ERGENEKON DEDİNİZ BAKIN ŞİMDİ SİZ DE SİLİVRİ'DESİNİZ!

Tutuklu gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık'tan mektup var...

Silivri 2 No’lu Kapalı L Tipi Ceza ve Tutukevi’nin girişinde beni Bakırköy Adliyesi’ne götürecek jandarma ve aracı beklerken odaya İnönü Üniversitesi eski rektörü ve Ergenekon davası sanığı Fatih Hilmioğlu girdi.

Bir iki dakika sonra da aynı davada yargılanan Prof. Dr. Yalçın Küçük getirildi. İnfaz Koruma memurlarının nezaretinde selamlaşıp tanıştıktan sonra küçük bir sohbet yapacak zamanımız oldu. İlk sözlerden sonra Hilmioğlu sanırım bir süredir içinde tuttuğu ve zamanı geldiğinde yani karşılaşmamızda söylemek istediği cümleyi yüzüme söyledi; "Eee. dışarıdayken Ergenekon, Ergenekon diyordunuz, bakın şimdi siz de buradasınız." dedi.

Evet ben de Ahmet Şık da, Fatih Hilmioğlu ve Yalçın Küçük ve diğer dört kişiyle birlikte Silivri 2 Nolu Kapalı Cezaevinde "Ergenekon Terör Örgütü" üyeliği iddiasıyla neredeyse dört aydır tutukluyduk. Elbette nerede olduğumu biliyordum ama Hilmioğlu başka bir şey söylemek istiyordu:

"Fatih bey, benim Ergenekon davasıyla ilgim, Hrant Dink cinayetiyle ilgilidir. Ergenekon’da yargılanan bazı sanıklarla Dink cinayeti sanıkları arasındaki bağlantıya dikkat çektim. Burada Danıştay saldırısı yargılanıyorsa Dink cinayeti dosyası da Silivri’de yargılanmalıydı. Ergenokon’u da yargı kesin kararını verene kadar iddia boyutuyla ele aldım" dedim.

Hilmioğlu bunca yılın profesörü o kendine göre bana dersini vermişti. Açıklamamı dinleyip dinlemediğine emin olamadan, jandarma ve nakil aracı geldi. Hilmioğlu ile Küçük’ü Silivri kampüsündeki duruşma salonuna götürdü. Beni Bakırköy Adliyesi’ndeki duruşmama götürecek Jandarmalar ile nakil aracı da biraz sonra kapıya yanaştı.

Silivri - Bakırköy arasında 1-1.5 saat süren yol boyunca düşündüm durdum. Hilmioğlu her ne kadar sitem ediyor gibi konuştuysa da benim ve Ahmet’in durumunu da özlü bir şekilde özetlemişti. Bir yandan memleketin kanlı geçmişinde imzası bulunan "Derin" yapılarla uğraş ve kaleminle buna karşı dur, değil asker, sivil otoritesi, mahalledeki abi otoritesine hatta aile büyüklerinin otoritesine isyan et ve her vesayete karşı çık.Sonra da demokrasiyi zehirleyen bir başka vesayetçi zihniyetlerin bir arada olduğu Ergenekon adı verilen yapının üyesi olmakla suçlan.

Bizim de zaman zaman konuştuğumuz bu durumun Hilmioğlu’nun ağzından ama bir başka amaçla tasvir edilmesi bana ilginç geldi. Evet ben ve biz Ergenekoncu olmadığımızı biliyorduk, silahlı terör örgütüne üye değildik ama işte Silivri’deydik. Hem de dört aydır. Zor bir durum bizimkisi.

Hilmioğlu aslında birçok Ergenekon davası sanığının da düşüncesini dile getirmişti. O bir akademisyen nezaketiyle bu kadarını söyledi.Ya Veli Küçük , Kemal Kerinçsiz dahil diğerlerinin aklından neler geçmişti.

Oysa 2008 yılı Mayıs ayından beri gece gündüz üzerinde çalıştığım meslektaşım Hrant Dink cinayeti ile Ergenekon davasının birleşmesi için iki kitap 100’e yakın haber ve yazı yazmış, çıktığım her televizyon kanalında bunun delillerini ve şemalarını sallamıştım.

Ölüden kardeş olur mu?

Tam zamanlı olarak Hrant Dink cinayetini araştıran bir gazeteci oldum. Bir de kardeşim oldu. İnsan bir ölüyle kardeş olur mu ? Evet oluyormuş. Ben neredeyse 3.5 yıldır kardeşim olan Hrant Dink’in katline göz yuman devlet görevlilerinin peşinde yaşadım. Hrant Dink ile konuşmam gerektiğinde onun öz kardeşleri Hosrof ve Yervant’ın yanında aldım soluğu. Üç yıldır en çok telefonla konuştuğum ve görüştüğüm Hosrof ve Yervant idi.

Her bulduğum belgeyi, bir ipucunu onlarla tartıştım. Bunları yazınca çok şeyin değişeceğini düşündüm hep. Evet çok şey değişti. Türkiye ve dünya kamuoyu Hrant Dink’in devletin polisi, jandarması ve MİT’inin gözü önünde öldürüldüğünü gördü, ihmali ya da kastı olan tüm devlet görevlilerini isim isim öğrendi. Ama yalnızca öğrendi. O kadar. Hepsi terfi ettiler, bazıları müsteşar, bazıları vali, bazıları Müdür oldu. Jandarmalar 6 ay hapis cezası aldı. Tek ama tek bir polis yargı önüne çıkmadı, çıkarılmadı. Oysa cinayet polisin gözü önünde işlenmiş Hrant Dink’in hayatını korumakla görevli polis, cinayetin üzerini örtmek için mahkemelere yanıltıcı belgeler göndererek adalet arayanları kör etmişti. Devletin tüm kurumlarıyla üzerini örtmeye çalıştığı cinayetin üzerindeki örtüyü ise gazetecilik,
onurlu gazetecilik kaldırdı.

Eee devlet boş durur mu? Sen misin Dink cinayetini araştıran. Önce Beşiktaş’taki özel yetkili savcılara şikayet ettiler. Polislerin şikayetini yerinde gören Savcılar 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 20 yıl hapis istemiyle dava açtı. Yetmedi aynı şikayet dilekçesine bağlı olarak İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 8 yıl hapis istemiyle ikinci bir dava, kitapta yayınladığım şema nedeniyle Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde de 4.5 yıl hapis istemiyle üçüncü bir dava açıldı. Böylece Hrant Dink’i öldüren katil Ogün Samast 20 yıl hapis istemiyle yargılanırken ben 32.5 yıl hapisle yargılanan bir gazeteci oldum.

Polisimiz bununla yetinir mi ? Nisan ayında bu davalar açılır açılmaz Mayıs (2009)’da polise asılsız bir e-mail gönderilmiş (!)

Kimliği (M.Yılmaz) gibi içeriği de sahte olan bu e-mail’de benim "Ergenekoncu" olduğum yazıyordu. Polis sahte ve içeriği yalan olan bu e-mail ile beni bir söylentiye göre altı ay bir söylentiye göre iki yıl dinledi.

Sen misin "Dink cinayetinde istihbaratçı polislerin ihmali var" diye yazan, onlar da seni dinlerler tabii.

Bu dinleme ve takiplerden bir sonuç alamamış olacaklar ki tetikçileri aracılığı ile haber üzerine haber gönderip sanal alemde Ergenekon operasyonunda tutuklanacak gazeteciler listesinin başına ismimi yazdırmaya başladılar.

Posta Gazetesi’ndeki köşemde başıma gelenleri / gelecekleri yazdım. Ölüme hazırdım ama Ergenekon operasyonunda tutuklanacağım aklıma pek gelmiyordu. Tersini söyleyenlere veremeyeceğim hiçbir hesabım olmadığını, her telefon konuşmasının her yazdığımın hesabımı verebileceğimi söylüyordum. O yüzden tedirgin ama kendime inancım tamdı.
Ben yazdığım şeylerden sorumlu tutulacağım diye düşünürken hiç beklemediğim bir biçimde yazmadığım şeyler ve yapmadığım şeylerden sorumlu tutularak 3 Mart günü Ahmet ile birlikte gözaltına alındım ve daha sonra tutuklanarak Silivri’ye kapatıldım.

Ne Hanefi Avcı’nın kitabının bir bölümünü yazdım ne de Ahmet’in kitabının yazımında onu çalıştırdım. Zaten Avcı ve Şık da ifadelerinde bunu teyit ettiler.

Yakında iddianame çıkar (umarım), o zaman suçumuz neymiş görür savunmamızı yaparız. Ama dünyada gazeteciler ve kamuoyu tıpkı Türkiye’deki çoğunluk gibi benim başıma gelenin bir "intikam operasyonu" olduğunu düşünüyor. Ahmet’in de Ergenekon diye tarif edilen yapılara karşı olduğunu her halde yazmaya gerek yok.

Tutuklulukla değil tutkuyla

Benim "gerçek" ile ilişkim tutkuludur. Öğrendiğim bir gerçeği herkesle paylaşmazsam yaşayamam. İnsanın sevdiğine "seni seviyorum" demesi gibidir, bir gerçeği gazetecinin okurlara halka aktarması. Duygularınız da haberin özü olan olgularda sahici olacak. O zaman değil tutuklanmaya ölmeye bile değer. Eee ben de sevdiğim için ve mesleğim için nefes alır ve veririm. Sahici olarak gerekirse almamak üzerine veririm nefesimi.

Eğer ben Hrant Dink cinayetinde gerçeği söyleyemeyecek, yazamayacaksam yaşamanın ne anlamı var? Çünkü yaşamak için vücudumuzun oksijene ihtiyacı var. Ruhumuzun da yaşaması için ruhumuzun oksijeni adalet duygusudur. Benim için, senin için, bizim için hepimiz için Hrant Dink için adalete ihtiyacımız var.

Bu cinayetin tam olarak aydınlatılmadığını biliyorsunuz ve ruhunuzda bir sıkıntı var hissediyor musunuz? İşte o ruhunuzun oksijeni olan adalet eksikliğinden ve ben gazeteci olarak bu eksikliğin giderilmesi için 3.5 yıl çalıştım her bedeli ödedim ve ödüyorum.
Yazıyı bir başka anekdotla bitireyim. 3 Mart 2011’de gözaltına alındıktan sonra 5 Mart günü Sayın Savcı Zekeriya Öz’ün karşısına çıktım. Üç avukatım da yanımdaydı. Sorulardan birisi 2009 Yılı Temmuz ayında yayınladığım bir kitap ile ilgiliydi.

Çalıştığım Milliyet gazetesindeki şefim ile kitap üzerine yaptığımız bir telefon konuşması okundu. Konuşmada şefim bana, kitabı henüz okuyup eleştirilerini vermeyen gazeteci büyüğümün "Neden benim eleştirilerimi almadan bastırdı. Acele etti" şeklindeki sitemini aktarıyordu. Ben de 1.5 ay önce kitabı kendisine verdiğimi görüş vermeyince yayınevinin isteği üzerine bastırdığımı söylüyordum. Konuşmada ben son olarak "Ne yapayım istiyorlarsa beni işten atsınlar" diye tepki göstermiştim.

Savcı Öz, " Bir kitap yazmak için neden işten atılmayı göze alıyorsun" diye sordu.
Ben de cevap olarak "Sayın Savcım bir savaş çıkarsa devlet bana ölümcül bir görev olan askerliği kanun ile verir. Ama iş ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü olunca ölmek gerekiyorsa önce ben giderim" dedim.

5 Mart 2011 günü tutuklandıktan sonra Türkiye’de ve dünyada ortaya çıkan ifade özgürlüğü ihlalleri konusundaki fotoğrafı çekmek üzere Viyana’dan bir heyet geldi.
Uluslararası Basın Enstitüsü Direktorü Alison Bettel Mc Kenzie yaptığı basın toplantısında kendisine yöneltilen, "Türkiye’de basın ABD’den daha özgürdür" şeklindeki ifadeye katılıp katılmadığı sorusuna "Dalga mı geçiyorsunuz ben Amerika’da gazetecilik yaptım. Orada gazeteciler hapse girme korkusu olmadan mesleğini yaparlar." yanıtını vermişti.

Türkiye’de ise gazeteciler hapse girme riskine rağmen ve bu riski bile bile mesleklerini yapıyorlar.

Umarım bu korkular kısa sürede geride kalır.


AHMET ŞIK’IN MEKTUBU

Okumaya başladığınız bu yazı canınızı sıkabilir. Eleştirilerin sivriliği belki sizi sinirlendirebilir. O yüzden sonda söyleyeceğimi baştan dile getireyim ki kimse alınmasın. Kızacak, alınganlık gösterecek olanlar da bu yazıyı okumaya devam etmesin.

Demem o ki sansürün kaldırılmasına özel bir anlam atfedip bunu balolarla “kutlamak”, tören düzenlemek kadar abes bir gün başka memleketlerde var mıdır merak içindeyim. Cehaletimi hoşgörün mutlaka bir yerlerde böyle “anlamlı” bir gün kutlanıyor olabilir. Ama o kutlamaların yapıldığı yerdeki gazetecilerden 70’ten fazlası cezaevinde midir? Dışarıda kendilerini özgür zannedenler sırasını beklemekte midir? Gazeteciler hakkında binlerce dava açılmış mıdır? En önemlisi sansürün ruhuna rahmet okutuyorken yine de böyle bir gün için kutlama yapılıyor mudur?

Sorular çok ve çeşitli. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Farkındaysanız “kitaplar henüz basılmamışken yok edilmeye çalışılıyor mudur?” gibi kişisel kaçacak soruları da sormaktan imtina etmiş durumdayım. Ama var olan durumun ne olduğu zaten bu yazının da yer aldığı gazetenin ismi ele vermiyor mu? TUTUKLU. İçeriğini sağlayanlarsa malum, ottan boktan konularla uğraşmaktansa sorunlu alanlara el atmaya çalışanlar. “Bu memlekette gazetecilik, sizin okuduğunuz, izlediğiniz ve nedense adına ana akım denilen medyada takip etmek zorunda kaldıklarınızdan ibaret değil” demiş ya da demek istemiş olanlar. Medyada çokça yer tutmuş olan gazeteciler sürüsüne dahil olmak istemeyenler diye de adlandırabilirsiniz.

4 Temmuz Türkiye’de basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü. Ne kadar heybetli, insana ne çok gurur veren bir gün değil mi? 70’ten fazla gazeteci cezaevindeyken, geri kalanları sırasını beklerken, herkesler hangi konuda ne kadar yazıp söyleyebileceğinin sınırını biliyorken. Biraz eskilere, çocukluğumuzun masallarına, efsanelerine bir bakalım. O masallarda, efsanelerde sıkça rastladığımız, kahramanların karşılaştığı ejderhalar, canavarlar vardı. Çakmak çakmak gözleri, çatal dilleri, alevler saçtıkları ağızları ve burunları olurdu. Krallığının sınırlarına yaklaşanları bir lokmada yutarlardı. İnlerinde bolca kemik ve kurukafalar, kendisini yok etmeye çalışanların iskeletleri vardı. Kendisine biat edenler, düzenli olarak içlerinden birini kurban olarak sunardı o canavara. Kurulu düzen bozulmasın, canavar saldırıp hepsini birden yok etmesin diye.

Şimdilerde bu memlekette ejderhaların, canavarların özü de o masallardakinden farksız aslında. Tek farkı var. Görüntüsü. Bu canavar insan kılığında. Normal bir vücudu, ikişer eli ve ayağı, herkesi görebilen gözleri, her şeyi duyabilen (tele) kulakları var. Ağzından çıkan alevlerin yerini ise bolca safsata ve yalan almış o kadar. Kimi zaman takım elbiseler giyer kimi zaman üniforma görürüz üzerinde. Yeri geldiğinde cüppesiyle çıkar karşımıza. Bürokrat, politikacı, asker, polis, hakim, savcı gibi sıfatları vardır. Elbet gazeteci diye anılanları da.

Sıfatları ve kıyafetleri ne olursa olsun, artık gizlenemez hale gelen sahtelikleriyle, demokrat maskeleri ve iddialarıyla her birinin temsil ettiği şey aynıdır: güç ve vesayet. Mutlak iktidara sahip olmak istedikleri güç budalasıdırlar. Bazen vatan millet; bazen dil, din, bayrak; bazen de demokrasi derler. Yasalar, hukuk, yargı, bağımsızlık, çağdaşlık, kalkınma, adalet, zenginlik, eşitlik sık kullandıkları sözcüklerdir. “Sivilleşme” çığlıklarıyla, en kutsal kıyafetler içinde çeşitli şekiller ve sıfatlar altında gizlenen bir gücün, vesayetin temsilcisidir her biri. Öle bir güçtür ki bu emirler yağdırır, yönetir. Aldatır. Kandırır. Şantaj yapar. Suçlar. Hedefine koyduğunu “terörist” diyerek hapse tıkar. Yani o masallardaki efsanelerdeki canavarların yaptığı gibi bir lokmada yutar. Pençelerinin arasında parçalar. Yeri geldiğinde asker, polis; kimi zaman hakim savcı ama hiç şaşmaz bir şekilde her zaman medyadır o pençelerin adı.

Anlayacağınız gücün bilinen öyküsüdür bu yaşadıklarımız. Güç ebediyen var olur. Zayıflamış gibi göründüğü zaman bile güçlüdür. Değişiyor gibi göründüğü zaman bile değişmez. Değişen sadece sahipleridir. Temsilcileridir. Sözcüleri ve yorumcularıdır. Ve elbet zulmünün, baskısının niteliği ve niceliğidir değişen. Tarihin şaşmaz doğrusudur bu: Böyle gelmiştir, böyle gidiyor ve gidecektir. İnsanlık tarihi boyunca anlatılan hep, devrildiği halde hiç değişmeden kalan iktidarların öyküleridir. Çünkü eskisini, kendinden öncekini alaşağı eden her güç, içinde, devirdiği gücün tohumlarını barındırır. Baskıcıdır, şiddettir, zulümdür, sansürdür, hapisliktir be tohumların adı. Zamanla devirdiğinin devamı haline gelen bu güç; demokrasi, eşitlik, kardeşlik, sivilleşme, hoşgörü gibi yalanlarıyla herkesi zehirler. Kabuslar ve zulümler denizi çıkar ortaya. Ayrıcalıklar eski ayrıcalıklardır. Kimlerin bundan faydalanabileceği değişmiştir o kadar.

Güç sahibi bu vesayet budalalarını korkutan kendileri gibi olan diğerleri değil, maskelerinin ardına gizlediklerini görüp müesses nizamlarına itaat etmeyenlerdir. İşte tam da bu yüzdendir bu zulüm. Bilirler ki; saltanatları korkuttukları müddetçe vardır. O yüzden safsatalarını türlü çeşitli şarlatanlıklarıyla anlatırlar. Anlattırırlar. Maskelerinin ardındaki görünmesin isterler. Bunun için vesayetlerine soytarılara benzeyen çakallar- sırtlanlar istihdam ederler. Önlerindeki çanağa yem konulduğu sürece bu kokuşmuş düzeni, zulmü, demokrasi diye allayıp pullarlar soytarılar. Hatta padişah tek olsa da ortalıkta kelle kesme meraklısı soytarıdan geçilmez. Amiyane, eski püskü küf kokulu olsa da her devirde geçerli bir sloganı düstur bilir bu soytarılar “Eğer sonunda çıkarın varsa her şey mübahtır.”

Biliriz açgözlüdürler her zaman. Ellerindekilerle yetinmez, asla doymazlar. Hep daha fazlasını isterler. Her teslimiyetten faydalanmaya çalışırlar. Demagoji sultanları, ideoloji despotları, vesayet demokratları, sahte sivillerdirler. Öyledirler, böyledirler…

Çok uzattım farkındayım. Konuyu da dağıtmış gibi görünüyor olsam da aslında tam da bugüne dair bir yazı bu. Neydi? Basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü değil mi?

O halde bir alıntıyla noktalayalım bu yazının meramını. Arjantin’de diktatörlük döneminde Buenos-Aires valisi olan General Iberico Manuel Saint-Jean bakın ne demiş: “Önce tüz bozguncuları öldüreceğiz. Sonra işbirlikçilerini, ardından da sempatizanlarını, daha sonra da tarafsızları. En sonunda da korkakları.”