ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN İHRAM GİYMESİNE KİM YARDIM ETTİ? ÖZKÖK İHRAMA BÜRÜNÜNCE NELER HİSSETTTİ? AHMET HAKAN'LA ÖZKÖK,KABE'DE NE SOHBETİ YAPTI?

Umre ziyaretinin 2. gününde neler oldu? Sabahın 06'sında güne başlayan Ertuğrul Özkök, kendisini nasıl hissetti? İşte Özkök ve Hakan'ın umre yazısının ikinci gün notları...

Mahşerin kostümsüz provasına başlıyorum


SABAH saat 6.00.Rehberim Osman Korkmaz ihramı giymeme yardım ediyor.


O an, İslamoğlu´nun sözünü bir kere daha hatırlıyorum.
"Hac, mahşerin provasıdır."
İnsanın canlı bedeni üzerine, kefene benzeyen havlumsu kumaşı geçirmesi tuhaf bir ürpertiye yol açıyor.
İhramı giyip, kaldığım odanın koridoruna çıkıyorum.
Karşımda Ahmet Hakan ve Sebati Karakurt.
Sebati, fotoğraflarımı çekmeye başlıyor.
Kendimi pek iyi hissetmiyorum.
Uçakta gelirken Ahmet Hakan´la kesin kararımızı almıştık.
İhramlı fotoğrafımızı kullanmayacaktık.
İnancın saf haliyle, mesleğimizin saf hali arasına iki ayrı duvar çekip, aradaki koridorda yürümeye karar vermiştik.

KAFAMDAKİ İLK SORU KÂBE NİYE KUTSAL

Otelin kapısından çıkıp tam karşıda Kâbe´nin kapısına doğru yürüyoruz.
Kapıda ayakkabılarımızı çıkarıyoruz.
Burası "Harem", ayakkabılarınızın çalınması ihtimali hiç yok.
Yalınayak yürümeye başlıyoruz.
Derin giriş holünü geçtikten sonra karşımıza Kâbe çıkıyor.
Hayatımızın en tanıdık dini simgesi.
Bütün Müslümanlığın kalbi.
Beklediğimden büyük mü, yoksa küçük mü karar veremiyorum.
Sadece üzerindeki siyah örtünün parlaklığı dikkatimi çekiyor.
Bir de, bu kare şeklindeki, dünyanın belki de en basit formundan oluşan sade yapının niye bu kadar kutsal olabildiğini sorguluyorum.
Ama sorgulama anında bitiyor.
Onun yerini inancın sorgusuz sualsiz biatı alıyor.
Kalabalığa ayak uyduruyorsunuz, otomatik hareketlerle Kâbe´nin etrafında yürümeye başlıyorsunuz.
Osman Hoca sıkı sıkı kolumu tutuyor, dua etmeye başlıyor ve bana, "Söylediklerimi aynen tekrarla" diyor.
Ona da biat ediyorum.
Arapça dualar başlıyor.
Bir kısmını telaffuz dahi edemiyorum.
Kâbe´nin her köşesine gelince, iki elimizi kendimize değil Kâbe´ye doğru açarak kısa bir dua okuyoruz ve sonra sağ elimizin içini öpüp yürümeye devam ediyoruz.
Daha ilk adımlarda tertemiz bir mermerin üzerinde yalınayak yürümenin harikulade hazzını alıyorum.
Tavaf böyle başlıyor.

14 YÜZYILDA SADECE BİR KERE DURMUŞ

Mustafa İslamoğlu, "Tavaf aşkın hareket halidir" diyor.
Tavaf, varlığın ilahi korosuna insanın katılımıdır.
Kozmik hareketliliğin teatral bir taklidi.
Ali Şeriati ise buna "Halkın girdabı" diyor.
Orada öğreniyoruz ki, bu "kozmik hareket" 14 yüzyıldan beri hiç durmamış.
20´nci yüzyılın başlarında Kâbe´yi su basmış, insan boyunu aşan bir göl oluşmuş.
O sırada bile hareket durmamış, insanlar yüzerek Kâbe´yi tavaf etmeye devam etmişler.
Sadece bir terörist baskınında bu hareket bir süre için durmuş.
Kâbe´nin 14 yüzyıllık hareketini durduran terörün, bir gün gelip, İslam´ın imajı haline dönüşeceğini kim tahmin edebilirdi?
Bir inancın bundan büyük trajedisi olabilir mi?
Orada o siyah mabedin etrafında dolaşırken, teröre bir kere daha lanet okuyorsunuz.
Bir yandan Osman Hoca´nın okuduğu duaları taklit etmeye çalışıyorum, bir yandan da içimdeki sosyoloğu kontrol etmeye.
İflah olmaz gazeteci gözlerim fıldır fıldır etrafı kolaçan ediyor.
Bakıyorum, ihramlı insan da var, ihramsız da.
Kimisi bembeyaz ihramla gelmiş, kimi Afrika´dan milli giysisi ile.
Kimi erkek ise benim gibi pantolonla.
Üzerimdeki beyaz tişört bana bu kalabalıktan çok kopmadığım duygusunu veriyor.
Kadınlara bakıyorum. Kiminde kapkara çarşaf var, kiminde ise bembeyaz.
Kiminin yüzü tamamen kapalı, kimininki tamamen açık.
Afrikalı kadınların, Arap ülkelerinden gelenlere göre daha rahat olduklarını hissediyorsunuz.
Ve orada anlıyorsunuz ki, yeryüzünde bir değil, onlarca, hatta yüzlerce İslam var.

O AN TANIDIK BİR KOKUYU FARK EDİYORUM

İlk gece, otelin penceresinden bakarken gördüğüm tablo kafamda çelişkili bir kavram yaratmıştı:
Düzenli kaos...
Bu gözlemin ne kadar doğru olduğunu, tavaf eden kalabalığa karışınca çok daha iyi anlıyorum.
Çünkü o tavafta düzen yok, tam aksine hem bireysel hem kolektif bir kaos var.
Herkes kalabalığın içinde, ama istediği gibi yürüyor.
Kimi daha hızlı, kimi daha yavaş, kimi dairesel, kimi inişli çıkışlı.
Kimi durup etrafı seyrediyor, kimi elindeki Kuran´dan gözünü bir saniye ayırmadan yürüyor.
Ama bu nebulaya dışardan baktığınızda ilahi bir düzenin birlikte hareket ettiğini görüyorsunuz.
Evet, bu ilahi hareketi anlatacak tek kavram budur.
Düzenli kaos...
Tavaf sırasında ister istemez kendimi yokluyorum.
Bu yürüyüş üzerimde nasıl bir etki bırakıyor?
Çok samimi söylemem gerekirse, Kâbe´nin üzerimde bıraktığı his, daha sonra Medine´de Peygamber Camii´nde hissettiklerimden daha hafifti.
Oradan aklımda kalan asıl duygu, bembeyaz mermer üzerinde çıplak ayakla yürürken aldığım derin hazdı.
Bu hazzın, Kâbe´nin ilahi etkisini arttırdığına inanıyorum.
Çünkü, Kâbe´nin üzerindeki siyah örtünün parlaklığı ile, beyaz mermerin zıtlığı, bu yürüyüşle birleşince, bende derin bir temizlenme hissi yarattı.
Bir de yürürken içime çektiğim o koku.
Çok tanıdık, çok hayatımda olan bir kokuydu bu.
Bu kokunun ne olduğunu biraz sonra Say´da yürürken çıkaracaktım.
Zefiran kokusuydu.
Bir tür dezenfektan.
Bizim evimizde de sık kullanılan bir şeydi.
Zaten Kâbe´den ve onu çeviren mekânlardan kafamda kalan en güçlü duygulardan biri buydu.
İnsanı hayran bırakan bir temizlik.
Otele döndüğümüzde ayaklarımın altı tertemizdi.
Oysa 5 kilometre yol yürümüştüm.
Suudileri bu bakımdan gerçekten kutlamak gerekir.
Tattığım bu steril haz, etrafımda gördüğüm ağzı maskeli insanlarla çarpıcı bir tezat oluşturuyordu.

DOMUZ GRİBİ MASKESİNİN YARATTIĞI İLAHİ ÇELİŞKİ

Tavaftan sonra bir süre o tertemiz mermerin üzerine oturup etrafı seyrettim.
O sırada yanımdan bembeyaz giysiler içinde Afrikalı bir kadın geçti.
Yüzünde domuz gribine karşı bir maske vardı.
O maske bana, tertemiz ve ilahi Kâbe´nin fani bir antitezi gibi göründü.
Ama burası Kâbe´ydi.
Burada hayatla ölüm, ölümsüz olanla fani aynı gökkubbenin altında yaşıyordu.
Ebediyet, işte bu tezatın ifadesiydi.
Kâbe´nin etrafında 7 kez tavafı tamamladıktan sonra sıra Say´a gelmişti.
Çıplak ayaklarla oraya doğru yürürken, Kâbe´nin kutsallığı konusundaki karmaşayı kafamdan atamamıştım.
Tavaf eden kalabalığın parçası olmuştum, ama o kafilenin mümini olabildin mi diye sorarsanız.
Bilmiyordum, kafam hâlâ karışıktı.
Ve bu karışıklık Medine´ye kadar devam edecekti.

MEKKE´YLE KUDÜS´ÜN FARKI

BİZİM gibi yüzü Batı´ya dönük insanların, son yıllarda İslam hakkında oluşan imajdan etkilenmemesi mümkün mü?
Mekke´ye giderken endişeliydim.
Orada göreceğim insanların kafamdaki "terörist imajını" kuvvetlendireceği endişesini ve önyargısını taşıyordum.
Daha önce iki defa Kudüs´e gitmiştim.
O ziyaretlerden, dinler hakkında çok da iyi sayılmayacak duygularla dönmüştüm.
Kudüs´ün sokaklarından "fanatizm" akıyordu.
Hem İslama, hem Yahudiliğe, hem de Hıristiyanlığa ait bütün mekânlarda, fanatik bir atmosferin ezici ağırlığı altında dolaşmıştım.
Mekke´ye giderken, dinler hakkındaki düşüncemin daha da pekişeceği duygusuna sahiptim.
Oysa daha ilk gün Kâbe´de ve etrafındaki koridorlarda dolaşırken aldığım hava tam aksiydi.
Sakallısı da vardı, sakalsızı da.
En mümin, en inanmış insanlar buradaydı.
Ama etrafta korkutucu bir düşmanlık yoktu.
Tam aksine çok barışçıl bir iklimde hissettim kendimi.
Mekke´nin bana en büyük sürprizi buydu.
Acaba, aynı kutsal mekânı paylaşmanın yarattığı rekabet duygusu, semavi dinleri fanatizme mi götürüyordu.

Kendimle baş başayım

Duvara yaslanmış tefekkür ediyorum... Hayatımızın en tanıdık dini simgesi yanı başımda... Bütün Müslümanlığın kalbi... Beklediğimden büyük mü, yoksa küçük mü karar veremiyorum.

Kâbe´de dua

İşte inancın sorgusuz sualsiz biatının devreye girdiği an... Kalabalığa ayak uydurup, otomatik hareketlerle Kâbe´nin etrafında yürüyor ve dua ediyorum.

YARIN:
Say´da gördüklerim
Say´la Tavaf arasındaki farz
Sevr tepesi
Şeytan taşlama alanında bizi şaşırtan manzara
Binlerce hacının ezildiği yerde hissettiklerimiz

Ertuğrul Özkök/Hürriyet

Üç yüz haneli küçük bir köyde başladı her şey


MEKKE...

Nüfusu 3 milyona yakın modern bir şehir...










Mekke´nin merkezinde Kâbe var...
Kâbe´nin etrafı ise git gide yükselen dev yapılarla çevrilmiş durumda...
İki unsur var Mekke´ye bakışı belirleyen:

BİR: Üzerinden 14 asrı aşkın zaman geçmiş bir dönemde yaşanan saadet devri... Ve o devirle ilgili akıllarda kalan çarpıcı tablolar...

İKİ: Gidip gördüğümüz modern yüzüyle dikkat çeken, geçmişe fazla gönderme yapan bugünün Mekke kenti...

İkisini birleştirmek, ikisinden canlı bir tablo ortaya çıkarmak, Peygamber dönemi Mekke´sini canlandırmak mümkün mü?
Tabii ki değil...
Çünkü boyutlar, aklın alamayacağı kadar büyümüş, genişlemiş...

Oysa...
Peygamber dönemi Mekke´sinden söz ediyorsak, bugün anladığımız anlamda bir kentten söz etmiyoruz...
Merkezinde Kâbe´nin bulunduğu, önde gelenlerin Kâbe´ye yakın evlerde oturdukları, çevresinde aşiretlere göre dağılmış 3 yüz, bilemediniz 5 yüz haneli bir köyden söz ediyoruz...
Sayılar küçük...
Hadi gelin biraz sayılar üzerinden gidelim:
Mesela Bedir Harbi´ne katılan Müslüman sayısı 3 yüz, müşrik sayısı bindi...
Mesela Uhud Harbi´ne katılan Müslüman sayısı 7 yüz, müşrik sayısı üç bindi...
Medine´de bulunan İslam Araştırmaları Merkezi´nde Peygamber dönemi Mekke´sini anlatan dev bir maket var...
Merkezinde Kâbe´nin bulunduğu o maketi dikkatle incelediğimizde, o dönemin Mekke´sinin, bugünkü Kâbe´nin betonla kaplı bölümünden ibaret olduğunu görmek mümkün.

Bütün bu gözlemlerin ardından...
Şöyle düşünüyorsunuz:
Demek nüfus bu kadar azmış...
Demek şehirden söz etmek bile mümkün değilmiş...
Demek her şey ama her şey sandığımızdan daha küçük, sandığımızdan daha azmış...
Bazıları bütün bunları bir "küçümseme" ya da bir "önemsizleştirme" çabasının malzemeleri olarak kullanabilir.
Ama ben, tam tersi bir "mucizenin kanıtı" olarak görme eğilimindeyim.

Mucize şudur:
3 yüz ya da 5 yüz haneli bir köyden, bugün insanlığın önemli bir bölümünün inandığı evrensel ilkelerin çıkabilmesi...
Her şeyin sandığımızdan daha küçük ve daha az olduğu bir dönemde ortaya konan ilkelerin, her şeyin azmanlaştığı modern dönemlerde bile geçerliliğini koruyor olması...
Bence bu bir mucizedir...

Kâbe´nin tarihi

Ertuğrul Özkök´le Kâbe´de sohbet ediyoruz... Gündemimizde tabii ki Kâbe var: Kâbe´ye "Beytullah", yani "Allah´ın evi" deniliyor. İslam inancına göre Kâbe, ilk insan Adem ve Havva için melekler tarafından yapılmış. Duvarları üst üste konmuş blok taşlardan örülü. Genişliği 10-15 metre. Yüksekliği ise 4.5 metre...

Mekke´ye giderken çantaya konacaklar

* KİTAP: Eğer işin ruhani tarafına önem veriyorsanız Mustafa İslamoğlu´nun "Hac Risalesi" adlı kitabını, eğer radikal takılıyorsanız Ali Şeriati´nin "Hac" adlı kitabını yanınıza mutlaka almalısınız... Muhammed Esed´in "Mekke´ye Giden Yol" kitabı ile Muhammed Hamidullah´ın İslam tarihine dair kitapları da Mekke´de ilaç gibi gider...

* MÜZİK: iPod´unuza devrimci bir tavırla Kuran okuyan Mısırlı ünlü hafız Abdüsselam´ın kasetlerini kopyalamayı unutmayın... Kudsi Ergüner´in ney taksimleri, Ahmet Özhan´ın ilahileri ve Ümmü Gülsüm´den "Talaal Bedrü Aleyna..." ilahisi asla es geçilmemeli...

* PARA: Paranızı riyale ya da dolara çevirmek için uğraşmayın... Hamdolsun, Türk parası bütün Mekke dükkanlarında hüsnü kabul görmektedir... Bu durum tecrübeyle sabittir.

* IVIR ZIVIR: Küçük bir el çantası, dezenfekte sabun, ortama uyum sağlamak için bol miktarda beyaz tişört, bir adet hac ve umre rehberi, bir adet namaz takkesi, bir adet 99´luk tespih, bir adet elektronik tespih, bir adet parmak arası terlik, bir adet seccade, bir adet matara...

* ARAP ENTARİSİ: Arapların git gide daha da şıklaştırdıkları beyaz, yerlere kadar uzanan, yakalı ya da yakasız entarilerinden satın alıp çantanızın dibine yerleştirin... Tebdili kıyafet yapıp araya karışabileceğiniz bir anda çıkarıp giyin... Çok ama çok rahat edersiniz...

Kutsal Topraklar için bir sözlük denemesi

* HİCRET: Göç demektir... Mekke´de ekonomik ambargolara, tehditlere, işkencelere maruz kalan Müslümanların, inandıkları gibi yaşamak için her şeylerini geride bırakarak Medine´ye göç etmeleri olayıdır... Bugün arabayla 3.5 / 4 saatte gidilen yol... Hz. Peygamber 13 günde almıştır bu yolu...

* ARAFAT DAĞI: İlk insan Adem ile Havva, Cennetten yeryüzüne indiklerinde nerede buluştular? İslam´ın insanlık tarihiyle ilgili verdiği bilgiye göre: Arafat Dağı´nda... Böylesine kutlu bir dağdır Arafat... Şimdi etekleri hacılar için "çadırkent"e dönmüş bir dağdır...

* SEVR MAĞARASI: Sakın Sevr Antlaşması ile karıştırmayın... Sevr Antlaşmasının yapıldığı kentin adı Sevres´dir... Oysa Hz. Peygamber´in Hicret ederken üç gün saklandığı mağaranın adı Sevr Mağarası´dır.

* VAKFE DURMAK: Vakfe "durmak" demek... Peki "Vakfe durmak" ne demek? Mustafa İslamoğlu, harika bir tabir bulmuş "vakfe durmak" için... Şöyle diyor: "Bir duruş durmak"... Hacı olmak için Arafat´ta "bir duruş durmak" şarttır.

* HAREMEYN: İki harem bölgesi... Birinci harem bölgesi: Mekke... İkinci harem bölgesi: Medine... Suud kralları kendilerine "Hadimül harameyn" derler... Yani "İki haremin hizmetçisi"...

Ertuğrul Özkök´ün acemiliklerine dair

* En eğlencelisi sanırım "ihram"la ilgili olanı... Olay şöyle cereyan etti: Ertuğrul Özkök "Benim ihram nerede?" diye sordu... Ben de "İşte burada" diye yanıt verdim... Özkök, iki parçalı, havlumsu beyaz bezden oluşan ihrama şöyle bir baktı ve "Bu mu ihram? Ben bornoz sanmıştım" dedi...

* Umre yolculuğundan önce Ali Bulaç, Ertuğrul Özkök ve ben Borsa´da iftar yemeğindeyiz... Ali Bulaç, "harem bölgesi"nde ağaç kesmenin, birine zarar vermenin, kötü söz söylemenin dini açıdan cezaları olduğunu anlatıyor. Ve şöyle diyor: "Mesela birine zarar verdin mi 10 riyal ceza verirsin..." Ertuğrul Özkök´ün buna karşı verdiği cevap, "Pardon, kaç dolar yapıyor?" şeklinde olmasın mı?

* Yer: Kâbe... Ertuğrul Özkök, Kâbe´nin yanı başında oturmuş... Tek başına... Ontolojik bir sorgulama içinde... "Ben nereden geldim? Nereye gidiyorum?" diye düşünüyor... Bu arada iPod´undan da müzik dinliyor... Ne dinliyor dersiniz? "Cold Play" şarkıları... Böylece Özkök, Kâbe´ye karşı "Cold Play" şarkıları dinleyen ilk kutsal topraklar misafiri olarak tarihe geçiyor.

* Rehberimiz Mekke´de coşkuyla anlatıyor Hz. Muhammed´i... Ertuğrul Özkök ise çocuksu ve acemi sorularıyla rehberimizi afallatıyor... İşte bir örnek... Özkök soruyor: "Hocam Hz. Muhammed´in naşı mı diyeceğiz, cesedi mi?". Hayatında ilk kez böyle bir soruya muhatap olan rehberimiz, "Biz en iyisi `aziz naaşı´ diyelim" diye yanıtlıyor.

Namaz vakti Mekke bomboş

3 milyon nüfuslu Mekke´de merkez Kâbe ve her şey ibadetlere göre düzenlenmiş durumda. Zaman beş vakit ezana göre belirleniyor. Namaz vakitlerinde dışarıda kimse kalmıyor, bütün dükkanlar kapanıyor. Namaz kılmayanlar yadırganıyor.

Yalınayak yürüyoruz

Mermer üzerinde çıplak ayakla yürüyoruz Kâbe´de. Ve izlenimlerimizi paylaşıyoruz.

Ahmet Hakan/Hürriyet


Son mesajın ilk sözü

ALLAH, tarih boyunca insanla konuştu.

Adem´e, Nuh´a, İbrahim´e ve diğer bazı peygamberlere "sahifeler"; Musa´ya, Davud´a ve İsa´ya "kitaplar" gönderdi.





var PartnerId = returnAdCode('2195');
var AdContainerIds ='divAdnetKeyword';












Musa "kelim", İsa "kelime"dir. Allah´ın Hz. Muhammed´le konuşması "kelam" yani Kur´an vahyi üzerindendir.
Kur´an son ilahi mesajdır. İlk ayetleri Mekke´ye 1 km mesafedeki Nur Dağı´ndaki Hira Mağarası´nda, ramazan ayının 27. gecesinde indi.
Hz. Muhammed, bu mağaraya 35 yaşında iken gitmeye başlamıştı. Muhtemelen dedesi Abdulmuttalib´in bazen yaptığı gibi, kendisi de bu mağaraya çekilir, tefekkür eder, iç dünyasında yolculuğa çıkardı.
Daha önce, "günün ışıması kadar açık ve berrak rüyalar" görüyor, kulağına çevreden garip sesler geliyordu. Bunları anlamlandırmaya çalışırken, aklına vahiy alacağı, "Son Elçi" seçileceği gelmemişti. Kâhinlerden, büyücü ve sihirbazlardan nefret ediyordu. Şairleri bilir, ama şiir okumak aklından geçmezdi.

MELEK KOLLARINDAN TUTUP `OKU´ DEDİ

40 yaşına bastığında (Miladi 610) yine mağaraya çekilmişti. Derin bir iç murakabe hali yaşarken, bir anda ışıktan bir varlık/melek belirmişti. Onu kollarından tutup sarsıyor ve "Oku!" diyordu. Müthiş irkilmişti.
"Ben okuma bilmem" dedi. Melek bir daha onu sarstı ve oku dedi, o yine aynı şeyi söyledi.
Üçüncüsünde Melek, yine aynı hareketi tekrarladı ve şunları okudu:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti." (96 / Alak 1-5.)
Melek kayboldu.
Derin bir sarsıntı geçirmişti. Telaşla mağaradan çıktı, koşarak evine gitti ve eşi Hatice´ye "Üstümü ört" dedi. Neye uğradığını şaşırmıştı. Bir parça kendine geldiğinde olayı eşine anlattı. Mekke´nin seçkin kadınlarından soylu Hatice, tereddütsüz şunları söyledi:
"Sen eli açık ve cömertsin... İyilik yaparsın... Yoksullara ve muhtaçlara yardım edersin... Şüphesiz Allah seni Şeytan´ın aldatmalarına uğratmayacaktır."

TEREDDÜTSÜZ `EVET´ DEDİLER

Hatice´nin İslam´a giren ilk insan olarak söyledikleri, son ilahi mesajın ebedi toplumsal özünün ifadesiydi. Yine de Hatice, Hz. Muhammed´i bu işlerden iyi anlayan yeğeni, yaşlı ve gözleri görmez Varaka´ya götürdü.
Onu dikkatle dinledikten sonra Varaka, "Hayır, bu asla Şeytan´ın işi değildir" dedi.
"Bu Musa´ya gelen namustur (nomos). Tebliğ görevini yaparken büyük zorluklarla karşılacağın zamana kadar yaşayacak olursam, seni himaye edeceğim."
Hz. Peygamber ilk tebliğini yapmak üzere Mekkelileri Safa´da topladı ve "Size bu tepenin arkasında düşman birliği olduğunu söyleyecek olsam, bana inanır mısınız?" diye sordu.
Hepsi tereddütsüz "Evet" dediler ve eklediler: "Sen bugüne kadar hiç yalan söylemedin".
Peygamber, bu sözü duyunca şunları söyledi:
"Allah, beni sizi bazı şeylerden uyarmak ve beni dinlemeyecek olursanız, gazabının sizi yıkıma götüreceğini bildirmek üzere görevlendirdi".
Hepsi şaşırdılar... Sonra da "Bizi bunun için mi topladın" deyip dağıldılar.
İşinin hayli zor olacağı belliydi. Tebliğini en yakınlarına yaptı. Ona eşi Hatice, amcasının oğlu Ali, azat ettiği kölesi Zeyd ve yakın arkadaşı Ebu Bekir inandı.

DOĞRU VE GÜVENİLİR İNSAN

Hz. Muhammed, oturmuş bir kişiliğe sahipti. İsmi herhangi bir skandala karışmamıştı. Suç işlediği, gönül kırdığı, kaba davrandığı görülmemişti. Arap yarımadasındaki unvanı "doğru ve güvenilir insan" idi. En çetin ihtilafları, çatışma potansiyeli yüksek anlaşmazlıkları adaletle çözerdi.
Feci bir yangın ve ardından şiddetli bir sel felaketi dolayısıyla Kâ´be tadilata uğratılmıştı. Sıra Hacerü´l-esved adlı taşın yerleştirilmesine geldiğinde kabileler çatışmanın eşiğindeydiler. O hakemlik yaparak yere bir örtü serdi, taşı üstüne koydu, dört büyük kabileninin temsilcilerine dört ucundan tutturdu ve kendisi taşı yerine yerleştirdi.
Safa tepesinde topladıkları ve sonra davet ettikleri insanlar onun herhangi bir mucizesine tanık olmamışlardı, kendisine vahy meleği geldiğini söylüyordu, ama onlar meleği görmemişti.
Pekiyi, ona inananlar niye inanıyordu?
O vicdanlara ve akıllara, temiz yaratılışa ve ahlaka davet ediyordu. Hayata derin bir anlam katıyor; dünyanın amaçsız yaratılmadığını, kendimize, ötekilere ve Allah´a karşı sorumluluklarımız olduğunu söylüyordu. Ana vurgusu yoksullara, kölelere, ezilmişlere, sömürülenlere ve ötekileştirilenlere idi. Öne çıkardığı "her vicdana özgürlük ve herkese adalet" ideali, kısa zamanda insanları etrafında topladı.
Ama hiçbir şey kolay olmayacaktı.

YARIN: Allah sabredenlerle beraberdir

Ali Bulaç/Hürriyet