"ERTUĞRUL ÖZKÖK, GENEL YAYIN YÖNETMENLİĞİ'NDEN İSTİFA EDECEK!.." İDDİANIN SAHİBİ KİM? MUHTEMEL İSTİFANIN NEDENLERİ NELER?
İki saatlik bir gözleminin ardından Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği görevinden istifa edeceği kehanetini ortaya atan iddianın sahibi köşe yazarı kim? İddiasını nelere dayandırdı?
Kendi Kalesinde Bir Nöbetçi: Ertuğrul Özkök
Bir kehanetle başlamak istiyorum bu yazıya.
Eğer, iki saatlik müşahedemin bir kıymet-i harbiyesi varsa, Ertuğrul Özkök, çok uzun olmayan bir zaman diliminde, ben'ini tercih edip Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa edecek!
Neden mi böyle bir kehanette bulunuyorum?
Şundan: Bu sefer gerçekten çok yorulmuş. Özgürlüğe ihtiyacı olmalı.
Özgürlüğün özünü ise, bir kez daha penceremden dışarıya bakmayı becerebildiğim takdirde ele alacağım.
"Düzenli kaos" çatışkısını şerh ederken yani.
- "Beni bir yılan takip etseydi beli kırılırdı."
"Sırf, bu sözü söyleyecek denli kendisini iyi tanıyan birini dinlemek istediğim için orada olacağım" diye yazmıştı sanatçı bir arkadaşım, duyuru davetiyesinin kenarına.
Kasdettiği kişi, Hürriyet Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'tü.
Duyurunun konusu ise, Özkök'ün Bersay İletişim Enstitüsü'de yapacağı "Türkiye, Siyaset ve Medya" başlıklı konuşmaydı.
Biraz da beni kışkırtmak için uyguladığı bu yöntem pekâlâ amacına ulaşmıştı. Çünkü 19 Kasım 2009 Perşembe akşamı BİE'deki küçük topluluğun arasında ben de vardım.
Özkök'ün, kendisini, arkadaşımın dediği kadar, iyi tanıyıp tanımadığını merak etmiştim.
Öyle ya, ne büyük bir iddiadır şu kendini tanımak! Tüm hikmet tarihinin biricik mukaddes gayesi! Gerçekte, en soylu amaç (gaye-i kusvâ); veya en temel yöneliş (maksûd-ı aslî)... Son durak yani!
Kendine yontmak değil, bilâkis kendini yontmak! En sonunda bilinçli bir çabanın mahsulü hâline gelebilmek... yavaş yavaş, gayretle, tutkuyla, olmaya/tamamlanmaya çalışmak... dervişler gibi, yolun sonunda, "hamdım, çiğdim, piştim elhamdülillah!" demeyi düşleyebilmek...
Zor zenaattir, "Kendini tanı!" buyruğunun gereğini yapmak! Çünkü kendini tanıması, insanın, en nihayet kendi ihtişam ve sefaletini tanıması demektir. Yani kendiyle yüzleşmesi... kendi hakikatini bilmesi... Kısaca söylemesi en kolay, yapması en zor iştir insanın kendini tanıması!
O akşam, ne siyaset, ne de medya ilişkileri umurumdaydı. Bendeniz, medyanın zirvesindeyken asıl, 'insan'dan nelerin arta kalmış olabileceğini merak ediyordum sadece.
Konuşmacı, yaşamında zamandan artakalanı önemsemiş görünüyordu; bense hep yaşamım boyunca insandan artakalanı önemsemiştim.
Perşembe akşamı, aradaki farkı pekâlâ yakından görebilirdim. Bir akşamlığına mağaramdan çıkmayı seve seve kabul ettim bu yüzden.
İÇTEN GİBİ GÖRÜNDÜ
Konuşma yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Özkök, konuşması boyunca içten davranmaya çalıştı, başarılı da oldu. Çünkü yeterince içten göründü.
Salon çıkışında, yüzümden, intibalarımı okumaya çalışan sanatçı arkadaşıma, "Seni yormayayım" dedim; "Kendi hesabıma ben Özkök'ü sevdim, görünen o ki ömrü boyunca nasıl varolacağına karar verememiş bir zekâ: olmak (être) yoluyla mı, sahip olmak (avoir) yoluyla mı?"
Arkadaşım hemen yüzünü ekşiterek sözümü kesti, "Ben hiç etkilenmedim!" dedi, "Samimi değildi çünkü!"
Oysa ben, kimi yorumlarına katılmasam da bilhâssa kendisiyle ilgili analizlerini pekâlâ içten ve samimi bulmuştum. Kimse kendi gölgesinin dışına sıçrayamaz. Ben'in bıraktığı izler, kişinin başkalarına göstermek istediklerinden hep fazladır.
Zannedilenin aksine, hakikatte insanın en iyi ölçebileceği hâldir içtenlik! İçtenlik kavranılmaz. Kavramı da olmaz bu yüzden. Fakat hissedilir. (Meselâ düşüncelerimden kuşkulanabilirim ama sezgilerimden aslâ!)
Buna mukabil, Özkök, medya-siyaset ilişkilerini açıklamaya teşebbüs ettiği her defasında inandırıcılığını büyük ölçüde yitiriyordu, çünkü salondakilerden, 'tarafsız' bir gözlemciymiş gibi konuştuğuna inanmalarını talep etmekten kendini alamıyordu. En büyük hitabet zaafıdır nesnel gerçeklerden ve yüksek ilkelerden hareket eden 'tarafsız' bir gözlemciymiş gibi görünmeye çabalamak.
Halbuki bir konuşmacının tarafsız değil, dürüst davranması, yorumlarına kıymet kazandıracak asıl özelliktir. Taraf ol, ama yeter ki dürüst ol!
Not: Retorika'yı 'belâğat' kelimesiyle karşılayıp "belâğat şehveti" şeklinde bir tabir kullanıyorlar ki tamamen yanlıştır! Retorika'nın karşılığı belağat değil, hitabet'tir. Bu yüzden belâğat şehveti'nden edebiyat, hitabet şehveti'nden boşluk hâsıl olur. Özkök'ün konuşmasında belağat vardı ama hitabet şehveti neredeyse hiç yoktu.
'TARAF'IN İKNA ÇABASI
Burada sorun şu ki taraf olan biri aynı zamanda ne kadar dürüst olabilir?
Hitabetin başarısı da budur zaten: Muhatablarını hem taraf, hem dürüst olduğuna inandırmak!
Özkök, sadece kendi hakkında konuştuğu anlarda bu iki sıfatı üstlenmekten çekinmiyordu. Çünkü o anlarda, "Ben benden yanayım!" demekten utanmıyordu. İş, medya-siyaset ilişkilerine gelince, çarpışan "bizler/onlar" içerisinde 'ben'in hakikati hemen buharlaşıveriyor ve narsisizm, nefis balonunu şişirdikçe şişiriyordu.
O balonu kötücül iğnelerden korumanın ne denli zor bir iş olduğunu bilmeyen heveskârlar, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni'nin çektiği ızdırabı aslâ anlayamazlar.
Neredeyse bir ömür boyunca nefis kulesinde nöbet tutmak zorunda kalmak!.. Bu, hakikaten çok büyük bir trajedi!
Elleri kan içinde. Neden? Elbette, iğneleme teşebbüslerine karşı zaman zaman yumruklarını kullanmaktan...
SEN ZATEN BİR HİÇSİN
Bu trajik hâli iyi bilirim. O nedenle elimde iğne taşımıyorum.
Yazım bir eleştiri yazısı da değil bu yüzden. Ömrünü insanı, insandan artakalanı anlamaya/yorumlamaya ayırmış bir nefsin, kendine zamandan artakalanla yetinmeyi reva gören bir başka nefisle diyalog teşebbüsü!
Şişinmiş bir nefsin etrafında düşman iğnelere karşı bir ömür boyu nöbet tutmaya değer mi bu hayat?
Sen zaten bir hiçsin! Tıpkı benim gibi. Bizim gibi. Herkes gibi. İnsansın çünkü.
GÖNÜL AYNASININ ÖNÜNDE
Özkök'ün hiç bakmamış olduğu bir aynayı tutuyor değilim elimde! Bilâkis ben kendisinin bu aynaya zaman zaman baktığına ama onun önünde uzun süre kalamadığına inanıyorum. Kendi aynasının önünde... yani aklının değil, gönlünün...
Umre bir fırsattı oysa. Fakat olmak (être) yerine sahip olmayı (avoir) tercih etti nefis! Mülkiyeti... başkalarının bakışında kazanılacak yeri... toplumsal itibarı...
'Mekân' kelimesinin 'kevn' (olmak) kökünden türediğini, biri hatırlatmalıydı onlara! Kendiyle başı belâda olan yolculara, insanı insana insanda gösterecek o aynadan haberdar etmeliydi.
BEDELİN ADI KAYGI
İki saatlik konuşmanın hâkim vasfı otobiyografikti.
Öyle ki Özkök'ün, konumu gereği, medya-siyaset ilişkilerini (mevcut gerilim ve çatışmayı) bile içselleştirmedikçe okumayı beceremediğini düşünüyorum. Meselâ 'siyaset' sözcüğünü iki saat boyunca 'iktidar' (çokluk AK Parti iktidarı) anlamında kullandı; 'medya' sözcüğünü de "Doğan Medya Grubu" anlamında.
Bu benmerkezci bakışaçısını yanlış bulduğum düşünülmesin. Bilâkis doğal olanı budur, elbette olması gereken de...
Sorun, konuşmacının, konuşma stratejisini hakikat hiç de böyle değilmişcesine sürdürmek istemesinde. Bu isteğin gerekçesi malum olmalı: nesnel (objektif) görünmeye çalışmak.
Niçin?
Şunun için: Özkök, kendi hakkında konuştuğu takdirde, subjektif davrandığını saklamaya gerek duymuyor; zira bu tavır, dinleyicilere 'içtenlik' mesajı vermesini kolaylaştırıyor. "Bence bu böyle kardeşim, işine gelirse!" diyor. Dinleyicilere de "Ne kadar samimi adam!" demek kalıyor.
Halbuki tartışma medya-siyaset, ordu-demokrasi, vb. konulara geldiğinde, subjektif olmak tarafgirlik anlamı kazanıyor. Kendisine taraf olunan hususlar da pek öyle yüksek hakikatlerle ilgili olmayınca, bu sefer objektif bir dil kullanmak ihtiyacı başgösteriyor.
İçtenliğinin yara aldığı nokta, kanımca, tam da burası!
Özkök 'ben' derken ne kadar içten bir görüntü vermeyi başarıyorsa, 'biz' derken o kadar inandırıcılığını yitiriyor.
Hele hele 'ben'ini koruma altına almak için, 'biz'e göğsünü siper ettiğinde, teğelleri iyiden iyiye görünmeye başlıyor. Çünkü sahip olmazsa olamayacağına inanıyor. Kendilik tasavvurunu sahip oldukları üzerinden kurgulayan her nefsin temel çelişkisi budur. Tıpkı unvanı elinden alındığında bir 'hiç' haline geleceğine inanan bürokratlar gibi.
Ütopyası kalmamış Özkök'ün. Yani geleceğe inanma yetisi.... Yani umudu...
Yaşlanıyor çünkü. Bencilleşmesi kaçınılmaz. Yolun başındayken 'olmak' yerine tercih ettiği "sahip olmak" tutkusu, şimdi, bir süreden beri "sahip olduklarını kaybetmemek" (mülkiyetin sürekliliği) kaygısına dönüşmüş durumda.
Kendilik kurgusunun bu kaygıyı beslememesi imkânsız. Çünkü nefis kalesinin kapısında sürekli nöbet tutmaktan yorulmuş bir zihnin ödeyeceği bedelin adıdır kaygı.
Ah tevazu ah! Kibir ve tekebbürün, yani büyük olmanın değil, güya büyük görünmenin bedeli işte bu doldurulması mümkün olmayan boşluktur.
Yani korkunun gerçek sebebi!
Evet, korkunun her türü!
[Amiş Efendi'ye kulak vermenin tam sırası: "Bir şeyin olup olmaması sence eşit değilse henüz olmamışsın demektir evladım!"]
NEYİNİ KAYBEDEBİLİRSİN Kİ
- "İlkokuldayken elele tutuşup hızla döndüğümüz bir kızın ellerini aniden bırakıverdim. Kız ellerimden kurtulunca duvara çarpıp düştü. Bu zengin kızına karşı yaptığım hareket benim ilk Marksist eylemimdi. Bir daha böylesine büyük bir eylemim olmadı. Utanmıştım."
Yoksul bir mahallede oturduğu hâlde zengin çocuklarının okuduğu bir ilkokula devam etmenin yüreğinde açtığı yaraları açıklıkla itiraf eden Özkök'ün Perşembe gecesi anlattığı bu çocukluk anısının bende uyandırdığı dehşeti saklayamayacağım. Çünkü bu anı parçası bile, tek başına, kendisinin, 'olmak' yerine "sahip olma"yı seçmesinin duygusal nedenlerinden birini ele veriyor.
Yoksulluk bir çocuğun içine bu kadar mı işler?
- "Yüzde 75'imiz hayatımızın sıfırlanacağı kaygısını yaşamışızdır."
Hayatının sıfırlanacağı korkusu, Ertuğrul Özkök'ün en büyük korkusu. Bunu sıklıkla dile de getiriyor.
Böyle bir duyguyu taşımakta bir beis yok, ancak bu sıfırlanma korkusunun ekonomik bir mânâyla sınırlanması hakikaten şaşırtıcı. Hakikatte bir tüccar bile böylesine bir sıfırlanma korkusu içinde yaşamaz, nerde kaldı ki yüzde 75'imiz bu korkuyu ebedileştirsin?
Dikkat etmeli, iflas korkusu değil, sıfırlanma korkusu!
İnsan öldüğünde bile sıfırlanmazken, nasıl olur da hem de başarılı bir gazeteci bu korkuyla kendini yiyip bitirebilir?
Neyini kaybedebilirsin ki!
Paranı? Malını? Sağlığını? Canını? Makam-mevkiini?
Özkök için, görünen o ki, galiba en önemlisi sonuncusu.
Sahip olmak yoluyla "olma"ya çalıştığı için bu böyle!
"Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna erinirim!" dese, sanki sorun hallolacak gibi ama yıllarca dişiyle tırnağıyla kaza kaza elde ettiği bir konumdan uzaklaşmak her babayiğidin harcı değildir.
Nereye geldiği kadar, nereden geldiği de belirliyorsa yaşamını, çaresiz, yaşamın öğretmenliğine bırakacağız hakikatin idrakini!
ÇİNÇİN BAĞLARI KORKUSU
- "En büyük kabusum sarı ışıklı tabelasında "Etlik-Çinçin Bağları" yazan minübüs görüntüsüdür. Uçaklardaki o sarı 'Exit' panosu bile bana bu minübüsü ve çamurlu paçaları hatırlatır."
Özkök, nefis kalesinde boşuna nöbet tutmuyor. Vehimleri var: korkuları....
Etlik-Çinçin bağlarına geri dönmekten korktukça, çaresiz nöbet tutacak!
Bir defasında şöyle karalamıştım, tekrarlamakta hiçbir beis yok!
İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir; bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle...
Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde sevilmez kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü bağlılık yetisiyle koşullanır.
Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan bireyler, aslâ özgür olamazlar!
Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır ki?!
Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam karşısında mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere...
Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder insan; aynı anda... bir anda...
VE tevazuyu öğrenir; acziyeti ve bağlılığı...
Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı açılmıştır!
Boynunu eğ, ve içeri gir!
Kendisiyle başı belada olan biri
Mahremiyetin kırmızı çizgisini açmak istemem ama bu hıncın yoksullukla ilgili olduğuna inanmıyorum. Özkök'ün ailesinin hatırladığı kadar yoksul olduğunu da düşünmüyorum.
Sorun, sanırım, 'göçmen' (muhacir) bir aileye mensubiyetle alâkâlı! Yurtsuzluk duygusu! Vatan-anavatan çatışması! Her defasında ayağın altındaki zeminin kaymasından korkmak! Mübadele psikozu! Ebedî yabancılık!
Aksi takdirde, "Ekşi Sözlük'te Ertuğrul Özkök adı altında tasvir edilen o canavar ben değilim!" diye şaşkın şaşkın kendisine bakabilir mi insan?
Bakabilir elbette. Kendisinden uzaklaştığı ölçüde başkalarının bakışına ihtiyaç duyar kişi. Sadece kendini sevmenin bedeli de büyüktür, ızdırabı da. Sevilmek ister insan! Muhabbet ve hürmet görmek...
Niçin?
Merhamete mazhar olmak için!
Sadece kendilerini sevenler, adalet duygularını değil sadece, merhamet duygularını da kaybederler.
EGO HEYKELİNİ YIK
- "Her insanın en büyük tabusu kendisidir. Ego heykelinizi yıkın!"
Dinleyicilere bu çağrıyı yaptı. Kasdettiği sanırım kendisinden, çevresinden çok, siyasî iktidarı ellerinde tutanlardı.
Mesajı açıktı:
- "Bugünün mağdurları yarının zalimleri olursa, yarının zalimleri de geleceğin mağdurları olabilir."
Fakat bu çağrıyı niçin politik alana tahsis edelim? Gelin hakikaten tabularımızı yıkalım. Egolarımızı. Putlarımızı.
Kisvelerimizden soyunalım. Bizi bir şey zannettiren kisvelerimizden, elbiselerimizden. Tasavvuf erbanının dediği gibi, arayiş-i zahire (dış görünüşe) iltifat etmeyelim.
İlk fırsat da heba edilmiş gibi. Çünkü salondakiler Özkök'ün şu sözlerini tebessümle karşıladılar:
- "İhramı giyip aynaya baktım, berbat görünüyordum. Sonra beyaz pantolon ve bol gömlek giydim. Sting'e benzemiştim. Ben de Kâbe'yi bu kıyafetle tavaf ettim."
Herkese Kâbe'yi bir kez olsun muhakkak görmelerini tavsiye etmekten kendini alamayan Özkök, ilk kez orada bir "düzenli kaos"a rastladığını söyledi.
Hem kaos, hem kozmos! Mescid-i haram için uygun bir benzetme gibi görünüyordu ama ben yine de bu benzetmenin Özkök'e de yakıştığını düşünmekten kendimi alamadım.
ALTAYLI GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ
Konuşmanın büyük bir kısmını bile bile ihmal ettiğim fark edilmiş olmalı. Yazmadım. Yazmayı da düşünmüyorum.
Ancak kendi hesabıma, Ertuğrul Özkök'ün çizdiği portreyi, meselâ Fatih Altaylı'dan daha derinlikli, daha neşeli buluyorum. Özkök'ü önemsiyorum, çünkü her şeye rağmen kendiyle başı belâda, kendiyle sorunu var en azından. Oysa Altaylı'nın kendisiyle hiçbir sorunu yok! Dümdüz.
Olduğu gibi. Göründüğü gibi.
Üstelik hep haklı.
Ne diyeyim Hak yardımcısı olsun!
Dücane Cündioğlu/Yeni Şafak
Bir kehanetle başlamak istiyorum bu yazıya.
Eğer, iki saatlik müşahedemin bir kıymet-i harbiyesi varsa, Ertuğrul Özkök, çok uzun olmayan bir zaman diliminde, ben'ini tercih edip Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa edecek!
Neden mi böyle bir kehanette bulunuyorum?
Şundan: Bu sefer gerçekten çok yorulmuş. Özgürlüğe ihtiyacı olmalı.
Özgürlüğün özünü ise, bir kez daha penceremden dışarıya bakmayı becerebildiğim takdirde ele alacağım.
"Düzenli kaos" çatışkısını şerh ederken yani.
- "Beni bir yılan takip etseydi beli kırılırdı."
"Sırf, bu sözü söyleyecek denli kendisini iyi tanıyan birini dinlemek istediğim için orada olacağım" diye yazmıştı sanatçı bir arkadaşım, duyuru davetiyesinin kenarına.
Kasdettiği kişi, Hürriyet Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'tü.
Duyurunun konusu ise, Özkök'ün Bersay İletişim Enstitüsü'de yapacağı "Türkiye, Siyaset ve Medya" başlıklı konuşmaydı.
Biraz da beni kışkırtmak için uyguladığı bu yöntem pekâlâ amacına ulaşmıştı. Çünkü 19 Kasım 2009 Perşembe akşamı BİE'deki küçük topluluğun arasında ben de vardım.
Özkök'ün, kendisini, arkadaşımın dediği kadar, iyi tanıyıp tanımadığını merak etmiştim.
Öyle ya, ne büyük bir iddiadır şu kendini tanımak! Tüm hikmet tarihinin biricik mukaddes gayesi! Gerçekte, en soylu amaç (gaye-i kusvâ); veya en temel yöneliş (maksûd-ı aslî)... Son durak yani!
Kendine yontmak değil, bilâkis kendini yontmak! En sonunda bilinçli bir çabanın mahsulü hâline gelebilmek... yavaş yavaş, gayretle, tutkuyla, olmaya/tamamlanmaya çalışmak... dervişler gibi, yolun sonunda, "hamdım, çiğdim, piştim elhamdülillah!" demeyi düşleyebilmek...
Zor zenaattir, "Kendini tanı!" buyruğunun gereğini yapmak! Çünkü kendini tanıması, insanın, en nihayet kendi ihtişam ve sefaletini tanıması demektir. Yani kendiyle yüzleşmesi... kendi hakikatini bilmesi... Kısaca söylemesi en kolay, yapması en zor iştir insanın kendini tanıması!
O akşam, ne siyaset, ne de medya ilişkileri umurumdaydı. Bendeniz, medyanın zirvesindeyken asıl, 'insan'dan nelerin arta kalmış olabileceğini merak ediyordum sadece.
Konuşmacı, yaşamında zamandan artakalanı önemsemiş görünüyordu; bense hep yaşamım boyunca insandan artakalanı önemsemiştim.
Perşembe akşamı, aradaki farkı pekâlâ yakından görebilirdim. Bir akşamlığına mağaramdan çıkmayı seve seve kabul ettim bu yüzden.
İÇTEN GİBİ GÖRÜNDÜ
Konuşma yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Özkök, konuşması boyunca içten davranmaya çalıştı, başarılı da oldu. Çünkü yeterince içten göründü.
Salon çıkışında, yüzümden, intibalarımı okumaya çalışan sanatçı arkadaşıma, "Seni yormayayım" dedim; "Kendi hesabıma ben Özkök'ü sevdim, görünen o ki ömrü boyunca nasıl varolacağına karar verememiş bir zekâ: olmak (être) yoluyla mı, sahip olmak (avoir) yoluyla mı?"
Arkadaşım hemen yüzünü ekşiterek sözümü kesti, "Ben hiç etkilenmedim!" dedi, "Samimi değildi çünkü!"
Oysa ben, kimi yorumlarına katılmasam da bilhâssa kendisiyle ilgili analizlerini pekâlâ içten ve samimi bulmuştum. Kimse kendi gölgesinin dışına sıçrayamaz. Ben'in bıraktığı izler, kişinin başkalarına göstermek istediklerinden hep fazladır.
Zannedilenin aksine, hakikatte insanın en iyi ölçebileceği hâldir içtenlik! İçtenlik kavranılmaz. Kavramı da olmaz bu yüzden. Fakat hissedilir. (Meselâ düşüncelerimden kuşkulanabilirim ama sezgilerimden aslâ!)
Buna mukabil, Özkök, medya-siyaset ilişkilerini açıklamaya teşebbüs ettiği her defasında inandırıcılığını büyük ölçüde yitiriyordu, çünkü salondakilerden, 'tarafsız' bir gözlemciymiş gibi konuştuğuna inanmalarını talep etmekten kendini alamıyordu. En büyük hitabet zaafıdır nesnel gerçeklerden ve yüksek ilkelerden hareket eden 'tarafsız' bir gözlemciymiş gibi görünmeye çabalamak.
Halbuki bir konuşmacının tarafsız değil, dürüst davranması, yorumlarına kıymet kazandıracak asıl özelliktir. Taraf ol, ama yeter ki dürüst ol!
Not: Retorika'yı 'belâğat' kelimesiyle karşılayıp "belâğat şehveti" şeklinde bir tabir kullanıyorlar ki tamamen yanlıştır! Retorika'nın karşılığı belağat değil, hitabet'tir. Bu yüzden belâğat şehveti'nden edebiyat, hitabet şehveti'nden boşluk hâsıl olur. Özkök'ün konuşmasında belağat vardı ama hitabet şehveti neredeyse hiç yoktu.
'TARAF'IN İKNA ÇABASI
Burada sorun şu ki taraf olan biri aynı zamanda ne kadar dürüst olabilir?
Hitabetin başarısı da budur zaten: Muhatablarını hem taraf, hem dürüst olduğuna inandırmak!
Özkök, sadece kendi hakkında konuştuğu anlarda bu iki sıfatı üstlenmekten çekinmiyordu. Çünkü o anlarda, "Ben benden yanayım!" demekten utanmıyordu. İş, medya-siyaset ilişkilerine gelince, çarpışan "bizler/onlar" içerisinde 'ben'in hakikati hemen buharlaşıveriyor ve narsisizm, nefis balonunu şişirdikçe şişiriyordu.
O balonu kötücül iğnelerden korumanın ne denli zor bir iş olduğunu bilmeyen heveskârlar, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni'nin çektiği ızdırabı aslâ anlayamazlar.
Neredeyse bir ömür boyunca nefis kulesinde nöbet tutmak zorunda kalmak!.. Bu, hakikaten çok büyük bir trajedi!
Elleri kan içinde. Neden? Elbette, iğneleme teşebbüslerine karşı zaman zaman yumruklarını kullanmaktan...
SEN ZATEN BİR HİÇSİN
Bu trajik hâli iyi bilirim. O nedenle elimde iğne taşımıyorum.
Yazım bir eleştiri yazısı da değil bu yüzden. Ömrünü insanı, insandan artakalanı anlamaya/yorumlamaya ayırmış bir nefsin, kendine zamandan artakalanla yetinmeyi reva gören bir başka nefisle diyalog teşebbüsü!
Şişinmiş bir nefsin etrafında düşman iğnelere karşı bir ömür boyu nöbet tutmaya değer mi bu hayat?
Sen zaten bir hiçsin! Tıpkı benim gibi. Bizim gibi. Herkes gibi. İnsansın çünkü.
GÖNÜL AYNASININ ÖNÜNDE
Özkök'ün hiç bakmamış olduğu bir aynayı tutuyor değilim elimde! Bilâkis ben kendisinin bu aynaya zaman zaman baktığına ama onun önünde uzun süre kalamadığına inanıyorum. Kendi aynasının önünde... yani aklının değil, gönlünün...
Umre bir fırsattı oysa. Fakat olmak (être) yerine sahip olmayı (avoir) tercih etti nefis! Mülkiyeti... başkalarının bakışında kazanılacak yeri... toplumsal itibarı...
'Mekân' kelimesinin 'kevn' (olmak) kökünden türediğini, biri hatırlatmalıydı onlara! Kendiyle başı belâda olan yolculara, insanı insana insanda gösterecek o aynadan haberdar etmeliydi.
BEDELİN ADI KAYGI
İki saatlik konuşmanın hâkim vasfı otobiyografikti.
Öyle ki Özkök'ün, konumu gereği, medya-siyaset ilişkilerini (mevcut gerilim ve çatışmayı) bile içselleştirmedikçe okumayı beceremediğini düşünüyorum. Meselâ 'siyaset' sözcüğünü iki saat boyunca 'iktidar' (çokluk AK Parti iktidarı) anlamında kullandı; 'medya' sözcüğünü de "Doğan Medya Grubu" anlamında.
Bu benmerkezci bakışaçısını yanlış bulduğum düşünülmesin. Bilâkis doğal olanı budur, elbette olması gereken de...
Sorun, konuşmacının, konuşma stratejisini hakikat hiç de böyle değilmişcesine sürdürmek istemesinde. Bu isteğin gerekçesi malum olmalı: nesnel (objektif) görünmeye çalışmak.
Niçin?
Şunun için: Özkök, kendi hakkında konuştuğu takdirde, subjektif davrandığını saklamaya gerek duymuyor; zira bu tavır, dinleyicilere 'içtenlik' mesajı vermesini kolaylaştırıyor. "Bence bu böyle kardeşim, işine gelirse!" diyor. Dinleyicilere de "Ne kadar samimi adam!" demek kalıyor.
Halbuki tartışma medya-siyaset, ordu-demokrasi, vb. konulara geldiğinde, subjektif olmak tarafgirlik anlamı kazanıyor. Kendisine taraf olunan hususlar da pek öyle yüksek hakikatlerle ilgili olmayınca, bu sefer objektif bir dil kullanmak ihtiyacı başgösteriyor.
İçtenliğinin yara aldığı nokta, kanımca, tam da burası!
Özkök 'ben' derken ne kadar içten bir görüntü vermeyi başarıyorsa, 'biz' derken o kadar inandırıcılığını yitiriyor.
Hele hele 'ben'ini koruma altına almak için, 'biz'e göğsünü siper ettiğinde, teğelleri iyiden iyiye görünmeye başlıyor. Çünkü sahip olmazsa olamayacağına inanıyor. Kendilik tasavvurunu sahip oldukları üzerinden kurgulayan her nefsin temel çelişkisi budur. Tıpkı unvanı elinden alındığında bir 'hiç' haline geleceğine inanan bürokratlar gibi.
Ütopyası kalmamış Özkök'ün. Yani geleceğe inanma yetisi.... Yani umudu...
Yaşlanıyor çünkü. Bencilleşmesi kaçınılmaz. Yolun başındayken 'olmak' yerine tercih ettiği "sahip olmak" tutkusu, şimdi, bir süreden beri "sahip olduklarını kaybetmemek" (mülkiyetin sürekliliği) kaygısına dönüşmüş durumda.
Kendilik kurgusunun bu kaygıyı beslememesi imkânsız. Çünkü nefis kalesinin kapısında sürekli nöbet tutmaktan yorulmuş bir zihnin ödeyeceği bedelin adıdır kaygı.
Ah tevazu ah! Kibir ve tekebbürün, yani büyük olmanın değil, güya büyük görünmenin bedeli işte bu doldurulması mümkün olmayan boşluktur.
Yani korkunun gerçek sebebi!
Evet, korkunun her türü!
[Amiş Efendi'ye kulak vermenin tam sırası: "Bir şeyin olup olmaması sence eşit değilse henüz olmamışsın demektir evladım!"]
NEYİNİ KAYBEDEBİLİRSİN Kİ
- "İlkokuldayken elele tutuşup hızla döndüğümüz bir kızın ellerini aniden bırakıverdim. Kız ellerimden kurtulunca duvara çarpıp düştü. Bu zengin kızına karşı yaptığım hareket benim ilk Marksist eylemimdi. Bir daha böylesine büyük bir eylemim olmadı. Utanmıştım."
Yoksul bir mahallede oturduğu hâlde zengin çocuklarının okuduğu bir ilkokula devam etmenin yüreğinde açtığı yaraları açıklıkla itiraf eden Özkök'ün Perşembe gecesi anlattığı bu çocukluk anısının bende uyandırdığı dehşeti saklayamayacağım. Çünkü bu anı parçası bile, tek başına, kendisinin, 'olmak' yerine "sahip olma"yı seçmesinin duygusal nedenlerinden birini ele veriyor.
Yoksulluk bir çocuğun içine bu kadar mı işler?
- "Yüzde 75'imiz hayatımızın sıfırlanacağı kaygısını yaşamışızdır."
Hayatının sıfırlanacağı korkusu, Ertuğrul Özkök'ün en büyük korkusu. Bunu sıklıkla dile de getiriyor.
Böyle bir duyguyu taşımakta bir beis yok, ancak bu sıfırlanma korkusunun ekonomik bir mânâyla sınırlanması hakikaten şaşırtıcı. Hakikatte bir tüccar bile böylesine bir sıfırlanma korkusu içinde yaşamaz, nerde kaldı ki yüzde 75'imiz bu korkuyu ebedileştirsin?
Dikkat etmeli, iflas korkusu değil, sıfırlanma korkusu!
İnsan öldüğünde bile sıfırlanmazken, nasıl olur da hem de başarılı bir gazeteci bu korkuyla kendini yiyip bitirebilir?
Neyini kaybedebilirsin ki!
Paranı? Malını? Sağlığını? Canını? Makam-mevkiini?
Özkök için, görünen o ki, galiba en önemlisi sonuncusu.
Sahip olmak yoluyla "olma"ya çalıştığı için bu böyle!
"Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna erinirim!" dese, sanki sorun hallolacak gibi ama yıllarca dişiyle tırnağıyla kaza kaza elde ettiği bir konumdan uzaklaşmak her babayiğidin harcı değildir.
Nereye geldiği kadar, nereden geldiği de belirliyorsa yaşamını, çaresiz, yaşamın öğretmenliğine bırakacağız hakikatin idrakini!
ÇİNÇİN BAĞLARI KORKUSU
- "En büyük kabusum sarı ışıklı tabelasında "Etlik-Çinçin Bağları" yazan minübüs görüntüsüdür. Uçaklardaki o sarı 'Exit' panosu bile bana bu minübüsü ve çamurlu paçaları hatırlatır."
Özkök, nefis kalesinde boşuna nöbet tutmuyor. Vehimleri var: korkuları....
Etlik-Çinçin bağlarına geri dönmekten korktukça, çaresiz nöbet tutacak!
Bir defasında şöyle karalamıştım, tekrarlamakta hiçbir beis yok!
İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir; bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle...
Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde sevilmez kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü bağlılık yetisiyle koşullanır.
Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan bireyler, aslâ özgür olamazlar!
Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır ki?!
Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam karşısında mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere...
Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder insan; aynı anda... bir anda...
VE tevazuyu öğrenir; acziyeti ve bağlılığı...
Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı açılmıştır!
Boynunu eğ, ve içeri gir!
Kendisiyle başı belada olan biri
Mahremiyetin kırmızı çizgisini açmak istemem ama bu hıncın yoksullukla ilgili olduğuna inanmıyorum. Özkök'ün ailesinin hatırladığı kadar yoksul olduğunu da düşünmüyorum.
Sorun, sanırım, 'göçmen' (muhacir) bir aileye mensubiyetle alâkâlı! Yurtsuzluk duygusu! Vatan-anavatan çatışması! Her defasında ayağın altındaki zeminin kaymasından korkmak! Mübadele psikozu! Ebedî yabancılık!
Aksi takdirde, "Ekşi Sözlük'te Ertuğrul Özkök adı altında tasvir edilen o canavar ben değilim!" diye şaşkın şaşkın kendisine bakabilir mi insan?
Bakabilir elbette. Kendisinden uzaklaştığı ölçüde başkalarının bakışına ihtiyaç duyar kişi. Sadece kendini sevmenin bedeli de büyüktür, ızdırabı da. Sevilmek ister insan! Muhabbet ve hürmet görmek...
Niçin?
Merhamete mazhar olmak için!
Sadece kendilerini sevenler, adalet duygularını değil sadece, merhamet duygularını da kaybederler.
EGO HEYKELİNİ YIK
- "Her insanın en büyük tabusu kendisidir. Ego heykelinizi yıkın!"
Dinleyicilere bu çağrıyı yaptı. Kasdettiği sanırım kendisinden, çevresinden çok, siyasî iktidarı ellerinde tutanlardı.
Mesajı açıktı:
- "Bugünün mağdurları yarının zalimleri olursa, yarının zalimleri de geleceğin mağdurları olabilir."
Fakat bu çağrıyı niçin politik alana tahsis edelim? Gelin hakikaten tabularımızı yıkalım. Egolarımızı. Putlarımızı.
Kisvelerimizden soyunalım. Bizi bir şey zannettiren kisvelerimizden, elbiselerimizden. Tasavvuf erbanının dediği gibi, arayiş-i zahire (dış görünüşe) iltifat etmeyelim.
İlk fırsat da heba edilmiş gibi. Çünkü salondakiler Özkök'ün şu sözlerini tebessümle karşıladılar:
- "İhramı giyip aynaya baktım, berbat görünüyordum. Sonra beyaz pantolon ve bol gömlek giydim. Sting'e benzemiştim. Ben de Kâbe'yi bu kıyafetle tavaf ettim."
Herkese Kâbe'yi bir kez olsun muhakkak görmelerini tavsiye etmekten kendini alamayan Özkök, ilk kez orada bir "düzenli kaos"a rastladığını söyledi.
Hem kaos, hem kozmos! Mescid-i haram için uygun bir benzetme gibi görünüyordu ama ben yine de bu benzetmenin Özkök'e de yakıştığını düşünmekten kendimi alamadım.
ALTAYLI GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ
Konuşmanın büyük bir kısmını bile bile ihmal ettiğim fark edilmiş olmalı. Yazmadım. Yazmayı da düşünmüyorum.
Ancak kendi hesabıma, Ertuğrul Özkök'ün çizdiği portreyi, meselâ Fatih Altaylı'dan daha derinlikli, daha neşeli buluyorum. Özkök'ü önemsiyorum, çünkü her şeye rağmen kendiyle başı belâda, kendiyle sorunu var en azından. Oysa Altaylı'nın kendisiyle hiçbir sorunu yok! Dümdüz.
Olduğu gibi. Göründüğü gibi.
Üstelik hep haklı.
Ne diyeyim Hak yardımcısı olsun!
Dücane Cündioğlu/Yeni Şafak