ERTUĞRUL ÖZKÖK ROMAN YAZDI, DOĞAN MEDYA'DA TANITIMLAR BAŞLADI! İŞTE ARMAN'DAN ''TUHAF'' BİR RÖPORTAJ!

Ertuğrul Özkök'ün kitabı "Tuhaf" yakında çıkıyor.DMG tanıtımlar için seferber oldu.İlk adımı Ayşe Arman attı, kitabı göklere çıkarttı!

Bu maymunluk benim gıdam


Ertuğrul Özkök bir kitap yazdı.

Adı: Tuhaf.


15 Haziran’da Doğan Kitap’tan çıkıyor. İçinde 15 tuhaf öykü var.
O, bir gecede okunabileceğini iddia ediyor. Haklı.
Ben, Dubai-İstanbul uçak yolculuğunda okudum.
Çok severek, eğlenerek, gülerek...
Ve Özkök’e hayret ederek...
Hakikat ne zaman hayalle öpüşüyor, bilmiyorsunuz. Ne gerçek ne kurmaca, ayırt edemiyorsunuz ama heyecanlanarak okuyorsunuz.
Bir tür gerilim. Bir sonraki sayfaya, “Acaba ne olacak?” diye atlıyorsunuz.
Önceden gazete yazılarında ipuçlarını verdiği bazı öyküleri yeniden inşa etmiş. İyi etmiş!
Başarılarının devamını diliyoruz!
Yanılıyor olabilirim, bu tür tahminlerim her zaman doğru çıkmıyor ama ben Tuhaf’ın bu yazın kitabı olacağına inanıyorum. İnsanlar güneşlenirken Tuhaf okuyacak.
Fotoğrafları, Balat’ta çektik. Ara sokaklarda, Fener Rum Patrikhanesi’nde ve Daphnis Otel’de. Bu mekânlarda, Cem Talu’nun Ertuğrul Özkök’ü fotoğraflamasına izin veren, Daphnis Otel’den Ayşegül Aşoğlu’na, Patrikhane’den Peder Doseor’a ve makyajcı Ebru Korkmaz’a teşekkür ederim.


Yayın yönetmenliğini bırakalı ne kadar oldu?
- Beş ay.

Beş aya, haftada altı gün yazı, Vatikan’da kutsal mezarlar haberi, bilmediğimiz bir sürü şey... Artı bir de kitap sığdırdınız? “Tuhaf” değil mi?
- Değil aslında. Genel yayın yönetmenliğinden ayrıldıktan sonra, sanki aldığım parayı hak etmiyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Çünkü ben kolay yazı yazıyorum. Epey boş vaktim kaldı: O boşluktan da bu kitap çıktı.

İyi de zorunuz ne? Neyin peşindesiniz? Neyi kanıtlamaya uğraşıyorsunuz?
- Yok ya! Benim artık hiçbir şey kanıtlamaya ihtiyacım yok. Hiç kimseye. Daha ne kanıtlayacağım? Sadece huzur ve keyif istiyorum.

Ayaklarınızı uzatıp öylece dursanız, ölür müsünüz?
- Yaptığım fazla bir şey yok ki. Belki başkaları için günde bir yazı yazmak çok şey yapmak anlamına gelebilir. Bana öyle gelmiyor. Vatikan hikâyesi dersen, Tempo Dergisi teklif etti, hem gidip gördüm, hem gazetecilik yaptım. Benim için bu çalışmak falan değil. İnan tembellik ettiğime inanıyorum. Şu an kapasitemin onda biriyle bile çalışmıyorum.

Bu ne? Hırs mı: “Herkes benden söz etsin!” mi?
- Ha, ne demek istediğini şimdi anladım. Bak, bir itirafta bulunayım: Bir insan, kendinden söz edilmesine alışmışsa, bunu arar. Ama ben buna alışığım. Öğretim üyesiyken, marjinal edebiyat dergilerinde yazdığımda da benden söz ediliyordu. Tabii bunun bir bedeli var, 20 yılda epey bedel ödedim. Kimi haklıydı, kimi haset ve kıskançlıktan kaynaklanıyordu. Bu saatten sonra hiçbiri umurumda değil.

Anladım da internet sitelerinde, gazetelerde adınızı görmezseniz moraliniz bozulmuyor mu?
- Ayşe sen o dediğin yerlerde, benim adımın görülmesinin ne anlama geldiğini biliyor musun? Beni işten attırmak için elinden geleni ardına koymayan insanlar var. Durmadan iktidara, patronuma şikâyet ediyorlar. Bir kısmı hasetten çıldırmış vaziyette. Cesedimin üzerinde dans etseler, tatmin olmayacaklar. Ne diyeyim, onları basın tarihine havale ediyorum.

Ben çok sevdim “Tuhaf”ı. Çok kolay okudum ve eğlendim. Bu tuhaf öyküleri bir araya toplamanızın özel bir nedeni var mı?
- Kitabı neden yazdığımı ben de bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Bu kitap, benim hayatımda etkili olmuş bazı yazarların ve duyguların remiksi. Benim yazma duyguma startı veren kişi Albert Camus’dür. Camus’nün “Yabancı”sını okuduğumda, lise birinci sınıftaydım. İlk cümlesi beni vurdu. O günden beri, her yazı böyle etkili, kısa ve vurucu bir cümleyle başlamalı diye düşündüm. Yıllar sonra Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ını okuduğumda, bu duygum daha da kuvvetlendi. Borges’in hikâyeleri, beni gerçekle hayal arasındaki o baştan çıkarıcı bölgeye soktu. Truman Capote’nin “In Cold Blood” kitabını okuyunca da bir edebiyatçının gazetecilik üslubunu keşfettim. Tabii bir de Dan Brown’ın gerilim yaratma başarısı var. Kitabımda bunların hepsinden izler var.

Yazdığınız bu tuhaf şeyler, gerçekten başınızdan geçti mi? Yoksa bu tuhaflıkları siz mi yarattınız?
- Ben hayatım boyunca gerçeklerle yüzleşmekten kaçtım. Yaşama alanım, gerçekle hayal arasındaki adalardır. “Issız Adam” filmini ondan çok sevdim. Filmin kahramanı, kendine bir mahalle yaratmış ve kurguladığı o mahallede yaşıyor. Bu kitapta yazdıklarımın yüzde 70’i doğru, yüzde 30’u benim hayalimde yarattığım gerçekler. Hangisi gerçek, hangisi hayal derseniz, hiç önemi yok. Hepsi iç içe. Zaten hayallerim, bir süre sonra benim gerçeğim oluyor.

Kendi kendimin müridi ve şeyhiyim

Hayatınızın bu döneminde, yeni ve farklı takıntılarınız mı var? “Tek kişilik tarikat”, kendi “tarikatının şeyhi ve müridi olmak” gibi...
- Yeni icat değil, bu duygu küçüklüğümden beri var bende. Ama “tarikat” kavramına kendim yeni bir anlam verdim: Kendi kendimin müridi ve şeyhi olmayı öğrendim. Orada bir ben varım, bir de benden içeri ben. Ama bu duygu, yalnızlığı seçen veya yalnızlığa mahkûm olmuş her insanda vardır. Sonucu bir tür narsizmdir. Her dakika, o tarikat aynasına bakarsın. Gördüğün şey, kendi gerçekliğindir.

Evet bunlar havalı ve şiirsel cümleler ama yine de sormam gerekiyor: Dindar mısınız? Dinsiz mi? İnsan hem dindar olmayıp, hep inançlı nasıl oluyor?
- Ben dindar değilim. İnançlıyım. Müslüman’ım, ama inancımın içine başka inançlardan aldığım şeyleri de koyuyorum. Jacques Attali, gelecekte insanların “Lego dinler” yaratacağını söylüyor. Bu belki kitleler için geçerli olmayabilir. Ama benim için çok uygun, çok makul bir inanma biçimi. O nedenle Hallac-ı Mansur, giderek daha çok ilgimi çekiyor.

Tamam anladık dindar değilsiniz ama inancı bu kadar öne çıkarmanızın özel bir sebebi var mı?
- Yöneticilik hayatım, bendeki yalnızlık duygusunu çok kuvvetlendirdi. Her yönetici bu duygunun ne olduğunu bilir. Elbette bunda yaşın, yaşadıklarımın da etkisi var. Kendi içimde çözemediğim bir sürü soru, durum, problem var. İçinden çıkamayınca, kendi yarattığınız tarikata sığınıyorsunuz.

Giderek yaş almak sizde birtakım değişikliklere yol açıyor mu?
- Açmaz olur mu? Duygusallığım, küsmelerim, içime kapanmalarım artıyor. Tabii bedenimdeki değişimleri, anlatmak dahi istemiyorum.

Artık inançla ilgili şeyler, cinsellikle alakalı şeylerden fazla mı ilginizi çekiyor? Bir de iddianız var, romantizm yükseliyor diye...
- Evet, bana göre “Sex and the City” dönemi kapandı. Dünyada yeni tür bir romantizm yükseliyor. Bunu önce müzikte görüyorum. Brooklyn’deki sanatçılar, 1970’lerdekine benzer yeni bir dönemi açıyorlar. Cinsellik, ölmez. Ama yanına yeni duygular geliyor.

Tam olarak nerede, hangi anda aklınıza düştü bu kitap? Akbük’teki iskelenin ucunda mı gerçekten?
- Akbük’te evimin önünde bir iskele vardı. Sonra izinsiz olduğu gerekçesiyle yıktırıldı. Akbük çok güzel ve sessiz bir koydu. Bazı geceler iskelenin ucuna oturur, düşünürdüm. Hele hele dolunay geceleri sabaha kadar oturduğum olurdu. Oralarda doğdu bu kitap. Zaten oraya “İskelenin ucundaki mabet” adını takmıştım. O mabet yıkıldı.

Tehlikeyi seziyorum ama yüzleşmekten kaçıyorum

Kendinizden roman, öykü kahramanı yaratmak, ne kadar hoşunuza gitti?
- Çocukluğumdan beri hep macera peşinde koşan bir karakterim var. “İki Çocuğun Devri âlemi” kitabı, hâlâ başucumda durur. “Indiana Jones” filmlerini sürekli seyrederim. Ne zaman böyle bir kitap okusam, film seyretsem kendimi hemen o kahramana dönüştürüyorum. Ben bir kahraman canavarıyım. Kahraman yaratıp kahraman tüketirim. Bu maymunluk benim gıdam.

“Her insan, kendi hayallerinin kahramanıdır”, anlattığınız da bu mu?
- Aynen bunu anlatmak istiyorum.

Teknik olarak nasıl yazıyorsunuz? Sinematografik mi? Kareyi hayal ederek mi, yazdıkça peşine ekleyerek mi?
- Her şey, bir ilk cümle ile başlıyor. Camus’nün kahramanının, annesinin ölümünü anlattığı o cümle kadar katı, gerçekçi, vurucu ve etkileyici bir cümle. Sonra gerisi, o lokomotifin peşine takılıyor.

“Zanhsin” var mı sizde? Samurayların tehlikeyi sezme yeteneği?
- Bazı arkadaşlarım aptallık derecesinde saf olduğumu söylüyor. Sedat Ergin, kendimi hiç kollamadığımı birkaç kere söyledi. Tehlikeleri seziyorum ama onunla bile yüzleşmekten kaçıyorum.

“Dönek balık, dönemeyen albatros” öyküsü, çok sık karşılaştığınız “döneklik” suçlamasına “evrim” aracılığıyla bir cevap mı?
- “Dönen balık”ın genetik hikâyesi beni çok etkiledi. “Yenilenmek”, hayatta kalmanın, direnmenin en güçlü motoru.

Hiçbir şeye eremeyen hayatlar yaşıyorlar

İslamcı yazarlar sizi İslam’a sırtını dönmek, dışarıdan bakmakla suçluyor, diğer uç da, “hidayete erdi” diye dalga geçiyor. Bu kitapla, yine iki kesimden eleştiriler gelecek. Nasıl hazırlandınız?
- İslamcı yazarların beni İslam’a sırtımı dönmekle suçlaması normal. Ben İslamcı değilim, dindar da değilim. Öbürküler de,“Hidayete erdi” diye dalga geçebilir, o da normal. Hayat tarzım ortada. İnsan şarap içerek, hayatı dibine kadar yaşayarak, kendi ahlakını kendi kurarak, hidayete erebiliyorsa, ne güzel. O zaman, “hayatın hidayetine erdim” demektir. Ben güzel yaşadım, güzel yaşıyorum. Benimle dalga geçenler, önce kendi hayatlarına baksınlar. Hiçbir şeye eremeden geçen bir hayat, onları mutlu ettiyse, ne âlâ. Ama ben “mazoşizm tarikatına” mensup değilim.

Ooooo amma ağır konuştunuz! Yoksa bu kitabı, nehir kenarında mı planladınız?
- “Nehir kenarı”, bir metafor ama güçlü bir metafor. Bazı insanları rahatsız etti. Sandılar ki, ben nehir kenarında, onların cesedinin geçmesini bekliyorum. Ben onlar gibi kin tutabilen bir insan olmadığım için, ceset-meset beklemem.

Sizin en favori öykünüz hangisi? “Amma iyi kurguladım!” dediğiniz...
- Ben Hallac-ı Mansur’u anlattığım bölümü çok sevdim. O bölüm, benim idam cezası ile hesaplaşmamı da anlatıyor. Yazarken ağladığım bölüm ise, “Beyaz Albay.” Onu da çok sevdim.

“Hepimizin içinde kendimize ait sırların saklandığı küçük odalar var” diyorsunuz. Çok mu sırrınız var? Bir tanesini bizimle paylaşır mısınız?
- Herkes benden, hatıra kitabı bekliyordu. Üç yıl önce hatıralarımı yazmayacağımı açıkladım. Çünkü hatıra yazmayı, dürüst bir şey olarak görmüyorum. Dürüst olmaya kalksanız, birçok insanın gönlünde yaralar açabilirsiniz. İnsanları yaralamamak isterseniz, bu defa da dürüstlüğü ıskalarsınız. Bu sorumluluğu almak istemiyorum. Ama şöyle bir hayalim vardı. Bir tür, “hayal-hatıra” yazmak. Rahmetli Özal ile aramda çok güzel bir ilişki vardı. Birçok defalar baş başa konuştuk. Oturup, “Özal bana dedi ki” diye, tamamen kendimin uydurduğu bir hatırat yazmak istedim. İki yıl sonra da çıkıp, “Bunların hepsi uydurmaydı!” demek istiyordum. Ama o da dürüst bir şey olmazdı.

Bu “sırları olan adam” havası “moda”mı? Esrarengiz hava, bir erkeği daha mı cazip kılıyor?
- Kadınlar böyle bir erkekten etkilenir mi? Bunu benim sana sormam lazım.

Allah’ın İsa’yı, babaların çocuklarını terk etmesi, nasıl oluyor da aynı şey oluyor?
- Her insan için baba olayı, açıklanması en güç duygulardan biridir. “Baba fallusu kesmek” bölümü bence çok kişiyi etkileyecektir. Bu insanoğlunun en büyük dilemmalarından biridir. Bir yanda, “Baba fallusunu kesip dışarı çıkamama” korkusu, bir yanda, baba tarafından terk edilme kâbusu. İkisi de, insana ait duygular.

Küçükken gerçekten idam gördünüz mü? Hayal mi gerçek mi?
- Evet, İzmir’de halka açık yapılan son idamı seyrettim. Bu bende hayatımın en derin travmasını yarattı. Kitapta bu travmadan kurtuluş yolculuğumu anlatıyorum. Yani idam cezası ile hesaplaşmayı.

Hakikati sıradan ve vasat buluyorum

Bize tuhaf öyküler sunarak, hayatımızda anlam veremediğimiz şeyleri olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini mi söylemeye çalışıyorsunuz?
- Hayatta anlam veremediğimiz birçok şeyle karşılaşıyoruz. Evet, bu kitapta biraz kadercilik var. Svahili dilindeki o muhteşem cümleyi hayat mottom yaptım: “Hakuna matata”, yani “Takma kafana”. İlle de anlayacağım, çözeceğim, açıklayacağım diye de bakma.

Siz nasıl bir samuraysınız! Samuraylar teslim olur mu?
- Samuray figürü beni çok etkiliyor. Hayatım boyunca hep romanlarda, efsanelerde yaşadım. İçimde, enerjisi tükenmeyen bir maymun var. Bir bakıyorsunuz kendini “Havana” filmindeki Robert Redford zannediyor. Bir bakıyorsunuz, James Dean veya Scott Fitzgerald oluyor. Samurayları da çok seviyorum. Onlar, hiç pusu kurmayan insanlar. Çevremde bütün hayatını pusu üzerine kurmuş insanları gördükçe, samuraylar gözümde daha da değerleniyor.

Benim sorumun tam yanıtı değil ama neyse güzel söylediniz. Hiç muhasebe yaptınız mı? İyi bir samuray mısınız? Korkak mı?
- Hayatımın en “tuhaf” çelişkisi işte bu. Korkulacak şeylerden korkmuyor, kimsenin korkmayacağı şeylerden acayip korkuyorum. Belki samuraylar da böyledir.

“Hakikat beni ilgilendirmez”, “Ben korkağım” demek olabilir mi?
- Hakikat, beni ilgilendirmiyor. Sıradan ve vasat buluyorum. Hayal dünyasını tercih ettim. Evim orası.

Daha önce hiç öykü yazdınız mı? Denemeleriniz var mı?
- Bunlara, öykü demek doğru değil. Deneme çok yazdım. Ama bu, deneme de değil. Bir tür “rekonstrüksiyon.”.

Peki, bir edebi eser mi?
- Yok canım, gazetecilik üslubuyla yazılmış bir kitap. Tek iddiası, “Bir gecede bitirilecek” bir kitap olması.

Bu yazın “bestseller”i olmasını ister misiniz?
- Olsa da olur, olmasa da...

Siz bize, “Sorgulamayın, biat edin” diyorsunuz. Siz öyle misiniz?
- Tam aksine ben hiç biat etmeyen bir tipim. Kitap, bir tür spiritüel yolculuk. Tek kişilik tarikata davet. “Bu yolculukta ben sizin rehberiniz olacağım. Kaybolmak istemiyorsanız, bana takılın, inanın” diyorum.

En iyi kadın sesi gür çıkandır

Hz. Muhammed’in “Beni Ayşe ile ilgili konularda üzme. Ondan başka hiçbir kadının yatağında vahiy gelmedi” dediğini söylüyorsunuz. Yani “Sorgulayan, vikvik eden kadın, adamın başına bela olur, ona vahiy-mahiy inmez, kafasını toparlayamaz” mı demek istiyorsunuz...
- Bence Hz. Muhammed’in söylediği o laf, bir kadınla erkek arasındaki, gerçek ilişkiyi anlatan en vurucu, en üst cümledir. Kadının gücünün, en üst hali de diyebilirsiniz. Ben o cümlenin ne anlama geldiğini çok çok iyi anlıyorum. Her erkeğin, hayatının en temel anlarından biridir o. Yani hepimizin, kendimize göre güçlü bir duygunun indiği dağınık yatağımız vardır.

Kadınlar, adamlara zorluk çıkarmayan, sorgulamayan, dırdır etmeyen, karışmayan, kasmayan, kurcalamayan, yani, “alan açan” varlıklar mı olmalı?
- Hayır hiç öyle düşünmüyorum. İnsana, bir şeylerin indiği, yatağı paylaştığı bir kadın varsa, o kadının kurcalama, kasma, sorgulama hakkı vardır. O kadın, Bilge Karasu’nun hikâyesindeki o tuhaf yaratık gibi, tırnaklarını erkeğinin göğsüne geçirmeli ve öyle yaşamalı. Ben hayatım boyunca o tırnakları hissederek beslendim. En iyi kadın, sesi gür çıkan kadındır. Erkeğin, sesini bastıran kadındır.

Peygamberin eşleri arasında kıskançlık olması nasıl yorumlanmalı? Kıskançlık, ilahi bir güdü mü? Önlemez mi?
- İnsan olan yerde kıskançlık var. Hele hele seven kadınla seven erkek arasında mutlaka...

Siz kıskanç bir erkek misiniz?
- Evet bunu da açıkça yazdım. Övünerek söylüyorum. Ben kıskanç bir erkeğim.

Karınız size ütü fırlatmış. Siz, onu kıskandığınızda ne yaptınız? Çaktırmamak dışında...
- Tansu da övünerek söylüyor. O da kıskanç bir kadın. Kafama ütü fırlattığını övünerek anlatmadı mı? Ben de kıskandığımı hiç saklamadım. Nasıl saklayabilirim ki? Kıskançlık öyle bir şeydir ki, mutlaka bir yerden sızar, açığa çıkar.

“Kadın çağırınca gidilir” diyorsunuz. Siz, her çağıran kadına gittiniz mi? Hani seçicilik?
- Tabii ki her kadından söz etmedim. Kadınlar için “Her erkek” diye bir şey var mı?

İnsanın, babasına biat etmemesinin avantajları neler?
- Ben babama biat etmedim. Tam aksine, itiraz kültüründe büyüdüm. Ayrıca babam, benim itiraz etmemden, siyasi ve sosyal konularda maraza çıkarmamdan keyif duyardı. Kişilikli çocuk yetiştirmek isteyen her baba böyle yapar.

Biat etmediniz de ne oldu, sonunda babanıza benzemeye başlamadınız mı!
- Evet, bazı davranış ve düşünce biçimlerim babama çok benzer, bazıları ise taban tabana zıttır.

“Hayata asılmak...” Bu sizin mottonuz mu? Ne olursa vazgeçersiniz asılmaktan...
- Hayata asılmak, yaşamaksa, evet asılırım. Benim en büyük ideolojim, hayat tarzım, yaşama biçimim. Hayattan çok zevk alıyorum. Ama şöyle bir duygum da var. Bazen, “Bırak gitsin” havasına da giriyorum. Galiba Çin atasözüydü, “Bir şeyin ne kadarının sana ait olduğunu bilmek istiyorsan, hepsini bırak, geriye kalan senindir.” Onu da yaptığım oluyor.

Yakılmak fikri bana iyi geliyor

Marquis de Sade ne ifade ediyor sizin için? Şu cümleleri açıklar mısınız: “Siyasi alanlarda her türlü cambazlığı yapacak kadar küçülebilen bir insanın; iş cinsel hayatına geldiği zaman bu kadar farklılaşmasını neyle açıklayacağız? Bunlardan hangisi gerçek Sade’dir? Küçülen, bayağılaşan, aleladeleşen mukallit ihtilalci mi? Yoksa erdem dediğimiz duygunun en sivri noktalarına savaş açma cesaretine sahip bir şehvet maceraperesti mi?
- Muhteşem bir cümle değil mi? Bazı cümleler vardır ki çıkardığı ses, anlamından çok daha güzeldir. Sade’in ne dediğini çok iyi anlıyorum. Bana da uygun. Ama bu konuda daha fazla bir şey söylemeyeyim. Yine sathi okumalar yapacaklar, ne jonglörlüğüm, ne hokkabazlığım, ne dönekliğim kalacak. Hayır, yatağında devrim yapabilen, kendi anayasasını ilan edebilen bir ruh, mukallit ihtilalci değildir, gerçek ihtilalcidir!

“Öldükten sonra yakılma şıkkı”nı aklınızdan geçiriyor musunuz? Küllerinizin Ege’ye savrulmasını sizi heyecanlandırır mı? Yoksa, İzmir’in toprağıyla mı bütünleşmek istersiniz?
- Valla yakılmak bana iyi geliyor. Ama gömülmek fikrine de karşı değilim. Yalnız İslam âleminde, toprağa verme adetlerini çok irkiltici buluyorum. Ölümün ve gömülmenin bir estetiği, bir adabı muaşereti olmalı diye düşünüyorum. Ben ertesi günü bir cenazeye gidecek olsam, Tansu, koyu renk takım elbisemi ve kravatımı akşamdan hazırlar. Doğum, düğün ve ölüm; insanın, farklılığını yaşayabileceği ender alanlardır. Üç günün de ayrı ritüelleri olmalı. İnsanlar güzel giyinmeli, o farklılığa saygı göstermeli.

Şu anda da “En-el Hak” diyor musunuz? Hallac-ı Mansur’un akibeti sizi korkutmuyor mu?
- Hayır. Bu çağ, artık insanın inanç konusunda farklı duygular yaşamasına izin veriyor. Ama bu kadar basit bir cümlenin arkasına bu kadar ıstırap, bu kadar mücadele ve inanç koymak çok etkileyici değil mi? Demek ki İslam’ın da bir tür engizisyonu varmış.

Bu öyküleri yazmanızın, Umre ve Vatikan’a gitmenizle bir alakası var mı? Bir üçlü mü bu? Kudüs’e de gitmeyi düşünüyor musunuz?
- Hiç alakası yok. Umre, benim inanç dünyama hiçbir etki yapmadı. Etkilenmedim mi? Elbette etkilendim. Ama hayat tarzımı, Yaratan’a bakışımı değiştirmedi.

Da Vinci’nin Şifresi’nden ve Dan Brown’dan çok mu etkilendiniz? Bu kitap için, ona bir öykünme denebilir mi?
- Dan Brown’dan çok etkilendim. Olağanüstü bir anlatım gücü, mükemmel bir gerilim yaratma kabiliyeti var. O nedenle bütün gazetecilik okullarına onun kitabının, ders kitabı olarak okutulmasını tavsiye ettim. Truman Capote’min kitaplarını da tavsiye ediyorum.