ERTUĞRUL ÖZKÖK NEDEN KARARSIZ; ''SAĞA MI GİTSEM SOLA MI?''

"Sol tarafta biri fotoğrafımı çekip Twitter'e koysa, kimsenin umrunda olmayacak. Ama sağa gitsem ..."

Sola mı dönsem, sağa mı gitsem


Sol tarafa gitsem, sanatın ve estetiğin Kâbe’sine ulaşacağım. Düzgün, entelektüel, ahlaklı, gurur duyulacak bir şahsiyet. Sağa dönüp beş-on adım yürüsem; ahlaksız, edepsiz, utanmaz bir şahsiyet çıkacak karşıma. Oysa ikisi de benim...

Kaldığım otelin kapısı şehrin kanallarından birine açılıyor.
Aylakım, işim gücüm yok.
Önümde iki seçenek var.
Sola doğru yürümek veya sağa gitmeye karar vermek.
Sol taraf beni Rembrandt’ın tablolarının sergilendiği müzeye götürüyor.
Yani insan elinin yarattığı en olağanüstü ışığa...
Sola değil, sağa dönersem ve 40 adım yürürsem, hayat bu defa beni bambaşka bir sokağa çıkarıyor.
Amsterdam’ın ‘Red Zone’una.’
Çıplak kadınların vitrinlerde erkekleri bekledikleri genelev mahallesine düşüyorsunuz.
Hayatın iki ucu, belki dünyanın başka hiçbir şehrinde birbirine bu kadar iki adım mesafede değil.

* * *
Aklıma Luis Bunuel’in unutamadığım filmi ‘Belle de Jour’ geliyor.
Catherine Deneuve ile Pierre Clementi’nin oynadığı filmin sahnelerini tek tek sarıyorum.
Burjuva ahlakının emrettiği en sıradan hayatı yaşayan güzel bir ev kadının fantezilerini hatırlıyorum.
Öğleden sonra saat iki ile beş arasında, bir randevuevinde çalışıp, akşam evine dönüyor.
Öğleden sonra takma adı ‘Gündüz güzeli’ olan bir fahişe; akşamlarıysa evinde, hanım hanımcık aile kadını.
Filmin sonuna kadar, gerçek dünyayla hayaller arasında gidip gelen bir hayat.

* * *
İşte orada, kanala açılan o kapıda kendi hayatımı düşünüyorum.
Sol tarafa gitsem, sanatın ve estetiğin Kâbe’sine ulaşacağım.
Düzgün, entelektüel, ahlaklı, gurur duyulacak bir şahsiyet.
Sağa dönüp beş-on adım yürüsem; ahlaksız, edepsiz, utanmaz bir şahsiyet çıkacak karşıma.
Oysa ikisi de benim.
Sol tarafta biri fotoğrafımı çekip Twitter’e koysa, kimsenin umrunda olmayacak.
Ama sağ taraftaki kalabalık arasına karışsam ve fark edilsem...
Öyleyse ben, biz kimiz...
Tek kişilik bir tarikat; iki kişiden ibaret bir hayat.
Bir bedenin üzerine monte edilmiş iki ben.
Biri ben...
Herkesin tanıdığı, herkesin kendine göre bir tiynet biçtiği; şöyle veya böyle dediği, kamunun malı ben.
Öteki de ben...
‘Belle de jour...’ olanı.
Başka kılıkları merak eden; tebdili kıyafet gezen, sadece kendine ait ahlak vahaları kurmayı hayal eden, fırtına ekip kasırga biçmekten korkmayan, hayali ‘mamaların’ emrinde çalışan, kendini kendine pazarlayan ben.
Kıpkızıl, ‘Red’ bir zone’un hayalet konsomatrisi...
Abyssis’in dibi kadar karanlık lacivert bir adam.
Öyleyse bunların hangisi sahici ‘Ben’im, sahici ‘Biz’iz...
Sormayın, çünkü cevaplardan biri ‘Ahlaka mugayirse’, ahlaki olanın da manası yoktur.
Sadece kendinizi aldatırsınız.
Hayat böyledir.
Her sabah avludan çıktığınızda önünüzde iki yol vardır.
Sola giderseniz Rembrandt... Yerleşik ahlakın, kabul edilmiş değerlerin, onun bunun çizdiği bir portre.
Sağa giderseniz ‘Red Zone...’
İsyankar, hayal eden, ütopyalar kuran, reddeden, kendi ahlakını kendi yaratan, kendi elinizle çizdiğiniz oto portre.
Biliyor, hissediyorsunuz ki; herkesin bir ‘Saklı bahçesi’ vardır.
Herkesin içinde bir ‘Gündüz güzeli’, bir ‘Gece konsomatrisi’ vardır..
* * *
8 Nisan Cuma...
Akşam saat 10 civarında otelin avlusundan çıktım.
Biraz önce iki kadeh şarapla, tek kişilik bir tarikat ayini yapmış; yaş günümü kutlamışım.
8 Nisan...
Aynı zamanda Dante’nin Cehennem’e girdiği gün. İki Koç burcu yaş gününü kutluyor.
Artık 64 yaşındayım.
Ve hissediyorum ki; vaat edilmiş bir cehennemi sonuna kadar hak etmişim.
Montumun yakalarını kaldırıp, sağa dönüyor ve yürüyorum...
30-40 adım ötede, ruhumun kıpkızıl elması beni bekliyor...

BEN ŞANSLI BİR YILDIZIN ALTINDA DOĞDUM

Bazen diyorum ki; “Ben şanslı bir yıldızın altında doğmuşum.”
Büyük bir şehrin kenar mahallesinden çıkmışım; Allah bana şu fani dünyanın olağanüstü güzelliklerini nasip etmiş.
Şansa bak, 4 Mayıs’ta Amerika’dayım ve o gün New York’ta olağanüstü bir sergi açılıyor.
Geçen yıl intihar eden olağanüstü tasarımcı Alexander McQueen’in tasarımları, dünyanın bu en ünlü müzesinde sergilenecek.
Serginin adı da ilginç:
‘Alexander McQueen: Savage Beauty.’
‘Vahşi güzellik...’
Çok klasik ama benim adamıma yakışır.
Tasarımın James Dean’i...
Vivienne Westwood’un ilk isyankâr delikanlısı.
Daha 40’lı yaşlarının başında, “Yaptı yine yapacağını” dedirtip, intihar eden zamane kahramanı.
Geçen yıl New York’a gittiğimde ilk işim onun ‘Post mortem’ mağazasını ziyaret etmek oldu.
Küçük dükkanda iki saate yakın kaldım. Ruhumun estetik Kâbe’lerinden birini tavaf ediyormuş gibi durmadan dolaştım.
Ayakkabılarını elime aldım. Elbiseleri kutsal emanetler gibi okşadım.
O gün yaratıcılığı anladım.
Bir de Hallac-ı Mansur’un artık kafamdan hiç çıkmayan sözünü:
‘En el Hak...’

Ertuğrul ÖZKÖK / HÜRRİYET