oluyor.”

Köpekleri için Başbakanlık konutunun bahçesine büyük bir kulübe yapılmıştı. Akbulut, fırsat bulduğunda kangallarının yanına gidiyordu. Ancak böyle rahatlıyordu.

Sıkılıyordu. Bir yandan Özal'ın baskısı altında bunalırken, bir yandan da basının eleştiri oklarına, daha doğrusu alaycı eleştirilerine hedef oldu. Her davranışı fıkralaştırıldı. Hatta ‘Akbulut fıkraları’ kitaplaştırıldı.

Ama onu en çok üzen bu fıkralar değil, Özal'ın kongredeki tavrıydı. İlk turda Akbulut 557, Mesut Yılmaz 580 oy alınca, Özal ailesi kongre kulisine ağırlığını koydu. Semra Özal, ikinci tur öncesinde görüştüğü delegelerden Mesut Yılmaz'a oy vermelerini istedi. İkinci turda Yılmaz'ın sonuca varmasını sağlayan da Özal ailesinin bu çabası ve İstanbul delegelerinin ağırlığı oldu.

Türkiye siyasi tarihinde Başbakanlığı sırasında Genel Başkanlığı kaybeden ilk siyasi olan Akbulut, üzüntüsünü gizlemedi:

- Karısıyla, kızıyla, doktoruyla, terzisiyle, türzüsüyle Mesut'a çalıştı.

Haksızlığa uğramıştı! ANAP'tan ayrıldı ama Özalcılar'ın kurduğu Yeni Parti'ye de girmedi...

Demirel'e suçlama
13 Mart 1992'deki Erzincan depremine çok üzüldü. Hemşehrilerinin ve milletvekillerinin başsağlığı dileklerini kabul ederken, şaşırtıcı bir açıklama yaptı:

- Depremde yıkılan SSK hastanesinin ihalesi Süleyman beyin üzerinedir.

Demirel, o sırada Başbakandı. Akbulut, onu çürük bina yapmakla suçlamadan önce konuyu araştırmıştı:

- Şüpheye mahal bırakmamak için Erzincan'da da teyiden sordum. İhalesi Süleyman Beyin üzerine olan bir hastanedir. Süleyman Beyin bu hastane yapımını iftiharla anlattığını da işitmişizdir.

Demirel, Akbulut'u hemen ertesi gün yalanladı. “İhaleyi ben aldım. Ancak 28 Kasım 1964'te siyasete girdim. Bu hastanenin inşaatını da idarenin muvafakatıyla başka bir şirkete devrettim.

Nedense devrederken inşaatın ne durumda olduğunu açıklamıyor, sadece işi devrettiğini söyleyerek sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyordu. Fakat garip biçimde binanın yıkılmasını doğal görüyordu:

- Hadisenin üzerinden 29 sene geçti. 29 sene sonra eğer inşaatın bir kısmı çökmüşse onu yapana izafe etmezler. 29 sene durmuş çünkü...

Kendisi yapmamıştı ama hastane binasının yıkılmasını savunuyordu! Gariplik bu kadarla kalmadı. Her depremden sonra olduğu gibi suçlamalar kısa sürede unutuldu. Demirel'in dosyası araştırmaya gerek görülmeden kapatıldı...

Akbulut da ortaya attığı iddianın üzerine bir daha gitmedi. Kavgacı bir üslubu yoktu. Siyasi yaşamına sessiz ve iddiasız bir Erzincan milletvekili olarak devam etti.

Gelişmeler üzmüştü onu. 1993'te kalp krizi geçirdi. 14 yıl önce bir kalp krizi daha geçirmiş olduğu için telaşlandı ailesi. Onu Amerika'ya götürdüler, orada by-pass ameliyatı oldu. Döndüğünde sağlığına kavuşmuştu.

Hastalığın getirdiği bir değişiklik, Mesut Yılmaz ile arasının düzelmesiydi. Yılmaz, onu hastanede ziyaret etmiş, aralarındaki buzlar çözülmüştü. İlişkideki bu ısınma, bir süre sonra ANAP'a dönmesine yol açtı.

1995 seçimlerinde aday oldu. Ancak memleketi Erzincan onu bağrına basmadı. Milletvekili seçilemedi. Siyasetteki ikinci mağlubiyetiydi bu. Kendisi gibi eski ANAP milletvekili olan Kemal Akkaya ile birlikte ticarete atıldı. Önce Akkaya'nın KKTC'de kurduğu “Kıbrıs Eurobank” adlı bankada, “Başkan vekili” olarak görev aldı. Bu görevde uzun süre kalmadı, ayrıldı. Sonra Akkaya ile birlikte Toyota'nın Ankara temsilciliğini aldı. Otomobil bayiliği ile ANAP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğini birlikte sürdürdü.

Erzincan ile ilişkisini kesmedi. Memleketindeki en ilginç temaslarından biri, 1996'da, bir seçim gezisi sırasında Mehmet Kırkıncı Hoca ile karşılaşıp görüşmesiydi. Nurcular, ona her zaman sıcak davranmışlardı. Çünkü İçişleri Bakanlığı döneminde ‘Risale-i Nur'un yasak olmadığına dair genelge yayınlamıştı.

Ve 1999 seçimlerinde Erzincan’dan koptu. Oradan bir daha seçilemeyeceği ortadaydı. ANAP, onu Ankara 2.Bölgede ilk sıradan aday gösterdi. Özal'dan bulamadığı vefayı Yılmaz'dan görmüştü...

Dönüşü muhteşem oldu
18 Nisan seçimlerinde Meclis'e döndü. Hem de ne dönüş! 9 Kasım 1989'da ayrıldığı Meclis Başkanlığı koltuğuna yeniden kavuştu. ANAP’ın milletvekili sayısının yetersizliğine rağmen hassas dengeler onu Meclis Başkanlığı'na taşıdı. Yolsuzluk, usülsüzlük iddialarıyla yıpranmamış kişiliğiyle TBMM’deki tüm partilerden oy aldı. Cumhuriyet tarihinde ne 10 yıl arayla üçüncü kez Meclis Başkanlığı’na seçilen siyasi olmuştu, ne de iade-i itibarın böylesi görülmüştü!

Seçildiği gün gazetecilere verdiği demeç yine insanları gülümsetti. “Başkanlık seçiminde siz kime oy verdiniz?” sorusuna tam Akbulut fıkrası gibi yanıt vermişti:

- Ben kendime oy kullanmadım, tarafsızlığımı korumak istedim.

Malazgirt zaferinin yıldönümü için yayınladığı kutlama mesajında da bir aylık tarih hatası oldu. 26 Ağustos’taki kutlamalar için 26 Temmuz’da mesaj yayınladı. TBMM görevlileri hatayı farkedip mesajı gazete, televizyon bürolarından topladılar. Ancak geç kalmışlardı, Anadolu Ajansı mesaj haberini geçmişti bile...

Bu dönemdeki en önemli icraatı, Kürtçenin Meclis albümüne girmesini engellemekti. FP milletvekili M.Fuat Fırat’ın, “Bildiği yabancı dil” bölümüne “Kürtçe” yazmasına tepki gösteren MHP’lilerden yana tavır aldı, albümden Kürtçeyi çıkardı. Soranlara, “Kürtçe dil değil şive” yanıtını verdi:

- Maksat, devletin diğer devletlerle ilişkilerinde tercümana hacet kalmadan o dili konuşacak milletvekillerinin aranması. Bunlar maksadı aşan beyanlar...

Böyle savundu albümdeki ayıklamayı. Oysa Kürtçe konuşulmasına ilişkin yasak, kendisinin Başbakanlığı sırasında kaldırılmıştı. Özal’dan gelen bu isteğe karşı çıkanlar arasında Akbulut yer almamıştı...

İkinci icraatı, Milli Saraylar Daire Başkanı İ.Hakkı Celayir'i, emekliliğe zorlamasıydı. Celayir'in yerine, yap-satçı amcaoğlu Polat Akbulut'u getirdi. Eleştiriler karşısında amcaoğluna kefil olduğunu söylemekten geri durmadı.

Üçüncü düzenleme de Meclis’te çalışan bayan görevlilerin etekleriyle ilgiliydi. Etek boylarının diz üstüne çıkmasını ve yırtmacı yasakladı. Gerekçesi ise muhteşemdi:

- Kişinin eteğiyle uğraştığımız yok. Biz normali arıyoruz. Meclis’in ulviliğine yakışır giyim kuşam olmalı...

Ne derse desin asıl amacı dengeyi sağlamaktı. Kürtçe ile MHP’lilere, etek boylarıyla da FP’lilere mavi boncuk dağıtıyordu. Onun da gözü Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeydi. Herhalde “Neden olmasın” diye düşünüyor; hassas dengelere oynuyordu...

Gözünü hassas dengelere dikince hata yaptı. Yemin törenine türbanla gelince Meclisten atılan FP milletvekili Merve Kavakçı'nın durumunu soran DGM Savcısına ne diyeceğini bilemedi. 15 Eylül 1999 tarihinde gönderdiği resmi yazıda, Kavakçı'yı milletvekili saymadı:

“Türk vatandaşlığının kaybı ile birlikte Merve Safa Kavakçı nın milletvekilliği sıfatı ortadan kalkmıştır.”

Akbulut imzalı bu yazıya güvenen DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Kavakçı için yurtdışına çıkma yasağı koydurmakla kalmadı, gözaltına almak üzere bir akşam vakti evine gitti. Savcının gece baskını olay oldu. FP'li milletvekilleri eve girmesini engelledi. Ertesi gün büyük gürültü koptu. Cumhurbaşkanı, Başbakan başta olmak üzere birçok kişi Yüksel'i eleştirdi. “Akşam vakti bir kadının evine nasıl gidersin?” Halbuki Yüksel, şimdiye değin kadın erkek birçok kişiyi akşam vakti gözaltına almış, hatta DEP milletvekillerini Meclis'in kapısında yakalatmış, kimse sesini çıkarmamıştı olup bitenlere...

Hava dönünce, Akbulut'un yazısı da değişti. Akbulut, Kavakçı'nın avukatlarına yeni bir yazı verdi. 34 gün önce yazdığı yazıyı yok sayıyordu. Avukatlar, yazıyı alıp hemen savcı Yüksel'e koştular. Akbulut imzalı bu yazıda, Kavakçı'nın milletvekili olduğu belirtiliyordu. Bu yazıyı gören Yüksel, geri çekildi.

İki gün süren olay Kavakçı'nın istediği gibi kapandı ve itibarı iade edildi. Ancak kaybeden Akbulut oldu. Herkese sempatik görünmeye özen gösteren Akbulut, tam tersine günah keçisi oldu. Eski fıkralar hatırlandı, eleştiri üzerine eleştiri yağdı. “Beni anlamadılar” demesi de fayda etmedi.

Yılbaşında milletvekillerine çanta hediye etmesi, “kıyak emeklilik” yasasını eleştiren gazetecilere TBMM Basın Bülteninde boykot uygulaması eklenince göz dolduramadı.

Uçan hayaller
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken Akbulut canlandı. Demirel’in görev süresinin uzatılması için TBMM’de yapılan oylamalar sırasında dengeleri gözetti. Ne iktidarı, ne muhalefeti üzmemeye özen gösterdi.

5+5 önergesinin reddedilmesinin ardından adaylık sinyalleri vermekte gecikmedi. “Adaylığımız kimsenin iznine tabi değil.” ANAP Genel Başkanı Yılmaz adaylığını ilan etse de rakip olacağını ilan ediyordu böylece. Yılmaz’ın hükümetin adayı olması durumunda şansının artacağına güveniyordu.

Fakat Yılmaz, koalisyon ortaklarından vize alamayınca aday olup seçilememe riskini göze alamadı. Üç koalisyon ortağının Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in adı üzerinde anlaşmaları Akbulut’un umutlarına ciddi bir darbe indirdi. Çareyi, “Cumhurbaşkanı Meclis içinden seçilmeli” tezini savunmakta buldu.

Muhalefet partilerinden olumlu sinyaller alıyordu. Yılmaz muhalifi ANAP’lılar Lütfullah Kayalar ve Eyüp Aşık ile arkadaşlarının desteğine dayanarak adaylığını ilan etti. Sanki Cumhurbaşkanlığı adaylığına değil de eski bir hesabın rövanşını almaya hazırlanıyordu.

İlk tur, beklediği sonucu vermedi. Sadece 56 oy alabildi. İkinci turda ise 88’e tırmanabildi. Aldığı oyların çoğunluğu ANAP’tandı. Sinirler gerildi. Yılmaz, onu suçladı. “Muhalefetin maniplasyonuna geliyorsun, çekil.” Akbulut’un yanıtı sert oldu: “Çekilmem, çok istiyorlarsa ihraç etsinler.” Yılmaz, bu resti görmezden gelmeyi yeğledi.

Akbulut, son tur öncesinde durumunu bir kez daha gözden geçirdi. Gerçekten umutsuz bir tabloyla karşı karşıyaydı. Adaylıktan vazgeçmekten başka yolu kalmamıştı. Cumhurbaşkanlığı hayalleri uçup gitti...

DİPNOTLAR :

(1) Orhan Tokatlı, Kırmızı plakalar, Doğan Kitap, Haziran 1999, Sayfa 160.

(2) İçişleri Bakanı polise karşı, Can Dündar, Nokta dergisi, 30 Haziran 1985; İşkenceci polisleri mahkum ettirmiş, Evin Göktaş, Yeni Şafak, 19 Şubat 2000.

(3) Orhan Tokatlı, Kırmızı plakalar, Doğan Kitap, Haziran 1999, Sayfa 217.

(4) Olaylar fazla abartılıyor, Nokta dergisi, 6 Ekim 1985.

(5) Akbulut anlatıyor, Mehmet Çetingüleç, Sabah, 7 Aralık 1999.

(6) Namık Kemal Zeybek'in sözleri, Ahmet Hakan'ın yönettiği İskele Sancak programı, Kanal 7, 15 Ekim 1999.

(7) Cüneyt Arcayürek, Çankaya Hesaplaşması, Bilgi Yayınevi, Nisan 1990, Sayfa 178-179.

(8) Özal'dan Akbulut'a: Gelmesin azlederim, Cumhuriyet, 23 Şubat 1991.