Ertuğrul Özkök'ten ilginç yazı; Gidin o Başbakan'a deyin ki
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök bugün 28 Şubat dönemiyle ilgili ilginç bir yazı kaleme aldı...
Ertuğrul Özkök, "Gidin o Başbakan'a deyin ki" başlıklı yazısında gazetecilere yönelik baskınları ve çeşitli davaları ele alırken 28 Şubat sürecini de unutmadı. Başbakan'a kızgın olduğunu söyleyen Özkök, Erdoğan'ı destekleyeceğini de belirtti.
İşte Özkök'ün o yazısı:
GAZETECİLERİN sabahları evlerinden alınıp götürüldüğü, özel hayatlarının manşetlerde ve köşe yazılarında lime lime edilip kamunun önüne atıldığı, haklarında darbecilikten davalar açılıp Silivri zindanlarında unutulmuşluğa terk edildiği yıllardı.
Ara rejimin en karanlık yıllarıydı...
İşte o yılın bir sabahı Beşiktaş’taki özel yetkili savcılığa davet edildik.
Benim dışımda Enis Berberoğlu, Güneri Cıvaoğlu, Fatih Altaylı ve başkaları da vardı.
Küçük bir odaya girdik. Savcı bizi nazik bir biçimde karşıladı.
Bir de zabıtları tutan yetkili vardı.
Önüme bir dosya koydular.
İçinde 15 yıl önce yaptığım özel telefon konuşmaları vardı.
Yani 28 Şubat döneminde...
“Bu telefon konuşmalarını dinleteceğiz ve size ait olup olmadığını soracağız” dedi.
Yıllarca önce, illegal yollardan dinlenmiş telefonlarım bir bakan tarafından açıklanmış, radyolardan, televizyonlardan, gazete manşetlerinden aylarca bu konuşmaları okumuş, dinlemiştim.
“Lütfen bana kendi sesimi dinletmeyin. Ben bu duyguyu çok kötü yaşadım. Tapelerini önüme koyun, bana ait olup olmadığını söyleyeyim” dedim.
Bana ait 3 konuşma vardı.
İkisi aynı kişiyle yaptığım konuşma olarak kayda geçirilmişti.
15 yıl öncesine ait tapelerdi ve konuşmaları tamamen unutmuştum.
Ancak bir şey dikkatimi çekti.
Aynı kişi deniyordu ama bu kişi konuşmaların birinde bana “Ertuğrul Bey”, ötekinde ise “Ertuğrul” diye hitap ediyordu.
Savcıya, “Benimle konuşmayı yaptığını söylediğiniz kişi bana hep Ertuğrul Bey diye hitap eder. Öteki aynı kişi değil” dedim.
Bunun üzerine öteki kişiyle yaptığım konuşmayı sesli olarak dinledim.
Nitekim söyledikleri kişi değildi.
Konuşmalarda bir suç unsuru yoktu. Belli ki dinleyenler keyfi ve illegal biçimde dinlemişti.
Ama o günlerde bizi kim dinlediyse, içinde hiçbir suç unsuru bulunmayan bu konuşmayı saklamıştı.
Üstelik bunları böylesine laubali ve özensiz biçimde kayda geçirmişti.
Kim bilir kaç kişinin hayatı böylesine keyfi ve laubali biçimde harcanıp gitmişti.
O gün önüme üçüncü bir kayıt daha konuldu.
Bu da eşim Tansu’nun evde çalışan bir görevliyle yaptığı konuşmaydı.
Marketten şunu al, bunu al diyordu.
O an çok üzüldüm.
Belli ki dinleyenlerin hedefi bendim.
Ama benim yüzümden üç başka insanın hayatı daha harcanıyordu.
İçimden bu pespaye işi yapanlara lanet ettim ve savcıya şunu söyledim:
“Eğer Başbakan’a ulaşma imkânınız varsa, lütfen ona söyleyin. O gün bizim arkadaşlarımızı, eşimizi dinleyenler, bugün de yine bizi dinlemeye devam edenler, hiç şüphesi olmasın ki onu ve onun yakınlarını, eşini, kızını da dinliyorlar. Ve bir gün gelecek bu konuşmaları onun önüne de koyacaklar.”
Yıl 2011’di...
Yani 3 yıl önce...
Yazının tamamı için tıklayınız
İşte Özkök'ün o yazısı:
GAZETECİLERİN sabahları evlerinden alınıp götürüldüğü, özel hayatlarının manşetlerde ve köşe yazılarında lime lime edilip kamunun önüne atıldığı, haklarında darbecilikten davalar açılıp Silivri zindanlarında unutulmuşluğa terk edildiği yıllardı.
Ara rejimin en karanlık yıllarıydı...
İşte o yılın bir sabahı Beşiktaş’taki özel yetkili savcılığa davet edildik.
Benim dışımda Enis Berberoğlu, Güneri Cıvaoğlu, Fatih Altaylı ve başkaları da vardı.
Küçük bir odaya girdik. Savcı bizi nazik bir biçimde karşıladı.
Bir de zabıtları tutan yetkili vardı.
Önüme bir dosya koydular.
İçinde 15 yıl önce yaptığım özel telefon konuşmaları vardı.
Yani 28 Şubat döneminde...
“Bu telefon konuşmalarını dinleteceğiz ve size ait olup olmadığını soracağız” dedi.
Yıllarca önce, illegal yollardan dinlenmiş telefonlarım bir bakan tarafından açıklanmış, radyolardan, televizyonlardan, gazete manşetlerinden aylarca bu konuşmaları okumuş, dinlemiştim.
“Lütfen bana kendi sesimi dinletmeyin. Ben bu duyguyu çok kötü yaşadım. Tapelerini önüme koyun, bana ait olup olmadığını söyleyeyim” dedim.
Bana ait 3 konuşma vardı.
İkisi aynı kişiyle yaptığım konuşma olarak kayda geçirilmişti.
15 yıl öncesine ait tapelerdi ve konuşmaları tamamen unutmuştum.
Ancak bir şey dikkatimi çekti.
Aynı kişi deniyordu ama bu kişi konuşmaların birinde bana “Ertuğrul Bey”, ötekinde ise “Ertuğrul” diye hitap ediyordu.
Savcıya, “Benimle konuşmayı yaptığını söylediğiniz kişi bana hep Ertuğrul Bey diye hitap eder. Öteki aynı kişi değil” dedim.
Bunun üzerine öteki kişiyle yaptığım konuşmayı sesli olarak dinledim.
Nitekim söyledikleri kişi değildi.
Konuşmalarda bir suç unsuru yoktu. Belli ki dinleyenler keyfi ve illegal biçimde dinlemişti.
Ama o günlerde bizi kim dinlediyse, içinde hiçbir suç unsuru bulunmayan bu konuşmayı saklamıştı.
Üstelik bunları böylesine laubali ve özensiz biçimde kayda geçirmişti.
Kim bilir kaç kişinin hayatı böylesine keyfi ve laubali biçimde harcanıp gitmişti.
O gün önüme üçüncü bir kayıt daha konuldu.
Bu da eşim Tansu’nun evde çalışan bir görevliyle yaptığı konuşmaydı.
Marketten şunu al, bunu al diyordu.
O an çok üzüldüm.
Belli ki dinleyenlerin hedefi bendim.
Ama benim yüzümden üç başka insanın hayatı daha harcanıyordu.
İçimden bu pespaye işi yapanlara lanet ettim ve savcıya şunu söyledim:
“Eğer Başbakan’a ulaşma imkânınız varsa, lütfen ona söyleyin. O gün bizim arkadaşlarımızı, eşimizi dinleyenler, bugün de yine bizi dinlemeye devam edenler, hiç şüphesi olmasın ki onu ve onun yakınlarını, eşini, kızını da dinliyorlar. Ve bir gün gelecek bu konuşmaları onun önüne de koyacaklar.”
Yıl 2011’di...
Yani 3 yıl önce...
Yazının tamamı için tıklayınız