F-16'DAN DUR İHTARI NASIL YAPILIR! YEDİKLERİ YOKSUL ETİ İÇTİKLERİ KAN OLMUŞTUR!
Uludere'de meydana gelen "operasyon kazası"nı yorumlayan Radikal yazarı Ali Topuz günün en sert yazısına imza attı...
İşte Radikal yazarı Radikal yazarı Ali Topuz’un o yazısı...
F-16’dan dur ihtarı nasıl yapılır?
Uludere’de olanlar için iktidar partisi yetkilisi "Operasyon kazası" dedi. Operasyonlar kazayla olmuyor ama. Askere "kuşkulu gördüğünü vur" talimatı verdikten sonra, "hukuk devleti çerçevesinde terörle mücadele ediyoruz" sözüne kim inanabilir?
Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
Yunus Emre dizeleri, ne yazık ki çok iyi bildiğimiz dizeler. Ne yazık ki neredeyse her gün hatırlamaya kendimizi mecbur ettiğimiz dizeler. Her gün yüreğimize bir dağ düşüyor çünkü. Dersim’i, Maraş’ı tartıştığımız bir ayın ardından Uludere’yle dağlandı içimiz.
Ağlatan, sarsan, öfkeden, çaresizlikten delirten dağ. Ama susamayız, düşünmek, konuşmak zorundayız. Dillerimiz dolaşmadan.
**
“Pek çok gazeteci kendisini Amerikan askeri gibi görüyor ve kendilerinden talep edilmese de kinik ve coşkulu açıklamalar yapmak için adeta yarışıyor. Farkına varılıyor ki birçok insan bu savaştan onları mahrum bırakmamamızı istiyor ve her türlü barış umudunu tam bir felaket olarak görüyor. Pek çok entelektüelin sessizliği de endişe verici.”
Gilles Deleuze, ilk Körfez savaşı sırasında Fransa’daki hali böyle tasvir ediyordu. Liberation’da çıkan yazının başlığı “Kirli Savaş”, tarihi 4 Mart 1991 (İki Delilik Rejimi’niniçinde, Bağlam Yayınları)
Fransa’daki savaş yanlısı ortama isyanını kayda geçirenfilozof o yazıda dile getirmese de, savaş varsa kir vardırdiyordu. Kirli savaştan söz etmek, “temiz savaş” olabileceğini öne sürdüğümüzü göstermez. Her dem savaşın kötülüğünü akılda tutmaya ve anlatmaya yarayacak dilsel ifadeler aramak, bulmak bir düşünce ödevidir çünkü. Bir sanat ödevi olduğu gibi. Düşünme ve sanata “terör” denildi bu hafta içinde, bir bakan tarafından.
**
Şimdi, Deleuze’ün alıntıladığımız bölümün ilk cümlesindeki “Amerikan”ın yerine “hükümet” ya da “iktidar” ya da en iyisi “devlet” yazalım. Hayır, münhasıran Türkiye’yi suçlamak için değil, sözün değerini vurgulamak için. Ve ekleyelim: Savaş olan her yerde o türden gazeteciler ve o türden entelektüeller oldu, olur, olacak.
Daha ilerisini konuşmanın şartı, şu soruya yanıt vermek: Türkiye’de savaş mı var? İlk defa askerler (Doğan Güreş miydi) “düşük yoğunluklu savaş, çatışma” terimini kullanmıştı. Sonra “savaş”tan söz etmek “terör örgütü propagandası” sayıldı, “kirli savaş” terimiyse düpedüz PKK üyeliğine denk getirildi; “terör var, merak etmeyin onu da bitireceğiz” minvalindeki bir nutuk günlük izan gıdamız olarak önümüze sürülüp duruldu yıllar boyu.
**
“Savaş”ın en sarih beyanı, Uludere katliamından sonra Genelkurmay’ın yaptığı açıklamadaydı:
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınır ötesi harekatı, TBMM tarafından 17 Ekim 2007 tarihinde kendisine verilen ve birer yıllık sürelerle yenilenen yetki gereği sürdürülmektedir.”
“Grubun tespit edildiği bölgenin teröristler tarafından sıkça kullanılan bir yer olması ve geceleyin hududumuza doğru bir hareketin tespit edilmesi üzerine hava kuvvetleri uçakları ile ateş altına alınması gerektiği değerlendirilmiş ve saat 21.37-22.24 arasında hedef ateş altına alınmıştır.”
Bu iki cümle bizzat hükümetin ve devlet yetkililerinin “Terör var” nutuklarını yalanlıyor. Şöyle söyleniyor son derece gerçekçi bir şekilde: “Bana belli bölgelerde hareketlilik gördüğümde vurma yetkisini TBMM verdi. Ben de gördüm,vurdum.”
Şimdi, terör varsa asayişten söz ederiz. Bununla mücadele deUludere faciasından sonra konuşan AK Parti yetkilisi Hüseyin Çelik’in kendisi de bir facia olan beyanatında sık sözünü ettiği “hukuk devleti ilkeleri” çerçevesinde bir “mücadele” yürütülür. Yürütüldüğü de söyleniyor. Peki muharip uçaklar asayiş olaylarında ne işe yarar? Cevap “Hiçbir işe” olsa keşke... Savaş uçakları asayiş sorunlarının çözümünde kullanılamaz, dolayısıyla öyle bir görevlendirme ve yetkilendirme yapılamaz. Uçaktayken, yerde yürüyen çocuklara “Dur ihtarı” yapamazsınız; Yargıtay “Yapmak zorundasın” dese bile, uçaktaki pilot Yargıtay’ı ciddiye alsa bile, yapılabilecek tek şey bombayı atmak ya da atmamaktır.
Kullanılan yetki, TBMM tarafından verilen, yani hükümet tarafından verdirilen yetki, “savaş hali”ne uygun yetkilerdendir. Kimse sözünü etmese de, kimse kabul etmek istemese de, devlet/hükümet bir savaş hali irade etmiş durumda.
Savaş mantığı, savaş yöntemi ve savaş hali, haliyle savaşların kirine uygun sonuçlar, acılar üretir. “Operasyon kaza”sı var dedi Çelik; ama operasyonlar kazayla değil, kararla oluyor.
**
“Devlet hayatın ta kendisidir” lafını İçişleri Bakanı etmişti.“Hayat”ı devlete atfeden akıl, ölümü yurttaş payı olarak bırakmış olmaz mı? Böyle olmasa, iktidar partisinin çokönemli bir yetkilisi, başsağlığı dilediği basın toplantısında gülmeyi başarabilir miydi? “Soruşturma yapılacak” dedikten sonra, “kasıt yok” demeyi ya da? Bunları da beyanat “beyanat kazası” sayacağız herhalde…
Ellerindeki, arkalarındaki büyük güce rağmen savaşı değil barışı irade edecek yola girmeyenler ya da giremeyenler için Yunus Emre söylemişti 700 yıl kadar önce, hep geçerlidir. Sadece hükümet için değil, muhalefet dahil müesses siyaset için, toplumun haber alma hakkını değil devlet talimat vetasarımlarına uymayı esas alan basın için, susulacak yerde konuşup, konuşulacak yerde susan entelektüel kiniklik için:
Geçti beyler mürüvveti
Binmişler birer atı
Yedikleri yoksul eti
İçtikleri kan olmuştur
F-16’dan dur ihtarı nasıl yapılır?
Uludere’de olanlar için iktidar partisi yetkilisi "Operasyon kazası" dedi. Operasyonlar kazayla olmuyor ama. Askere "kuşkulu gördüğünü vur" talimatı verdikten sonra, "hukuk devleti çerçevesinde terörle mücadele ediyoruz" sözüne kim inanabilir?
Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
Yunus Emre dizeleri, ne yazık ki çok iyi bildiğimiz dizeler. Ne yazık ki neredeyse her gün hatırlamaya kendimizi mecbur ettiğimiz dizeler. Her gün yüreğimize bir dağ düşüyor çünkü. Dersim’i, Maraş’ı tartıştığımız bir ayın ardından Uludere’yle dağlandı içimiz.
Ağlatan, sarsan, öfkeden, çaresizlikten delirten dağ. Ama susamayız, düşünmek, konuşmak zorundayız. Dillerimiz dolaşmadan.
**
“Pek çok gazeteci kendisini Amerikan askeri gibi görüyor ve kendilerinden talep edilmese de kinik ve coşkulu açıklamalar yapmak için adeta yarışıyor. Farkına varılıyor ki birçok insan bu savaştan onları mahrum bırakmamamızı istiyor ve her türlü barış umudunu tam bir felaket olarak görüyor. Pek çok entelektüelin sessizliği de endişe verici.”
Gilles Deleuze, ilk Körfez savaşı sırasında Fransa’daki hali böyle tasvir ediyordu. Liberation’da çıkan yazının başlığı “Kirli Savaş”, tarihi 4 Mart 1991 (İki Delilik Rejimi’niniçinde, Bağlam Yayınları)
Fransa’daki savaş yanlısı ortama isyanını kayda geçirenfilozof o yazıda dile getirmese de, savaş varsa kir vardırdiyordu. Kirli savaştan söz etmek, “temiz savaş” olabileceğini öne sürdüğümüzü göstermez. Her dem savaşın kötülüğünü akılda tutmaya ve anlatmaya yarayacak dilsel ifadeler aramak, bulmak bir düşünce ödevidir çünkü. Bir sanat ödevi olduğu gibi. Düşünme ve sanata “terör” denildi bu hafta içinde, bir bakan tarafından.
**
Şimdi, Deleuze’ün alıntıladığımız bölümün ilk cümlesindeki “Amerikan”ın yerine “hükümet” ya da “iktidar” ya da en iyisi “devlet” yazalım. Hayır, münhasıran Türkiye’yi suçlamak için değil, sözün değerini vurgulamak için. Ve ekleyelim: Savaş olan her yerde o türden gazeteciler ve o türden entelektüeller oldu, olur, olacak.
Daha ilerisini konuşmanın şartı, şu soruya yanıt vermek: Türkiye’de savaş mı var? İlk defa askerler (Doğan Güreş miydi) “düşük yoğunluklu savaş, çatışma” terimini kullanmıştı. Sonra “savaş”tan söz etmek “terör örgütü propagandası” sayıldı, “kirli savaş” terimiyse düpedüz PKK üyeliğine denk getirildi; “terör var, merak etmeyin onu da bitireceğiz” minvalindeki bir nutuk günlük izan gıdamız olarak önümüze sürülüp duruldu yıllar boyu.
**
“Savaş”ın en sarih beyanı, Uludere katliamından sonra Genelkurmay’ın yaptığı açıklamadaydı:
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınır ötesi harekatı, TBMM tarafından 17 Ekim 2007 tarihinde kendisine verilen ve birer yıllık sürelerle yenilenen yetki gereği sürdürülmektedir.”
“Grubun tespit edildiği bölgenin teröristler tarafından sıkça kullanılan bir yer olması ve geceleyin hududumuza doğru bir hareketin tespit edilmesi üzerine hava kuvvetleri uçakları ile ateş altına alınması gerektiği değerlendirilmiş ve saat 21.37-22.24 arasında hedef ateş altına alınmıştır.”
Bu iki cümle bizzat hükümetin ve devlet yetkililerinin “Terör var” nutuklarını yalanlıyor. Şöyle söyleniyor son derece gerçekçi bir şekilde: “Bana belli bölgelerde hareketlilik gördüğümde vurma yetkisini TBMM verdi. Ben de gördüm,vurdum.”
Şimdi, terör varsa asayişten söz ederiz. Bununla mücadele deUludere faciasından sonra konuşan AK Parti yetkilisi Hüseyin Çelik’in kendisi de bir facia olan beyanatında sık sözünü ettiği “hukuk devleti ilkeleri” çerçevesinde bir “mücadele” yürütülür. Yürütüldüğü de söyleniyor. Peki muharip uçaklar asayiş olaylarında ne işe yarar? Cevap “Hiçbir işe” olsa keşke... Savaş uçakları asayiş sorunlarının çözümünde kullanılamaz, dolayısıyla öyle bir görevlendirme ve yetkilendirme yapılamaz. Uçaktayken, yerde yürüyen çocuklara “Dur ihtarı” yapamazsınız; Yargıtay “Yapmak zorundasın” dese bile, uçaktaki pilot Yargıtay’ı ciddiye alsa bile, yapılabilecek tek şey bombayı atmak ya da atmamaktır.
Kullanılan yetki, TBMM tarafından verilen, yani hükümet tarafından verdirilen yetki, “savaş hali”ne uygun yetkilerdendir. Kimse sözünü etmese de, kimse kabul etmek istemese de, devlet/hükümet bir savaş hali irade etmiş durumda.
Savaş mantığı, savaş yöntemi ve savaş hali, haliyle savaşların kirine uygun sonuçlar, acılar üretir. “Operasyon kaza”sı var dedi Çelik; ama operasyonlar kazayla değil, kararla oluyor.
**
“Devlet hayatın ta kendisidir” lafını İçişleri Bakanı etmişti.“Hayat”ı devlete atfeden akıl, ölümü yurttaş payı olarak bırakmış olmaz mı? Böyle olmasa, iktidar partisinin çokönemli bir yetkilisi, başsağlığı dilediği basın toplantısında gülmeyi başarabilir miydi? “Soruşturma yapılacak” dedikten sonra, “kasıt yok” demeyi ya da? Bunları da beyanat “beyanat kazası” sayacağız herhalde…
Ellerindeki, arkalarındaki büyük güce rağmen savaşı değil barışı irade edecek yola girmeyenler ya da giremeyenler için Yunus Emre söylemişti 700 yıl kadar önce, hep geçerlidir. Sadece hükümet için değil, muhalefet dahil müesses siyaset için, toplumun haber alma hakkını değil devlet talimat vetasarımlarına uymayı esas alan basın için, susulacak yerde konuşup, konuşulacak yerde susan entelektüel kiniklik için:
Geçti beyler mürüvveti
Binmişler birer atı
Yedikleri yoksul eti
İçtikleri kan olmuştur